Makale

DİNİMİZİN İLME VE İLİM ADAMLARINA VERDİĞİ ÖNEM

DİNİMİZİN İLME VE İLİM ADAMLARINA VERDİĞİ ÖNEM

Şükrü ÖZBUĞDAY Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

İslâm bir ilim ve irfan dinidir. Öğrenmeye, öğretmeye, incelemeye ve araştırmaya büyük önem vermiştir. Bilindiği gibi dinimizde ilk emir “Oku” şeklinde gelmiştir. ...M... Böylece daha başlangıçta Hz. Peygam- ber’e gelen ilk vahiy ile okumak emredilmiş ve insanın bilmediğini öğrenirken istifade ettiği kalemden ve öğretmekten bahsedilmiştir.’1’
Cehaletin yaygın olduğu ve okuma yazmaya hiç ilgi gösterilmediği, eğitim ve öğretimin aileden çocuklara taklitle intikalinin çerçevesi dışına çıkamadığı bir toplumda, yeni dinin bu ilk emirleri ile, bu konuda inkılap diyebileceğimiz bir değişmenin olduğuna işaret edilmiştir. Bu bakımdan tarihin izahı zor hadiselerinden biri olarak kabul edilen İslâm’ın başlangıçta gösterdiği çok hızlı gelişmesini, büyük çapta Hz Peygamber’in ilme,eğitim-öğretime ve insan terbiyesine verdiği önemde aramak gerekir.2
İlim, âlim, öğrenme, öğrenci Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde yüceltilmiştir. Âl-i İmrân Sûresi, 18. ayette meleklerden sonra âlimler zikredilerek şöyle buyrulmuştur: “Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sâhipleri, O’ndan başka ilah olmadığına şâhitlik etmişlerdir...” Konu ile ilgili diğer bazı âyetlerin mealleri de şöyledir:
“... Allah içinizden iman edenlerin ve ilim sahiplerinin derecelerini yükseltir...”3
“...De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?...”’4
“...Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar...”’5
“...İnsanlara bu misalleri getiriyoruz, bunları ancak âlimler idrâk eder.”6
Mısırlı tefsir bilgini Tantâvî Cevheri, Kur’an-ı Kerim’de ilme teşvik eden ve ilimden bahseden âyetlerin sayısının 750 kadar olduğunu söyler.
Hadislerde de, ilim öğrenmek ibadetten üstün sayılmış7, ibadete verilen önemin ilme de verilmesi istenmiş, âlimlerin kalemlerinden akan mürekkebin, şehitlerin kanlarına bedel olduğu ilim tahsil ederken ölen bir kimse ile peygamberler arasında sadece bir derece fark bulunduğu belirtilmiştir. Bu konudaki diğer hadislerden de birkaçını burada zikredelim.
“İlim tahsil etmek, kadın- erkek her Miislümana farzdır.”10
“Hikmet, özlü bilgi mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır.”’11’
"Benden bir âyet bile öğrenseniz, onu başkalarına da öğretiniz.”12
“Burada bulunanlarınız, benden işittiklerini, bulunmayanlarınıza duyursun. Olur ki burada bulunan bir kimse, işittiğini kendisinden daha akıllı birisine ulaştırmış bulunur.” 13
"Sizden birinize bildiği bir şey sorulduğunda onu derhal söylesin.”14
Bu hadislerden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber ilme, toplumun eğitimine ve eğitimin yaygınlaştırılmasına özellikle önem vermiştir. Bu sebeple O, kendisinden öğrenilenlerin, başkalarına da öğretilmesini emir ve tavsiye etmiştir. Eğitim ve öğretim bu sayede yaygın hale gelmiş, O’nun bu teşvik ve tavsiyeleri beklenen sonucu vermekte gecikmemiş, daha Hz. Peygamber döneminde eğitim öğretim bariz bir şekilde yaygın hale gelmiştir.
Hz. Peygamber, alimleri peygamberlerin varisleri kabul etmiş,"’ öğrenenin de öğretenin de ecir ve mükâfatta eşit paylara sahip olacağını1161 ve insanların en hayırlıları sayılacağını 17 belirtmiştir. Hatta başlangıçta maddî bir karşılık bekleyerek ilim öğretmek ayıplanmıştır."18
İslâm cehalete karşı âdeta savaş açmıştır. İslâm’ın en büyük düşmanı cehalettir. Onun için İslâm öncesi Arap sosyal hayatına cahiliyye ismi verilmiştir. İslâm, câhiliyye dönemine son vererek ilim ve irfan çağını açmış, ümmîliği yok etmek için mücadeleye girişmiş, okur-yazar sayısını artırmak için tedbirler almıştır. Bu cümleden olmak üzere, fidye vererek hürriyetlerine kavuşamayacak durumda olan Bedir Savaşı esirleri, on Müslümana okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmıştır. Böylece İslâm, savaş halinde olduğu putperestlerin Müslümanlara öğretmenlik yapmalarını bile kabul etmiştir.19
Ayrıca yeni Müslüman olmuş kabilelere öğretmenler gönderilmiştir.’20
İlim ve fen aklî seviyeyi geliştirdiği için, İslâm, ilmi bütün Müslümanlara farz kılmıştır, herkesi bununla mükellef tutmuştur. İslâm’da eğitim-öğre- tim bir mecburiyet olarak kabul edilmiştir. Câhilin sorması ve öğrenmesi; alimin öğretmesi ve bildiğini söylemesi görevidir. İslâm’a göre bilenin ilmini esirgemesi ve câhile bildiğini söylememesi (ilmi ketmetmesi) yasaklanmıştır.21
Müslümanlar, İslâm’ın bu ve benzeri emir ve tavsiyelerine uyarak ilme sarılmışlar, ilimlerin her dalında ilerleyerek medeniyete hizmet etmişlerdir. Zâten Kur’an-ı Kerim, birçok vesilelerle Müslümanları akıl ve fikirlerini kullanarak, âlemdeki varlıklar ve olaylar üzerine dikkatlerini çekmektedir. Yerlerden, göklerden, yıldızlardan, yağmurdan, buluttan, rüzgardan, aydan, güneşten, bitkilerden, ağaçlardan, hayvanlardan, denizlerden, karalardan ve daha nice şeylerden bahseden Kur’an-ı Kerim, bunlardan ibret almaları için insanları uyarmaktadır. Bu yönden Müslümanlar, çevresini ve çevresindeki olayları incelemek, onlardan ibret almak hissini duymuşlar, dînî ilimlerde olduğu gibi diğer ilim ve fen dallarında da değerli çalışmalar yapmışlardır. Bir Türk şâiri her çeşit ilmin alınması gerektiğini şöyle ifade eder:
Ulumun cümlesin kesbe hâris ol,
Sakın bir ilimle kalma keselden.
Kamû ezhâra konmağıyla an,
İki cevher verir şem’u aselden,
Birisi bir nurdur verir ziyayı,
Halâs eyler biri nice ilelden.
Yani: Bütün ilimleri öğren, tembellik gösterip biriyle yetinme. Arı, bütün çiçeklere konup bal toplar ve iki cevher verir; biri mum olup ışık saçar, biri de dertlere devâ olan baldır.
Bu mısralarda da ifade edildiği üzere, Müslüman âlimler; arının her çiçekten bal topladığı gibi, her türlü ilimden faydalanmışlar ilim ve medeniyetin ilerlemesinde büyük katkılar sağlamışlardır. Bu hususu gerek doğulu, gerekse batılı düşünür ve yazarlar söylemektedirler. Bunlardan bir iki örnek verelim:
Filip Hitti şöyle der: “Ortaçağın başlarında insanların ilerlemesine Müslümanlar kadar hizmet etmiş başka bir millet yoktur.”
Gustav Le Bon ise; “Arap Medeniyeti” isimli eserinde şu itirafta bulunur: “Avrupa karanlıklar içinde yüzerken, Bağdat ve Kurtuba, medeniyet merkezi idiler ve bunlar bütün âleme ilim ve fen ışıkları saçıyordu.”
Hükümdarlar ilmin gelişmesini sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hâlife Me’mun 820 yıllarında Bağdat’ta “Beytü’l-Hikme” denilen ilim akademisini kurdu. Bu akademi, medeniyete büyük hizmette bulundu. Buna parelel olarak Fatimîler de 1005 yılında Kahire’de Dar’ul-Hikme’yi kurdular. Bu kurumlar, ilim ve fenne unutulmaz yardımda bulundular. İlim meşalesi, Doğunun Batının her yerini aydınlattı. Müslümanlar, aklî ve naklî ilimlerde nice çalışmalar yaptılar; icat ve keşiflerde bulundular. İlim ve fennin her dalında şöhret sahibi oldular. Nitekim kimyada Cabir, İbn-i Hayyam, İbn-i Heysem, Birûni; tıpta Râzi ve İbn-i Sinâ; sosyolojide İbn Haldun; astronomide Ali Kuşçu, Kadı- zâde Rûmî; felsefede Gazâlî, İbn-i Rüşd ve Fâ- râbî bunların başında gelenlerdendir.
Fakat daha sonra ilim ve medeniyet meşalesi el değiştirdi. Batılılar medeniyeti Müslüman- lardan aldılar. Batı, ancak Hıristiyanlığın baskısından ve bilginleri cezalandıran engizisyon mahkemelerinden kurtulduktan sonra uyandı. Ziya Paşa:
Ger Endülüs olmasa ziyâdâr,
Kim Avrupa ’yi ederdi bidâr.
Yani: “Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı kim uyandırırdı?” demekle, Müslümanların Avrupa’ya medeniyet götürdüklerini, bu günkü medeniyete onların ışık tuttuğunu anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi, Müslümanların ilim âlemine çok büyük ve değerli hizmetleri olmuştur. Bu konuda Türklerin payı da çoktur. Bursalı Mehmet Tahir, bu gerçeği şöyle ifade eder:
“İslâm medeniyet ve kültürüne hizmet edenlerin yarısı değilse de üçte birinin mutlak surette Türk olduğu sabittir... Hele Tefsir, Hadis, Tasavvuf, Fıkıh, Kelâm ilimlerinde eser veren değerli zâtların yarısının Türk oldukları meydandadır.”122’
Ancak ne acıdır ki, önceleri mevcut olan bu hamleci ruh, sonraları, aynı aşk ve şevkle devam etmemiş, Müslümanlardan ilim ve teknoloji bayrağını alan Avrupalılar, bayrak yarışında onları geçmişlerdir.
Müslümanlar ise, AvrupalIlarla aralarındaki farkı kapatma yönünde çalışma yerine, tembelliği, cehâleti ve tefrikayı tercih etmişler, böylece aradaki fark iyice açılarak 20. yüz yılda Hıristiyan aleminin kültürel ve teknolojik hâkimiyetine teslim olmuşlardır.
Şu bir gerçektir ki, günümüzde birçok alanda kendinden önce geçen ilim adamlarını aşacak seviyede ilim ve fikir adamları yetişmemektedir.
Yıllar önce millî şâirimiz Mehmet Akif’de bundan yakınır ve mısralarında şöyle der:
Haydi göster bakayım şimdi de İbnü’r- Riişd’ii?
İbn-i Sinâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız; bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru mânâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu Dinin hâlâ,
İhtiyacını kaabil mi telafi, asla
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm ’ı
Kuru dâvâ ile olmaz bu, fakat ilim ister;
O kudrette adam görmüyorum, sen göster.12"
Şu hususu da mutlaka belirtmemiz gerekir ki, İslâm ülkelerinin ilim ve teknikte geri kalmalarının sebebi İslâm Dini değildir. Akla ve onun ürünü olan ilme bu kadar çok değer veren bir dinin mensuplarının cahil ve geri kalmalarını izah için ileri sürecekleri hiçbir makul ve geçerli mazeretleri olamaz. Çünkü ilim ile din arasında ortak noktalar bulunmaktadır. Hatta İslâm’a göre din, ilmin kaynaklarından birisidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm vahyi, ilmi destekleyen, teşvik eden, ona yol gösteren mesajlarla yüklüdür.
Din, Hak din ise, yani hurafe ve bâtıl inançlarla bozulmamış ise, ilim de gerçeğe ulaşmış saf ilim ise, yani bir konuda artık son sözü söylemiş ve aksine ihtimal kalmamış ise, böyle bir din ile böyle bir ilmin çatışması söz konusu değildir. Bilakis bunlar birbirini tamamlayan iki unsurdur. İşte “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür” sözü bu gerçeği dile getirmektedir. Bu tarife uygun yegâne din de İslâm’dır.’24
Yine İslâm’a göre bilginin bir diğer kaynağı akıldır. Din aynı zamanda, kendisine aklı muhatap almaktadır. Dînî sorumluluk akıl iledir. Aklı olmayanın dini olmaz. Aklı olmayan kimsede bilgi de söz konusu değildir. Zira, insan aklı ile insandır, bu nedenle ilmin din ile çatışması, bunların birbirine ters düşmesi düşünülemez.
Ancak, tarihin bazı dönemlerinde ilim-din çatışmasının varlığı da bir vakıadır. Bunun sebebi de, dinin ruhunun iyi anlaşılamamasıdır. Bu konuda yine Mehmet Akif şöyle söyler:
Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış;
Rûh-u İslâm’ı telakkileri gâyet yanlış.
Sanıyorlar ki, terakkiye tahammül edemez;
Asrın âsârı kemâliyle tekâmül edemez
Bilmiyorlar ki, ulûmun ezeli dâyesidir.
Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.
Mündemiç sî ne-i safında bütün insanlık...
Bunu teslim eder insâfı olanlar azıcık.125’
Ferdin ve toplumun gelişmesi için, insanın maddî ve manevî cepheleriyle bir bütün halinde ele alınması ve eğitilmesi gerekmektedir. Kişinin benliğinde bu denge kurulmadığı takdirde, yani sadece bedenî kuvvetler geliştirilip, ruhî kuvvetler ihmal edildiği takdirde, bu tek yönlü ve eksik eğitimden mutaassıp insan yetişir. Ne adına olursa olsun, taassuptan da sadece zarar ve gerilik doğar. İnsanlık tarihinin değişik dönemlerinde bunun acı örneklerini görmek mümkündür. Nitekim ortaçağ Avrupasında müsbet ilmin gelişmesine, din adına engel olunması dînî bir taassubun sonucu idi. Buna mukabil, aklın da, müsbet ilim alanında kazandığı başarılardan dolayı mağrur olarak kafa tutması da, bir taassup oldu.
İşte bu her iki taassup, insanı madde ve manasıyla bir bütün olarak kavrayamayan, onun her iki yönünü birlikte ele alarak doyurup geliştiremeyen, onu tek yönlü ele alıp, diğer yönünü ihmal eden eksik ve yanlış bir insan ve eğitim anlayışının acı meyvesi idi.(26)
Mehmet Âkif, gençliğe “Asını”ın şahsında yol gösterirken, iki kudrete önem verilmesini tavsiye eder ve milletin özellikle yetişmekte olan nesillerine bu yönde rehberliğin önemine işaret eder. Bunlar marifet (ilim, bilgi, teknik, sanat, her konuda ustalık ve hüner) ve fazilet (iyi huy iyi ahlâk ve yüksek meziyetler, tutarlı kişilik) tir. Çünkü marifet, halkın refah seviyesini yükseltecek, bütün imkanların, memleketin hayrını ve kalkınmasını temin edecek, fazilet ise bunu tamamlayacaktır.27
Mehmet Akif bu gerçeği mısralarında şöyle dile getirir:
Çünkü milletlerin ikbâli için evlâdım,
Ma’rifet bir de fazilet... iki kudret lâzım
Ma ’rifet ilkin ahâliye saâdet verecek
Bütün esbabı taşır; sonra fazilet gelerek,
O birikmiş duran esbabı alır, memleketin,
Hayr-ı ilâsına tahsis ile sarfetmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir millette eğer,
Tek faziletle teâli edemez, zafa düşer.<28)
Burada da ifade edildiği gibi; eğer bir millette ilim yok ise, ilmin ve tekniğin öğretimi yeterince yapılmıyorsa, o millet sadece fazilet (iyi ahlâk) ile yükselemez, zayıf düşer. Böyle bir milletin fertleri belki iyi insanlar olabilirler, fakat ilim ve teknikten mahrum olmaları halinde onların bu iyiliği; değişen ve gelişen şartlara uyumda bir fayda sağlamaz.
Bir de bunun aksi olabilir; bir millette ilim ve teknik öğretim yeterince olur, fakat ahlâk eğitimi olmaz ise, işte bu hal o millet için ölçülemeyecek kadar büyük felakettir. Yalnız başına maddî ilimlere ve onun öğretimine dayanarak milletlerin yükselişi ve mutluluğu sağlanamaz. Yine Mehmet Âkif bu konuda şöyle der:
Ma’rifetfarz edelim, var da, fazilet mefkûd,
Bir felaket ki, cemaatler için nâmahdûd.
Beşerin ruhunu tesmim edecek karha budur;
Ne nıushibettir o, tâûnlara rahmet okutur!<29)
Dünyanın gelişmiş ülkeleri hangi ölçüde bir müsbet ilim ve teknik öğretim yapıyorsa o seviyede bir öğretim yapılmalıdır. Bunun yanı sıra fazilet ve ahlâkî davranışlar, dinimizin getirdiği değerlerden alınarak eğitimle, yetişmekte olan nesillere kazandırılmalıdır.
İşte böyle bir anlayışın sonunda, bilgili ve faziletli gençler yetişecektir. Bu gençlerin omuzunda ülkemiz her alanda kalkınacaktır.
Yazımı, Mehmet Akif’in şu mısralarıyla bitirmek istiyorum:
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki; bu millette fazilet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübarek suyu var, hiç kurumaz, “din-i mübin ”
Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbin...
Bu cihetten, hani hiç yılmasın, oğlum, gözünüz.
Sadece Garb ’in yalnız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber gece gündüz, didinin;
Giden üçyüz senelik ilmi sık elden edinin!
Fen diyarında sızan nâmiitenahi pınarı,
Hem için, hem getirin yurda nâfi suları.
Aynı nıenbaları ihyâ için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.

1- Alâk, 1-5.
2- Mehmet Tütüncü, Kur’an ve Hadislerde Eğitim Esasları, Diyanet İlmi Dergi, c. 20, sayı: 4, s. 41.
3- Mücadele, 11.
4- Zümer, 9.
5- Fatır, 28.
6- Ankebût, 43.
7- Buhârî, İlim, 10.
8- İbn-i Abdilber, Cami’u Beyani’l-İlm, s. 33.
9- A.g.e., s.126.
10- tbn-i Mâce, c.l, s. 81, Hadis No: 224.
11- İbn-i Mâce, c. 2, s. 1395, Hadis No: 4169.
12- Buhârî, İlim, 26.
13- Buhârî, İlim, 9.
14- Tirmizî, Tefsir, 1.
15- Buhârî, İlim, 10.
16- İbn-i Mâce, Mukaddime, 17.
17- Dârimî, Mukaddime, 25.
18- Buhârî, İcare, 16.
19- Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, T. D. V, Yayını, Ankara, 1989, s. 150-151.
20- Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Muhammed Hami- dullah, İslâm Peygamberi, trc. M. Said Mutlu, İst, 1966, c.l, s. 100 vd.
21- Bakara, 146; Âli İmrân, 187: Nisa, 37.
22- Osman Keskioğlu, İslâm’da Eğitim ve Öğretim, D.İ.B. yayını, Ankara, 1987, s. 5-8,10.
23- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İst. 1975, s. 418.
24- Dr. Ahmet Gürtaş, (merhum) Atatürk ve Din Eğitimi, Basılmamış Doktora tezi, Konya, 1993, s. 143.
25- Ersoy, a.g.e., s. 185-186.
26- Gürtaş, a.g.e., s. 13-14.
27- Yard. Doç. Dr. Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi, D.İ.B. yayını, Ankara, 1988, s. 51.
28- Ersoy, a.g.e., s. 442.
29- Ersoy, a.g.e., s. 442.
30- Ersoy, a.g.e., s. 443.