Makale

MEDENİYET VE KÜLTÜR

MEDENİYET VE KÜLTÜR

MEHMET ŞEKER

Medeniyet kelimesinin aslı Arapç’adır. Fakat bugün Arapça’da Medeniyyat manasında “el-Hadare” kelimesi kullanılmaktadır. Bu iki kelimenin manası birbirine eşittir.

Arapça’daki “Medeniyye kelimesi “el-Medîne”den türemiştir. El-Mediîne şehir demektir. El-Medeniyye ise “şehirli, şehrin adamı” manalarında kullanılmaktadır.

İkinci Arapça kelime olan “el- Hadare” ise “el-Hadar”dan alınmıştır. Araplara göre “el-Hadar” kelimesi, Bedevîliğin yani ilkelliğin zıddıdır.(*)

(*) el-Müncid, el-Arabî Mecmuası: Sayı 187.

Avrupa dillerinde de medeniyet manasında kullanılan kelime, Civilisation’dur. İngilizce ve Fransızca’da kullanılan Civilisation medeniyetin yerini tutmaktadır. Almanca’da da buna benzer bir kelime kullanılmaktadır. Bu kelime Latince Civil’den türetilmiştir. Ki, şehir ve şehirli manasına gelmektedir.

Civilisation, 1756’da Fransa’da doğmuş bir kelimedir. 18. asrın hiçbir büyük sözlüğünde veya ansiklopedisinde rastlanmamaktadır. Fransız akademinin lügatının 1798’de yapılan üçüncü baskısında kelimeyi “Medenîleştirme eylemi yahut medenî olma durumu” manasında tarif eder. Bu farif sonraları tekrar edilmiştir.

Ancak 1890’da Civilisation’un manası değişik bir anlam kazanmıştır. “İnsanlığın ahlakça, fikirce ve içtimâi hayatça ilerlemesi.”(1)

Buradan anlaşıldığına göre ilkel yaşayıştan kurtularak toplu yaşayışı benimseyen insan grupları medeniyyet dairesi içine girmiş olarak kabul edilmişlerdir.

SOSYAL HAYAT AÇISINDAN MEDENİYET

İbn-i Haldun’a göre; “Göçebbelik şehirlerin ve medenî, hayatın altıdır ve bütün insanların yerleşik hayat yaşamadan ünce yaşadıkları ve geçirdikleri bir devredir. (2) Zîrâ kişi zarurî olan ihtiyaçlarını temin ettikten sonra hayatta genişliği istemekte ve aramaya başlamaktadır. İbn-i Haldun, göçebeliğin şehrin ve medenî yaşayışın asıl ve temeli olduğunu göstermek için; “Şehir ahalisinin çoğunun o şehrin etrafından gelen göçebe ve köy ahalisinden olmasını” delil olarak belirtmektedir. (3)

Görülüyor ki medeniyyet toplu yaşayışla gerçekleşmektedir. Zaten “İçtimâi hayat insanlar için bir zarurettir. Filozoflar bunu: “İnsan tab’an medenidir” ibaresiyle anlatırlar. Yani insan için içtimâi hayat; yaşamak, tabiî bir ihtiyaçtır derler. Filozoflar kendi ıstılahlarınca, böylece bir arada toplanarak yaşanan yere “Medîne” adını verirler. UMRAN’ın manası da budur.(4)

Umran; bir kavmin yaptıklarının ve vücûda getirdiklerinin tamamı, bütünü, içtimâi ve dinî düzen, âdetler ve inançlardır. “Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelimedir. Avrupa’nın hiçbir zaman ve hiç bir kelimesiyle ifade edilemeyen bir bütün, tarihî inkişafın muharrik kuvveti: Asabiyet, yani içtimâî tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: Bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Hadereyetin de çeşitli merhaleleri vardır.(5)

Ahmet Ağaoğlu sosyal hayat açısından medeniyeti şöyle tarif ediyor: “Medeniyet demek “hayat tarzı” demektir. Yalnız hayat kavramını en geniş ve şumullü bir manada almalıdır. Hayatın bütün tecellilerini, maddi ve manevi bütün olaylarını o kavram içine koymalıdır. O halde medeniyet, düşünce ve tecessüs tarzından başlayarak giyiniş şekline kadar hayatın bütün olaylarını içine alır.”(6)

Ziya Gökalp de medeniyeti, İbn-i Haldun’a yakın bir tarifle ifade eder: “Bazılarına göre, medenîlik ve mütemeddinlik “medeniyet halınde olmak” demektir. Etnoğrafya araştırmaları, bedevîlerde hatta vahşilerde, kendilerine mahsus bir medeniyet olduğunu meydana koydu. Mütemeddinlik ve medenîlikse, tekâmül etmiş milletlere mahsustur.”(7)

Ahmet Rıfat “Tasvir-i Ahlak” adlı ahlak sözlüğünde medeniyete şu manayı vermektedir: “Zanaat ve sanatın gelişmesi, ticaret, maarif ve bütün güzel duyguların terakkisi, nizam ve intizamın meydana çıkarıp kararlı bir ortama bürünmesi gibi hayatın, her sahasını içine alan bir kelimedir ki güzel ahlaktan doğar.” Medeniyetin güzel ahlaktan yoksun olamayacağını belirten müellif; “medeniyeti yalnız maddi ilerlemeye dayandıranlar onun yüce gayelerini takdir edememişlerdir. Şüphe yok ki medeniyet birinci derecede manevi ilerlemeye ve güzel ahlaka hizmet eder” demektedir.(8)

Buraya kadar verdiğimiz tarif ve açıklamalardan anlaşıldığına göre her insan topluluğunun, az veya çok zengin, kendine göre bir medeniyeti vardır. Bu anlayışa göre, medeniyetin günümüzde kazandığı mana ve kültür ile medeniyet arasındaki yakınlığa geçmeden önce medeniyetin bizdeki tarihçesine bir göz atalım:

Rejit Paşa Fransa’da görevli iken (1834) yazdığı resmî yazılarında Civilisation kelimesini “terbiye-i nâs ve icriy-î nizâmât” olarak Türkçemize çevirir. Daha sonra bu kelime Osmanlıca’ya medeniyet olarak geçer. Devrin yazarları bu kelimeyi değişik manalarda kullanırlar.

Tarihçi Cevdet Paşa medeniyet kelimesine İbn-i Haldun’a yakın bir anlam vererek kullanır. Ve bu kelimeyi “İhtiyâcat-ı beşeriyeyi tahsil, kemâlât-ı insaniyeyi tekmil” şeklinde tarif eder. Buna göre medeniyetin iki ana unsuru olduğu fikri odaya çıkar: Beşeri ihtiyaçların -ister maddi, ister manevî ihtiyaç olsun-giderilmesi ve ahlak, zekâ ve ruh bakımlarından olgunlaşması(9)...

MEDENİYETİN GÜNÜMÜZDE KAZANDIĞI MANA

Birçok kavram ve kelime gibi medeniyet kelimesi de değişik tariflere konu olmuştur. Bazı yazarlara göre medeniyet kelimesinin yirmi çeşit tarifi vardır.(10)

Bizde Meydan-Larousse Medeniyeti şöyle tanımlar: “Bir memleketin veya bir toplumun düşünce ve sanat hayatiyle maddi ve manevi varlığına has niteliklerin tümü”(11)

Dr. Albert Schweitzer medeniyeti, fertlerin veya toplumun maddi ve manevi ilerl mesi tarzında anlamaktadır. Ayrıca herkes için uygun yaşama şartlarının sağlanması, hem kendi için hem de insanların manevi ve ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını medeniyetin gayesi olarak ifadelendirmektedir.(12)

Bir başka batılı yazar; “kabul edilegelmiş örf ve adetlere göre bir arada yaşayan” insan­ların medenî sayılabileceklerini ifade etmektedir. Ancak, 150 yıl içinde bu kelimenin farklı bir mana kazandığına işaret ederek medeniyet kelimesini millî tefekkür ve teknik tekâmülün yanında sosyal refaha mal etmektedir.(13)

Başka bir görüşe göre de “Halk, medeniyetini kendinde taşır ve kendisiyle götürür. Medeniyet yayıldığı zaman insanlığın ortak mirasını zenginleştirir. Kendi üzerine kapanırsa, hiçbir şey vermez, hiçbir şey de almazsa olduğu yerde gelişmden kalır.

Tarih ilmi, diğer ilimlerin de yardımıyla yakın veya uzak geçmişi araştırmaa metotlarını geliştirdikçe çeşitli medeniyetler arasındaki derin bağlılık daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şu halde, Paleolitik devirden sanayi devrimine kadar bin yıllar boyunca medeniyetler arasındaki farklılaşma gittikçe arttığına göre, medeniyetler tarihini tek yanlı açıklamaya bağlamak boşuna ve verimsiz bir çaba olur. Fakat şunu da belirtelim ki ulaştırma araçlarının hızlanması, düşünce ve sanatı yayma vasıtalarının artması, teknik ilerlemenin gitgide bütün yeryüzüne yayılması, bugünkü medeniyetlerin tek bir medeniyet hâlinde birleşmeye doğru gittiği fikrini benimseyenlerin sayısını günden güne artırmaktadır.

Ne var ki böyle bir “dünya medeniyeti”nin doğmak üzere olduğuna inananlar, millî ge­leneklerin, dil ayrılıklarının, ekonomik, sosyal yapılar ve dinî duygular yüzünden beliren farklılaşmaların ne kadar büyük bir engel olduğunu hesaba katmalıdır. (14)

KÜLTÜR VE MEDENİYET

Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız Medeniyet kelimesine eş, hatta onunla içiçe, zaman zaman aynı manaya kullanılan bir kelime vardır: Kültür...

Kısaca, tarihi seyrine göz atalım; Avrupa Latin dünyasının Civilisation’una karşılık Almanlar “Cultur”u benimserler ve uzun müddet kullanırlar. Bu kelimeyi İngilizce’ye sokan Tylor (1871) medeniyetle kültürü şöyle ifadelendirir. “İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı diğer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür.(15)

Fransız Ansiklopedisi’nin yirminci cildinin 5. bölümünde Braudel’in yazdığı “oluşan dünya” maddesinde şunları okuyoruz: “1800’lere kadar kültürün irabda mahalli yok. Sonra iki kelime rekabet hâlindedir. Arada bir karıştırılırlar. Yahut biri tercih edilir. Yani Medeniyet Tarihi ita Kültür Tarihi aynı |şey sayılır umumiyetle...

Kültür ile medeniyet aşağı yukarı aynı tarihlerde doğar Fransa’da… Kültür, Almanya’dan Fransa’ya yeni bir cazibe, yeni bir mana ile avdet eder...

“Tonnıet’le Weber için medeniyet amelî hatta nazarî bilgiler bütünü, kısaca insanın tabiata söz geçirmesini sağlayan bütün -fert dışı- vasıtalar. Kültür ise değerler, mefkûreler, normatif prensipler belirtir.

“1951’de Alman tarihçisi W. Mommsen diyor ki: “Medeniyetin kültürü, tekniğin insanı yok etmemesine çalışmak hepimizin görevidir.”

“Kültürle medeniyet dünyanın çeşitli düşünceleri, çeşitli zevkleri arasında ülkeden ülkeye yuvarlanıp durmuşlar, binbir kılığa bürünmüşler. Yaşayan her kelime değişir, değişmelidir de. Amerika’nın en tanınmış antropologlarından, Kroeber ile Klukhohn, kültürün –şimdilik- 161 tarifini tasbit etmişler.” (16)

Bizde de kültüre önceleri hars karşılığı verilmiş. Fakat hars yerleşmeye yüz tutmadan Fransa’dan adapte ederek kültürü benimsemişiz. Bazı yazarlarımız kültür manasına “İrfan”ı kullanıyorlar.

Görülüyor ki medeniyet ve kültürün şimdiye kadar çok çeşitli tarifleri yapılmıştır. Fakat bunlar arasında bulunabilecek bir ortak görüşe göre kültür: İlim, iman, san’at, ahlak, örf ve âdetler -ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması itibariyle- kazandığı itiyatlar, alışkanlıklar, davranışlar ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür. Veya başka bir ifade ile kültür, halkın yaşama farzı; nesilden nesile intikal ettirdiği mefahiridir.

Buna göre kültür, tavırlardan, davranış tarzlarına, örf ve âdetlerden, iman ve tefekkür­den, kıymet hükümlerinden, tesisler ve teşkilattan mürekkep bir sistem olup tarihî bir netice ve mahsûl olarak mazinin mirası şeklinde teşekkül etmiştir. Belli, iman, örf, âdet ve geleneklere bağlı bir cemiyet içinde ve-bu cemiyeti medeni teçhizatı ve medeni vasıtaları ile karşılıklı tesirler neticesinde meydana çıkmış ve bütün akla gelebilecek unsurlarının birbirine kaynaşması sayesinde ahenkli bir bütün hâline gelmiştir.

Medeniyet ise kültürü meydana getiren ve yukarıda sayılan unsurların ortaya koyduğu bilgi ve teşkilat, vasıtalarına veya başka bir ifade ile teknik vasıtalarına sahip olmayı ifade eder. Yani kültür, bir hayat tavrı ve tarzı ise medeniyet de bu tavır ve tarzı bilme ve yapabilme demektir. Bu da insanın hayatı üzerindeki müessir şartları kontrol maksadıyla sarf ettiği gayretler sonunda meydana getirdiği mekanizma ve teşkilat demektir. Ayrıca, ilim, sanat, edebiyat gibi medeniyetin neticesi olarak görülen unsurları doğuran şey, manevi değerler manzumeşi dediğimiz kültürlerdir.

Buraya kadar yaptığımız izahlardan çıkarabileceğimiz neticeler şunlar olabilir: Önce, medeniyet, çeşitli milletlerin müştereken yaşamak suretiyle meydana getirdikleri bir değerdir. Bu sebepten belli bir nizama ve o nizamı meydana getiren fertlerin |şahsi iradelerine bağlı içtimai, tarihi hadiselerin bütünüdür.

Mesela, dini ve lâdinî ilimler, bilgiler, ahlak kaideleri, hukuk, san’at, iktisat, teknik ve dil ilimleri ve bunlar hakkındaki çalışmalar hep fertlerin irâdî gayretleri ile vücuda getirilmiştir. Bunların doğmasına etas âmil; din, ilim, sanat, örf, âdet, ahlak ve badiî görüşler ile milletin kendi harsî özelliklerinden, müşterek imandan doğan tabii unsurlar, medeni husû siyet dediğimiz kültürdür. (17)

(1) Meriç, C., Ümrandan Uygarlığa, 352/17.

(2) İbni Haldun, Mukaddime, I. 307-308.

(3) İbni Haldu,. Aynı eser, I. 308.

(4) İbn-i Haldun, Aynı eser, I. 100.

(5) Meriç, Cemil: Aynı eser, 85.

(6) Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, 3-4.

(7) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, I. 9.

(8) Ahmet Rifat, Tasvir-i Ahlak. 219.

(9) Meriç, Cemil; Aynı eser, 84.

(10) Aynı eser, 95.

(11) Meydan-Larausse, C. 8, s. 505.

(12) Schweitzer, Dr. Albert, Uygarlık ve Barış, 101.

(13) B. CIousu, Shepard, Uygarlık Tarihi, 7.

(14) Meydan-Larausse, C. 8, s: 506.

(15) Meriç, C., Aynı eser, 83.

(16) Meriç, C., Aynı eser, 92-99, 352-353.

(17) Daha fazla bilgi için Prof. Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri” adlı eserinin 35-55 sayfalarına bakınız.

DE Kİ: EY KİTAP EHLİ! ANCAK ALLAH’A KULLUK ETMENİZ, O’NA BİR ŞEYİ ORTAK KOŞMAMAK, ALLAH’I BIRAKIP BİRBİRİMİZİ RAB OLARAK BENİMSEMEMEK ÜZERE, BİZİMLE SİZİN ARANIZDA MÜŞTEREK BİR SÖZE GELİN. EĞER YÜZ ÇEVİRİRLERSE: “BİZİM MÜSLÜMAN OLDUĞUMUZA ŞAHİT OLUN” DEYİN.

(Al-i İmran: 64)