Makale

GERÇEK MÜ’MİN OLABİLMEK

MUSA KAVGACI
Develi imam Hatip Okulu Öğretmeni

GERÇEK MÜ’MİN OLABİLMEK

İnsan...

Duyan, düşünen, konuşan, ve en güzel biçimde anlaşan varlık. Akıl ona verilmiş. Peygamberler ona gönderilmiş. Kitaplar ona indi­rilmiş. Ve teklif ona edilmiş; kül­fet nimete göre yükletilmiş...

Hasbe-l-beşer biz da düşün­meden edemiyoruz. Düşüncelerin bazısı duygulandırıyor da. İş duy­gulanma dönemine kavuşunca ko­nuşmak da istiyor insan, anlatmak ve anlaşmak için...

Mesela açıyoruz Kitab-ı Mutlak’ı ve okuyoruz hitabını:

" EY İNANANLAR! ALLAH’A VE PEYGAMBERİNE İTAAT EDİN, KUR’AN’I DİNLEYİP DURURKEN

"ALLAH, İÇİNİZDEN İNANIP YARARLI İŞ İŞLEYENLERE, ONLARDAN ÖNCEKİLERİ HALEF KILDIĞI GİBİ, ONLARI DA YERYÜZÜNE HALEF KILACAĞINA, ONLAR İÇİN BEĞENDİĞİ DİNİ TEMELLİ YERLEŞTİRECEĞİNE, KORKULARIN! GÜVENE ÇEVİRECEĞİNE DAİR SÖZ VERMİŞTİR. ÇÜNKÜ ONLAR BANA KULLUK EDER, HİÇBİR ŞEYİ BANA ORTAK KOŞMAZLAR. BUNDAN SONRA İNKÂR EDEN KİMSELER, İŞTE ONLAR, ARTIK YOLDAN ÇIKMIŞ OLANLARDIR." * ’

"EY İNANANLAR! SİZ ALLÂH’IN DÎNİNE YARDIM EDERSENİZ, O DA SİZE YARDIM EDER, SEVABINIZI ARTIRIR,"

YÜZ ÇEVİRMEYİN, DİNLEMEDİKLE­Rİ HALDE "DİNLEDİK" DİYENLER GİBİ OLMAYIN. ALLAH KATINDA, YERYÜZÜNDEKİ CANLILARIN EN KÖTÜSÜ, GERÇEĞİ AKLETMEYEN SAĞIRLAR VE, DİLSİZLERDİR’1

Ve düşünüyoruz... "Yeryüzün­deki canlıların en kötüsü, gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerden olmamak için düşünüyor ve dönerek vicdanımıza soruyoruz;

Allâh’a (c.c.) ve Peygamberi­ne (s.a.v.), gerçekten, itaat ediyor muyuz?

Kutlu Kur’ân’a uyuyor, hitabı­nı duyuyor, prensiplerini uyguluyor muyuz?

Yoksa "Dinlemedikleri halde "dinledik" diyenler gibi’’ mi olu­yor, Kitab ve Sünnetten yüz mü çe­viriyoruz?

Sonra şahsi, ailevi, içtimai, mil­li, manevi, iktisadi, ticari, sınai, ahvalimize bakıyoruz.. Panoramada şu soruların çizdiği hazin tablo be­lirmiyor mu?

Yirminci asrın son çeyreğini ya­şamağa başladığımız şu günlerde; fertlerde refah ve saadet, cemiyet­lerde istikrar ve huzur var mı?

Yoksa niçin?

RUHSAL DENGEDE BOZUKLUK:

Hayatının en verimli devresini yaşayan binlerce, milyonlarca insan, her türlü maddi imkâna sahip olma­sına rağmen bedbin ve bezgin, şaş­kın ve taşkın; niçin?

Zhinler karışık, alınlar kırışık, yüzler buruşuk; niçin?

Gözler puslu, kalpler paslı, gönüllar yaslı; niçin?

AİLEDE BOZUKLUK:

Ne aile reisinde güzel idare, ne de fertlerinde hüsn-i müdare kal­mış; niçin?

Erkek hanımına karşı kaba ve sert, hanım erkeğine en büyük dert; niçin?

Ebeveynin evlâda şefkat ve merhameti, çocukların anne babala­ra itaat ve hürmeti yok; niçin?

Ailede erkek kadın, büyük kü­çük belirsiz; birbirlerine karşı lâkayt ve hissiz; niçin?,,

CEMİYETTE FESAT:

Sevgi yok, bağlılık yok; an­laşma, kaynaşma yok; yanaşmak, yardımlaşmak yok; yok, yok, yok... Ama ayrılık, aykırılık çok; hem de çok üstüne çok... Değil mahalledekiler, aynı apartmanda hatta aynı kattakilerin bile birbirlerinden ha­berleri yok; niçin?

Caddeler, sokaklar dolup taş­makta, rezalet diz boyunu aşmakta­dır; niçin?

Yürüyüşler başka, duruşlar baş­ka; oturuş, kalkışlar başka; zevk­ler başka, şekiller başka; fikirler, zikirler başka; asiller, nesiller baş­ka olmuş. Her taraf başkalıklarla dolmuş. Diyarı hep başkalar almış; Din köşede îman düşte kalmış; ni­çin?

Herkesin ağzında ayrı bîr te­kerleme, herkesin ağzında ayrı bir sakız; aynı fikrin müdafaasını yap­tığım iddia edenler dahi birbirleri ile çekişme ve didişme halindedirler; niçin?..

Servetler, şöhretler, mevkiler ve makamlar zulme alet edilmekte; zayıflar insafsızca ezilmektedir; ni­çin?,.

Alın, toplayın insanların emeli­ni, amelini, davranışını; sıkın avu­cunuzda; damla damla kin, damla damla haset, damla damla hile, dam­la damla husûmet akar avucunuz­dan; niçin?

Şefkatin yerini şiddet, merha­metin yerini hiddet işgal etmiş;

İyiliği emretmek suç, kötülük­ten menetmek güç; kötülüğü yay­maya, iyiliği kovmaya medeniyyet denilmiş; niçin?

Kitleler, kitleler, kitleler gö­rüyoruz-, geçmişinin habersiz, ha­linde kararsız, geleceğinden endi­şesiz kitleler, uyurgezerler, ava­reler... Nereden, niçin geldiğini; ne­reye, nasıl gittiğini bilmeyen, bil­mek İstemeyen, düşünmeyen, düşünemeyen zümreler, güruhlar, bîçâ­reler... Elele, dirsek dirseğe, omuz omuza, yarışırcasına gidiyorlar uçu­ruma; niçin?,,

MİLLİ RUHTA FESAT:

Millet dalga dalga, müslüman bölük bölük olmuş,. Memleket sat­hında çeşitli fikirler, çeşitli inanç­lar, çeşilli cereyanlar at koşturmak­ta; gayeler değişik, idealler karı­şık. Millet, milletçe ne yapmak lâ­zım geldiği hususunda toplu ve ka­rarlı bir fikre sahip değil; niçin?

Ecdada sövmek meziyet, gele­neklerimizle alay etmek ’’aydınlık" kabul edilmiş; körükörüne taklitçi­liğin, kozmopolitliğin ismi "mede­niyet" olmuş niçin?

Dünyanın en güzel folkloruna sahip olmamıza rağmen başkaları­nın cazını müziğini tercih ediyor, nesli ifsat etmek için yarışma ter­tipleyen hainleri bilerek veya gaf­letle destekliyoruz; niçin?

Avrupa medeniyeti diye koku­yor; fakat ilmi tekniği, gayreti ve fazîleti yerine, bizzat Avrupa’nın kendi bünyesinden atmaca çalıştı­ğı cehalet, atalet, sefahat ve her türlü rezâletini getiriyor, kabulle­niyoruz; niçin?

TİCARET VE SANAT AHLÂKIN­DA BOZUKLUK:

Tüccarımızın dürüstlüğünden, zenaatkarımızın ehliyetinden emin değiliz; niçin?

Bakkala, kasaba, manava, attara, pazara, mağazaya adım atarken aldatılma endişesine kapılmaktan kendimizi alamıyor, içeriye gü­venle dalamıyoruz; nîçîn?

Yerli sanayiimizin gelişmesini can-u-gönülden arzuladığımız hal­de hâlâ ithal malını tercih etmek mecburiyetinde kalıyoruz; niçin?..

Çalmak, çarpmak işbirliği; ya­lan söylemek, aldatmak gözaçıklık zannedilmektedir; niçin?

Mal yığmak, zengin olmak, lüks içinde yaşamak uğruna haram helâl, meşru, gayr-i meşru ayırt edilmemekte; herkes fırsatı gani­met bilmektedir; niçin?

Rüşvet, iltimas ve suistimaller kanunlar ve gayretlere rağ­men devam edebilmektedir; niçin?.

MANEVİYATTA FESAT;

Camiye geliyor huzur bulamı­yor, namaz kılıyor zevk alamıyo­ruz; niçin? Oruç tutuyor ama ıslâh olmuyor; Hacca gidiyor fakat riyâdan kurtulamıyoruz; niçin?..

Dünyaya dört elle sarılıyor; âhirete gelince daralıyor, darılıyoruz; niçin?

Hayatı seviyor ve övüyor; ö­lüm anılınca sırt dönüyor, dövünü­yoruz; niçin?..

Dünyalık azığımızın üstüne azık yığıyor, kat üstüne kat koyuyor; ama ahiretîmîz için rızık ayırmı­yor, köşkler hazırlamıyoruz; niçin?..

Dünya hayatının kısa ve fer­siz, ahiretin ebedî ve eşsiz olduğu­nu biliyor; fakat kısayı sonsuza, de­ğersizi eşsize tercih ediyoruz; ni­çin?..

Allâh’ın (c.c.) verdiğini yiyor, ihsan ettiğini giyiyor; ama sayısız nimetlerine karşı şükür yerine kü­für ediyoruz (küfran-ı nimette bu­lunuyoruz); niçin?..

Başka milletler ilimde, fende, teknikte ve maddî medeniyette dev adımlarla ilerlerken, biz hala kap­lumbağa hızını aşamıyoruz; niçin?..

Evet; niçin eller aya giderken biz hâlâ yayayız?..

Yirminci asrın son çeyreğini yaşamakta olduğumuz şu günlerde, yurdumuz bu ve benzeri yüzlerce niçinlerin beşiği oldu niçin?

Neyimiz eksikti de yoklar, yok­sullar, menfînin her yönünde çok­luklar ülkesi oldu yurdumuz?

Bu dertlerin ferdîsinden içti­maîsine, ruhîsinden maddîsine, sınaîsineden ticarî ve iktisadîsine, alt yapısından üst yapısına kadar hangisinin tedavisi mümkün değil­di? Hangisinin devâsı, mütehassısı eksikti, yoktu?.. Doktorumuz mu yoktu? Mühendisimiz mi yoktu? Psikoloğumuz, sosyoloğumuz mu yoktu?.. Hukukçumuz mu yoktu? İktisatçımız mı yoktu? Öğretmeni­miz, profesörümüz mü yoktu?

"Yoktu" diyebilir miyiz? Var­dı imkânımız nîsbetinde., hâlen de var. Yetişiyor da... Hem okadar ye­tişiyor ki ihraç ediyoruz. Belki de dünyada en çok beyin İhraç eden ülke bizimki. Buna rağmen dertler ülkesi olmaktan kurtulamıyor, her­kese eleman yetiştirdiğimiz halde kendimizi tedaviden âciz kalıyoruz niçin?

Şimdi düşünelim: su sayılan şikayetler de mübalağa bulunduğunu iddia etmemiz mümkün müdür? Ve, babasından evlâdına, erkeğinden hanımına, haklısından suçlusuna, savcısından sanığına, patronundan işçisine, âmirinden memuruna, tüc­carından iktisatçısına, üreticisinden tüketicisine, ustasından çırağına, aliminden avamına, sosyologundan psikoloğuna, yazarından okuruna, çizerinden seyircisine... kadar; su sızılardan şikâyet etmeyeni var mı­dır? .

Herkes ve hepimiz şikâyetçi de­ğil miyiz?

Madem ki şikâyetçiyiz o halde sıhhatli değiliz; hastayız...

Evet... Şikâyetleri sıralamak ve saymakta, hastalıklarımızı haykır­makta başkaları ile beraberiz; an­cak dertlerin isminde, mikrobunu teşhiste ve tedavide yollarımız ay­rılmaktadır.

Şimdiye kadar herkes kendi sa­hasında teşhisler koydu. Tedavi yollarını ilân etti. Yazılan reçeteler de titizlikle uygulandı fakat dertlerimiz gitmedi, hastalıklarımız bit­medi. Acılarımız dinmedi. Harare­timiz inmedi, ateşimiz sönmedi, "Devadır1 diye sunulanlar dert ol­du. "Dermandır’ denilenfer mürd oldu. Yangın bacayı sardı. Arttı ek­silmedi. Bitmek yok olmak nedir bilmedi. Bize olanlar oldu ve duru­mumuz bugünkü hale geldi. Ziya Paşa’nm Terkîb-i Bend’inde dile ge­tirdiği gibi:

Eyvah bu bahçede bizler yine

yandık,

Zîra ki ziyan ortada, bilmem ne

kazandık

Bil İlleti kıl sonra müdavele3

Tasaddî 4

Her merhemi her yareye merhem mi sanırsın5

TEŞHİSE DOĞRU [MUAYENE)

Biz böyle değildik. Her sahada, müsbet yönde, en önde giderdik. Madde ve manası, dünya ve ukbası, fert ve cemiyeti, devlet ve mil­leti, servet ve saltanatı, hak ve adaleti, ilim ve medeniyeti, nezaket ve maneviyatıyle muazzam, müba­rek, mübeccel bir kitle idik. O devrelerimizi anlatan tarih ciltlerini hayranlıkla süzüveriyoruz. Kitabı kapayıp yaşadığımız günlere dö­nünce de üzülüyor, garip garip sü­zülüyor ve utancımızdan büzülü­yoruz.

Yıl: 1235. "Kayılar, Ankara ci­varına gelmişlerdir. Sultan Alâeddin’in emriyle, uc’a yerleştirilmiş ve bugünkü Eskişehir-Bilecik-Kütahya vilâyetlerinin sınırlarının birleştiği topraklar, kendilerine "yurt" veril­miştir, Demek Osmanlılar, 1235 ci­varında bu bölgeye gelmişlerdir. 1281’de Ertuğrul Gazi öldüğü za­man Osmanoğulları’nın elinde 4.800km2 den fazla toprak olmadığı ve bu toprağın bir kısmının Ertuğrul Bey tarafından fethedilmiş bulunduğu hatırlanırsa, bu sıralarda ken­dilerine verilen "yurt’ un yani ma­likânenin 1.000 km2, en iyimser tah­mine göre 2.000 km2’den fazla top­rak olmadığı ortaya çıkar"6

Yıl: 1453.. "1453’te yeryüzündeki devletlerin 18’inin "büyük dev­let" vasfı gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu 18 devleti de güç, kudret ehem­miyet derecelerine göre şu şekilde sıralayabiliriz:

Türkiye İmparatorluğu (Büyük Türk Hakanlığı)

Türkistan İmparatorluğu {Doğu Türk Hakanlığı)

Mısır İmparatorluğu (Memluk Sultanlığı)

Çirt İmparatorluğu

İran İmparatorluğu (Karako- koyuntu Sultanlığı)

Hindistan imparatorluğu (Del­hi Sultanlığı)

Altınordu İmparatorluğu (Do­ğu Avrupa Türk Hakanlığı)

Güney Hindistan İmparatorluğu (Dekkan Sultanlığı)

Fas İmparatorluğu (Mağrlb Sul­tanlığı)

Almanya İmparatorluğu

Macaristan Kırallığı

Venedik Cumhuriyeti

İngiltere Kırallığı

Fransa Kırallığı

Lehistan Kıratlığı

Napoli Kırallığı

Aragon Krallığı

Ceneviz Cumhuriyet)

Napoli (Güney İtalya) ve Ara­gon (Katalonya) kırallıkları, bü­yük devletlerin en zayıfları idiler. Ceneviz Cumhuriyeti, 1453 mayı­sında, boğazlarda Türk hakimiyeti, Galata’nın Türkler’in eline düşme­si ve Türkler’in izni olmadan Ce­neviz gemilerinin Karadeniz müs­temlekelerine geçememesi gibi sebeplerle, büyük devletler ara­sından ebediyen silinmiştir.

Avrupa büyük devletlerinin hepsi, her bakımdan Asya’nın Müs­lüman Türk imparatorluklarından ge­ri ve zayıftı"7

Osmanlı Devleti daha bu tarih­ten 6 yıl önce, "1447 Arnavutluk Sefer-I Hümayunu"nun zaferle so­nuçlandığı devrede dünyanın bi­rinci devleti olmuştur.

1235’te İlhanlılara vergi öde­mekle yükümlü, 1.000 km2 toprağa, 400 çadır, yani kadınlı erkekli en çok 4.000 kişilik nüfusa sahip bir aşiretten, iki asır içinde, dünyanın, her bakımdan 1 numaralı devleti haline gelişi, yukarıdaki ifademizin kuru bir iddiadan ibaret olmadığını İspatlayan sağlam ve muazzam bir delil teşkil etmez mi?

Bu konuda Namık Kemal:

Biz-ol nesl-î karîm-î dûde-î

Osmaniyan’ız kim

Muhammerdir serâpi mâyemlz hûn-i şehadet’den

Biz-ol â’li-himem erbab-ı cidd-ü

ictihad’ız kim

Cihangirane bir devlet çıkardık bîr aşiret’den8 demiştir.

Yıl: 1566. Osmanlı imparator­luğu Asya, Avrupa ve Afrika’da yerleşmiştir. Öyle bir yerleşme ki her kıtadaki parçası ayrı ayrı, o kıtadaki diğer bütün devletlerin bi­rincisi...

"Yalnız Avrupa kıtasındaki top­rakları bakımından, bu tarihte, nüfusça Avrupa’nın 1. devleti Türkiye (28 milyon kadar), 2.’si ispanya {19 milyon), 3.’sü Almanya (18 mil­yon), 4. sü Fransa [15 milyon) idi, başka hiçbir Avrupa devletinin nüfusu 10 milyonu aşmıyordu." O tarihte "Avrupa büyük devletleri, güç ve ehemmiyet bakımından şöylece sıralanabilir: Türkiye, İspanya. Almanya, Fransa, Venedik, Portekiz, İngiltere, Lehistan, Rusya,9

"“Afrika kıtasının en büyük kıs­mını Türkiye eline geçirmiştir. Bu kıtada aşağı yukarı 8,7 milyon km2 tutan ülkeler doğrudan doğruya ve­ya tâbiiyet yoluyla Türkiye’ye ait­tir, Bu topraklarda takriben 17 mil­yon nüfus yaşamaktadır".

1566’da Asya’daki büyük dev­letler güç sırasına göre şunlardır: Türkiye, İran, Hindistan, Çin, Tür­kistan, Güney Hindistan... Bunlar­dan ilk dördü, Avrupa’nın bütün devletlerinden daha zengin ve güç­lü devletlerdir"10

Yıl: 1592... "Bu yılda büyük devlet sıfatını taşıyan dünya dev­letleri, güç ve ehemmiyet sırasıyle şunlardır:

Türkiye

Iran

Hindistan

Çin

İspanya

Almanya

Fransa

İngiltere

Türkistan

Güney Hindistan

Venedik

Rusya

Türkiye’nin bu tarihte yüzölçü­mü: 19.902.000 km2 nüfusu: 100.000.000

Aşiret devresindeki toprağının, 3,5 asır sonra 20.000 katı...

Ve Yıl: 1750 Bu tarihte "dün­yanın büyük devletleri,’ ehemmiyet sıralarına göre şu şekilde gösteri­lebilir:

Türkiye

Fransa

İngiltere

Çin

İran

Almanya

Hindistan

İspanya

Rusya

Afganistan

Lehistan

Prusya

Türkiye, 1739 savaşında Al­manya ve Rusya imparatorluklarının ikisini birden yenmiş durumunu de­vam ettirme manzarasındadır. An­cak 1869’da, kesin olarak, 1447’den beri aralıksız devam ettirdiği dünyanın birinci devleti sıfatını kaybedecektir"11.

Evet— Tam 322 yıl, aralıksız 1. devlet olma iktidar, güç, kabiliyet ve şerefine, dünya dünya olalı baş­ka bîr millet nail olabilmiş midir?..

Şu satvete bakınız:

"Kırını hanı Devlet Giray, 1571 baharında 120.000 atlı İle Rusya’yı çiğnedi. Kırım ordusunda bir kısım .Osmanlı birlikleri ve bu arada bir topçu taburu da vardı. 80.000 za­yiat veren Ruslar, taht şehirleri Mos­kova’yı muhafaza edemediler. Mos­kova’ya giren Türkler, şehri yaktı. Şehrin ahalisi esir edildi veya kaçtı. Bu Moskova fethi üzerine Devlet ’Giray’a "Taht-Algan/Taht-Alan" şanı verilmiştir. 150.000 esir alan Han Kırım’a döndü. Böylece büyük dev­letler arasına girdiği henüz 15 yıl olmayan geniş, fakat az nüfuslu Rusya ağır bîr darbe yedi. "Müt­hiş" diye anılan Çar IV. İvan, Han’ı Istanbul’a şikâyet ettiyse de, bu se­fer Divan’ın izniyle yapıldığı için kulak asılmadı, II. Selim devlet Giray’a hıl’at, murassa kılıç gönderdi. Ve bîr nânve-i hümâyûn ile tebrik etti. IV. Ivan’ın elçileri İstanbul’a gelip merhamet dilediler. Fakat Kazan ve Astırhan gibi Türk yurt­larını işgal etmekte oldukları için Divân’da azar işittiler. Müşkül an­lar yaşayan Çar, bu sefer Kırım’ın taht şehrine, Bağçesarayı’na elçi­ler gönderdi. Zaten Çar’ın akıl al­maz zulümlerinden kaçan bir sürü büyük Rus devlet adamı, siyasî mül­teci olarak Kırım’da bulunuyorlar­dı. 1572’de Devlet Giray, Rusya üzerine ikinci bir sefer daha yaptı. Oka nehrini atladıysa da bu sefer Moskova’ya kadar çıkmadı. Niha­yet 60 000 altın ruble yıllık vergi vermek şartıyla Rusya, Kırım’dan sulh elde edebildi.

9 Haziran 1574’te Devlet Giray Han’ın oğullarından Âdil Giray, Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu­nu yok etti."12

Bu kuvvet, iktidar ve ihtişam yalnız karada mı?„ Denizlerden ne haber?..

Yıl 1568 Riâyet Şah Kahhâr’ın müracaatı üzerine Sumatra seferi açılmıştır. Sumatra seferi için 22 gemi tahsis edilmiştir. Kurd Reis oğlu Muslihiddin Reis oğlu Hızır Hayreddin Reis, bu filo ile. Kuzey Sumatraya, Açe’ya gitmiş, birçok teknik personel ve harp malzemesin­den müteşekkil Türk yardımını yeni Açe hükümdarı Hüseyin Şah’a teslim etmiştir Kurdoğlu Açe’ye varmak için Kızıldenizi güneye doğru baş­tan başa katetmiş, Bâbu’l Mendep Boğazından Aden Körfezi’ne geç­miş, sonra doğuya ve güneydoğuya doğru yol alarak Umman denizin­den Hind Okyanusundan, Seylan’ın güneyinden Bengal Körfezine gir­miştir, Süveyş Açe yolu, 9.000 km.’ dir ki, aşağı yukarı İstanbul-Nev York mesafesi eder. Bu suretle Os­manlı nüfusu. Uzakdoğu’ya, Gü­neydoğu Asya’ya, Endonezya’ya da­yanmıştır. Açeliler gelen Türkleri çok candan karşılamışlar ve kendi­lerine en yüksek mevki ve payele­ri vermişlerdir. Açeli kadınlarla ev­lenen bu Türk levendlerinin çoğu bu ülkede yerleşip kalmıştır. İçlerin­de prensliğe kadar yükselenler vardır.

Âçeliler yardım olarak gönderi­len Türk toplarını ve II. Selim’ln gönderdiği Türk bayrağını zamanı­mıza kadar kutsal bir hatıra olarak saklamışlardır."13

Ya teknik?..

"R. Sidillot diyor kî: "Ortaça­ğa nihayet veren Türk’ler, yeni bir harp tekniği ortaya koyarak bun­dan faydalandılar. Orduları, bitmek tükenmek bilmez bir kitleyi ihtiyat olarak emri altında tutuyordu."14

"V-1’lerin ceddi olan uçan alev füzeleri, ilk defa Türkler ta­rafından Bizans’ın fethinde kulla­nılmıştır ki, bu füzelerin işleme prensibi asırlardan beri unutulmuş va ancak XX. asrın mühendisleri tarafından yeniden ele alınmıştır..." Topun ağzı, tarihte ilk defa olarak Bizans’ın fethinde söz sahibi ol­muştur."15

"Babur’un torunu Ekber Şah, Gucaral’a girdiği zaman, Süleyman Paşa’nın vaktiyle orada Müslümanlara yardım olmak üzere bıraktığı çok büyük topları gördü ve bu ka­dar muazzam silâhlar karşısında, hayret izhar etti (1572). Demek Os­manlı Türkleri’nde teknik üstünlük, diğer Türk kavimlerini bile hayret­te bırakacak dereceydi. Zaten bu­gün de Hintçe’de "topçu’’ kelimesi’ aynen Türkçede olduğu gibi kulla­nılmaktadır."16

Zulüm mü, adalet mi?..

İstanbul’un fethinden sonra "sûrlar estetik maksatla tamamen tamir edildi. Esir düşen Bizans as­kerleri, şehrin imarında çalıştırıl­dılar. Fakat gene Orta çağ’da işitil­memiş bir vaka olarak şevkle ça­lışmaları için, Hakan’ın iradesi ile kendilerine 6 akçe (72 TL.)17 yev­miye yerildi, öyle ki, inşaatın hita­mında bu esirlerin biriktirdikleri para ile hürriyetlerini satın almış olduklarını görüyoruz (Kritobuios, 93). Bilindiği gibi, hürriyetlerini satın alabilmelerini temin için esirleri para karşılığı çalıştırmak. Kur’ ân’ca emir ve tavsiye edilmiş olup, İslâm’da fevkalâde sevap sayılır."18

Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa 1543 tarihinde. Dîvan-1 Hümâyûn’un kararı ile, Charles - Quint’e karşı Fransızlara yardıma gi­derek ve 1543-1544 kışını, Fransa’­nın Akdeniz’deki amirallik merkezi olan Toulon’da geçirmiştir.

"Barbaros, Toulon’da kaldığı müddetçe, şehre Türk bayrağı çekildi. Şehir ve civarı, o yılki vergi­yi Türk memurlarına ödediler. Şe­hirde 5 vakit ezan okundu. Bu ha­disenin hatırasına Toulon Belediye Sarayına, üzerine bir Fransız şâiri­nin bir kıtasının yazıldığı bir tablo asıldı. Bu kıtanın son 2 mısraı şöyledir:

C’est Barberousse et son armée

Venant nous secourir tréstous

Yani: "Bu gördüğünüz, hepi­mizin imdadına gelmiş olan Bar­baros ve ordusudur!"19

"1917 yılında "Fina"ya sefe­rimde Türklerin Galîçyadaki Avus­turyalılara imdâd için geldiklerin­den dolayı Polonya’lıların sevindik­lerini bana hikaye ettiler. Bunun se­bebini sorduğumda şöyle dediler: Papazlardan rivayet ettikleri bazı kehanetleri vardır ki o kehânete göre Türkler Efenob (Vîstül) şimâlinde göründükleri zaman Polanyalı’ların şevketleri yeniden par­layacaktır.

Şayanı hayrettir ki Türk asker­leri, Polonya’yı gasbedip paylaşan devletlerden kurtarmak için yardı­ma geldiklerinde Türklerin atları Danob (Vistül) nehrini geçtikten bir sene sonra Polonya’lılar istiklâl­lerine bir kere daha kavuştular, müstakil bir devlet halini aldılar.

Bu gibi hikâyeler ve Balkan milletlerinin lügatlerindeki mesel­ler, beni Balkanlılarda İslâm tarihi­ni takibe mecbur etti. Bu sayede rahmet ve adaletin Türkleri Avru­pa’da yerleştiği kanâatine vardım.

Türk milleti merhamet ve ada­let sayesinde kendisini dünyaya ta­nıttı. Müsâvât ve insafı benimsedi. Şunu da bilmek kâfidir ki Türkler, oralarda hâkim oluncaya kadar in­san tayfalarını çirkin bir sûrette kö­le etmek nizamı, Avrupa devletleri­nin ötedenberî âdetleri idi,

Moldova, Polonya, Macar ara­sında, çiftlik sahibi olan efendisi­nin idaresinden çıkmak isteyen fellahı, efendisine teslîm hakkında mu­ahedeler vardı. Bu memleketlerde çiftlikler, içindeki hayvanlar ve çift­çilerle beraber alınıp satılıyordu.

Türkler, Avrupa ya, Hazretî Muhammed’in istediği rahmeti göğüsle­rinde taşıyarak geldiler. İdare et­tikleri herhangi bir milletin, sayı ba­kımından üstün değillerdi. Böyle olduğu halde Viyana’ya kadar hep­sinin başına geçtiler. Rahmet ve ada­let evvelce Araplara, Afrika ve As­ya’ya temhîd ettiği gibi Türklere de Avrupa’nın çetin dağlarını, ovaları­nı, derelerini istilâyı kolaylaştır­dı.20

"Dünya, iki cepheye ayrılmış­tı: Türk ve Avrupa cephesi. Türk cephesi kudretini, fazilet ve hukuk temellerinden alıyordu, Avrupa bu temellerden mahrumdu. Bir Alman tarihçiçsini dinleyelim; "Yahudilere kırmızı ateşten bir gömlek giydiren ve yaktıran Hristiyanların torunları, ne hakla ahlâkî ve medeni farklar­dan bahsedebilirler?

"Kanunî’nin imparatorluğunda adalet hâkimken, Avrupa’da Char­les - Quint rüşvetler sayesinde im­parator olmuştur... Sultan Süley­man bir gün Süleymaniye Camii’ni inşa ettireceği arsa üzerindeki bir Yahudi’nin evini parasıyla istimlâk etmek istedi. Yahudi bu satışa razı olmadığından Sultan, Müftüye mü­racaat etti. Müftü’nün kararı şu idi: Ancak bir mukavele ile Sultan bu evi kiralayabilecekti. Bu karara Kanunî boyun eğmişken ve Yahu­di’nin ufak evini zorla almamışken, Portekiz Kıralı, Yahudiler’e "pog­rom" yaptırmış, ateşte diri dîri yaktırmıştt."21

Peki, bu şevket, bu devlet, bu saltanat, bu izzet, bu güç, bu kuv­vet, bu adâlet, bu gayret... nere­den geliyordu bize? Niçin bir za­manlar öyle iken şimdi böyleyiz? Bu Millet’i yükselten sadece kan ve can idiyse, şimdi de aynı kan, can ve cesareti taşıyoruz; hem de fazlasıyla ve değerli olduğu iddia­sıyla... Halbuki onlar, bunlara önem vermiyor, canlarını vermekten, kan­larını dökmekten çekinmiyorlardı.

Neydi bu, hayatlarından aziz bildik­leri ve uğrunda seve seve öldükleri, nesne, feda ettiren etken?.,

Bu soruların cevabını, klâsik usuller dışında modern zihniyetiyle ilk defa ele alındığı tescil ve takdir edilen 12 ciltlik "Türkiye Tari­hi", III. cildinde söyle ilân edili­yor:

"Doğudan gelen "Horasan erenleri" denen ateşli tarikat pro­pagandacıları, imanlarını bu taze kuvvetlere aşılamaya ve onlara hük­metmeye pek çabuk muvaffak oldu­lar. İslâm dinî ile rabıtaları gevşek olan bu göçebe kitleler, bıkmak ve usanmak bilmiyen bu tarikat mürşitlerine derhal samimiyetle bağlanı­yorlar ve temsil ettikleri tarikatı iman ile benimsiyorlardı. Bu bağlan­ma ve benimseme, onlara çok yüksek menfaatler vadediyordu ve bu va’din tahakkuku da fazla gecik­miyordu. Bu "gezi - dervişler", emir­leri altına giren kitleye evvelâ ye­gâne gaye olarak "cihad" ve "î’lâ- yi Kelimetullah" umdelerini asılı­yor ve sonra bu umdelerin tahak­kuku için lâzım gelen bilgi ve tec­rübeyi veriyor, yolu gösteriyor, teş­kilâtlandırıp sevk ve idare ediyorlardı_ "Alp" ve "abdal’ gîbi un­vanlar taşıyan bu mürşitler, evvelâ Bizans topraklarını harben işgal edi­yor ve sonra oralarını tamamen "İslâm-Türk toprağı/dâru’s-sulh" ha­line getirmek için muazzam bir fa­aliyete girişiyorlardı. Tarihin en dik­kate şayan hâdiselerinden biri olan bu faaliyet, büyük bir enerji ve maşerî dehâ ile, en müspet şekil­de ve az zamanda netice veriyor­du. Türk dervis-gazileri bir şehri, bir memleketi fetheder etmez, der­hal bir kısmı oraya yerleşiyor, ka­lan kısmı ise daha ileriye doğru yü­rüyordu. Arkadan daima taze kuv­vetler geldiği ve en ateşli kuvvetleri ileriye sevk edildiği için, bu yü­rüyüşün ardı kesilmiyordu. Bu taze kuvvetler, Türk milletinin en müte­şebbis tabakasını teşkil ettikleri, yerlerini-yurtlarını terkederek ’i- lâyi Kelimetu’llah’’ aşkına gaza ve şahadet aradıkları için, tarihteki mevkileri. Amerikan pionnier’lerinden üstündür.

Fethedilen topraklarda Türkler, bilhassa şehirlere yerleşirlerdi. Eğer şehir sulhan teslim olursa, İslâm hukukuna (fıkh’a) göre, ahalisi hiç­bir şekilde rahatsız edilemezdi. E­ğer harben alınmışsa Türk kuman­danının takdir ve emrine göre, Hıristiyanlar cezalandırılırdı: Şehri Türkler’e karşı savunan askerlerin hepsi esir alınır, bazıları idam olu­nabilir, bazan şehrin yağmasına da müsaade edilirdi. Yağma en az bir saat, en çok 3 gün olurdu. Fakat bu suretle de ahaliye gadredil me­meye çalışılırdı. Çünkü Türkler’in menfaati, yerli ahaliyi kazanmakta idi ve zulmetmek için zulmetmek, İslâmî umdelere külliyen aykırı bulunuyordu. "Feizâ kaderte alâ aduv- vike feec’ali’l-afve zekâten li’z-zafer düşmanına galip geldiğin va­kit bu zaferin zekâtı olarak onu ba­ğışla’’ umdesi İslâm siyasî hukuku­nun düsturlarındandı.

Sulhan alınan şehrin yalnız en büyük kilisesi camiye tahvil edilir (buna karşılık hıristiyanlara yeni bir mâbet inşa etme izni verilir), başka bir şekilde Hıristiyanların menfaatlerine dokunulmazdı. Şehir düşer düşmez kale üzerinden ezan­lar okunur, müteakiben ilk Cuma günü büyük merasimle câmiye teb­dil edilmiş kilisede namaz kılınıp pâdişâhın adı hutbede anılır,, bu muvaffakiyeti müyesser ettiğinden dolayı Allah’a şükürler edilirdi. Ar­tık şehirde kalan ve ilk yerleşen Türk kolonisinin misyonu başlardı: Ekseriya camiin veya mühim şehir­lerde câmilerin etrafına medreseler ve mektepler (orta ve ilk tahsil müesseseleri), şehrin fethini temin eden “colonisateur gazi - dervişler"inin mensup oldukları tarîkatın tekkesi, hastahâneler, kervansaray­lar, imâretler, çeşmeler, yollar, köp­rüler inşa edilir, derhal İslâmi ted­ris ve propaganda başlar, içtimai yardım müesseseleri çalışmaya ko­yulurdu. Türkler, girdikleri toprağa sulh ve sükûn, mutlak bir asayiş getirirlerdi. Halk, asırlardan beri unuttuğu bu asayişin bütün nimet­lerini toplardı.

Bu şekilde, Türkistan deposun­dan gelen ardı arkası kesilmez Türk boyları, zamanla Hıristiyan topraklarında gittikçe daha kesif olarak yerleşirler ve muayyen bir müddet sonra, Hıristiyan ahaliyi azınlıkta bırakırlardı. İşte bu şekil­de Osman Gazi ile oğlu ve halefi Orhan Gâzi, Anadolu’nun henüz Türkleşmemiş kuzeybatı köşesini, Marmara bölgesindeki son Anadolu topraklarını Türkleştirmişlerdir. Ar­tık üçüncü hükümdara, Murad Gazi’ye, Rumeli (Avrupa) toprakların­ca aynı vazife terettüp ediyordu.

Türk idaresinde yaşayan yerli ve hemen hepsi Hıristiyan (çoğu Ortodoks mezhebinden) ahaliye gelince, bunlar, büyük müsamaha içersinde hayatlarına devam eder­lerdi. Türkler son derece muazzam bir teşkilât getirdikleri için Hıristiyanlar, çok defa, asayişten mahrum bulunan eski idareden bıkmış bir halde, müslüman fâtihleri halâskâr otarak kabûl ederlerdi. Harp halin­de iken, Htristiyanlar ile meskûn Türk topraklarından geçen Türk as­kerlerinin ahaliyi herhangi bir sü­rede rahatsız etmesi, idam ile ce­zalandırılırdı. Bu titizlik çok kere Türk askeri düşman toprağında iken de gösterilirdi. Kanunî devrinde dikkatsizlikle atını bir Hıristiyanın tarlasına bırakıp ekini yedirten bir yeniçerinin idamı meşhurdur. Bu hususta misaller pek çoktur. Sulh zamanında ise, Hıristiyan, haksızlık gördüğü Türk’ü kadıya şikâyet et­mek suretiyle hakkını elde ederdi.

Dînî hiçbir müdahale ve taz­yik yapılamazdı. Çünkü bir defa bu husus İslâm dinince katiyen men edildiği gibi, Hıristiyanların Müslü­man olması, hele kitle halinde din değiştirmeleri, Türk devlet siyâse­tine aykırı idi“.22 Zîrâ gayr-i müslimlerden kendilerini himaye ve as­kere alınmama karşılığında "cizye" denilen husûsî bir vergi alınırdı, Cîzye’den sadece fakirler, sakatlar, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, kadın­lar, rahipler ve padişahın husûsî bir fermanı ile muhtelif sebeplerden dolayı vergiden muaf tutulmuş şahıslar veya muayyen bir topra­ğın ahalisi muaftı. Cizye devletin milyonlarca Hıristiyan tebaası oldu­ğu için çok mühim bir meblâğ tu­tardı.

. ...Büyük târihçi Lorga diyor ki: "Osmanlı saltanatının kurulmasına ait zemin hazırlığı şu idi ki... Os­manlı devleti, her ferdin sadârete kadar yükselmesine imkan veren geniş bir demokrasi içinde, eski gö­rüş yerine yeni bir görüşle kurul­makta idi."23

Bu kısacık hulâsaya vâkıf ol­madan, Türk cihan İmparatorluğu­nun hayrete değer muvaffâkiyeti ve az zamanda cihangir mevkiye yükse­lişindeki sırrı anlaşılamaz, sebeple­rine inilemez. Fransız târihçisi Gre­nard, haklı olarak; "Bu yeni İmpa­ratorluğun teessüsü" demektir; beşer târihinin en büyük ve hayrete de­ğer vakıalarından biridir.24

TEŞHİS

Evet; bir zamanlar cihan impa­ratorluğu kurmuştuk. Kuvvetli idik. Söz sâhibi idik. Başkalarının gıpta etliği, benzemeye çalıştığı halâskâr bir millettik. İnsanlık, adâlat, ilim, teknik ve medeniyet önderi idik Çünkü müslümandık. En büyük gâyemiz Allah (c.c.)’a ve Peygam­berine (s.a.s.) itâat etmek, İslâm’ı yaşamak ve yaşatmaktı. Sadece is­mimizle değil, her hal-ü kârımızla müslümandık, Allah’ın ahdine vefa gösteriyor, va’dîni de görüyorduk. Çünkü Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’inde; "Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan ön­cekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleş­tireceğine, korkularını güvene çe­vireceğine dair söz vermiştir. Çün­kü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte on­lar, artık yoldan çıkmış olanlardır."25 "Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, sevabımızı artırır."26 buyurur.

MİKROPLAR:

Allah (c.c.), böylece, dînine yardım edene yardım etmiş; Endo­nezya’dan Kanarya Adalarına, Gine Körfezinden Moskova’ya, Hazar De­nizinden Baltık Denizine kadar ya­yılmış, Büyük Okyanus hariç, dün­yanın bütün büyük denizlerine uzanmış bir cihan imparatorluğu kur­mayı bahşetmişti...

Ama biz bu doğru yolu devam ettirmedik. Anlaşmaya riayet etme­dik. Allâh’ın emirlerini işittiğimiz halde itâat yerine isyan ettik, Hal­buki Allah (c.c.) buyurur: "Ey İna­nanlar! Allah’a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şey­lere bile bile hıyanet etmiş olursunuz.27

Allah (c.c.) rehaveti men etti, biz gevşedik. Allah (c.c.) ilmi em­retti, fakat cehalet, rehavetimizin meyvesi oldu. Allah (c.c.) sadâkat ve adâleti emretti; fakat biz entrika ve zulmü seçtik. Allah (c.c.) ehli­yet ve gayreti emretti; fakat biz rüşvet ve atâleti tercih ettik.. Ro­tayı kaybetmiştik bir kere... Kötü­lükler birbirini takip etti, iyilikler uzaklaştı, gitti. Çünkü Fermân-ı İlâ­hî öyledir: "Ey İnananlar! Allah’tan sakınırsanız O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük, bol nîmet sahibidir."28

Allah (c.c.)’dan sakınmaz, takva’ya sarılmazsak, iyiyi kötüden a­yırma anlayış ve kabiliyeti de kal­mayacak; beyaza kara, karaya ak diyeceğimiz muhakkaktı. Allâh’ın ipine olan rabıtamız gevşedikçe düşüş hızlandı. Düşüş hızlandıkça da denge kayboldu.

Duraklama ve gerileme, bütün mefahirimize ve hayat kaynakları­mıza olan güvenin sarsılmasına; güven duygusunun sarsılması da aşağılık duygusu ve yabancı hay­ranlığının doğmasına sebep oldu. Artık değer hükmümüz değişmişti.

İhanetinden dolayı, II. Mahmud zamanında idam edilen Patrik Gregoryos, Rus Çari Aleksandır’a yaz­dığı tavsiye mektubunda şöyle di­yor:

"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkündür. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sâhibidirler, Bu haslet­leri de dinlerine bağlılıklarından ve kadere rizâ gösterdiklerinden, pâdi­şâhlarına, kumandanlarına, büyük­lerine olan itâat duygularından gelmektedir.

Türkler zekidirler ve kendileri­ni müsbet yolda sevk ve idare ede­cek reislere sâhip oldukları müd­detçe çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün mezi­yetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da an’anelerine olan merbutiyetten, ahlâklarının selâbetin’ den gelmektedir. TürkIerde evvelâ itâat duygusunu ’kırmak ve manevî rabıtalarını kasretmek, dini meta­netlerini zaafa uğratmak icabeder. Bunun da en kısa yolu, an’anat-ı milliye ve mâneviyelerine uymayan hâricî fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır. Türkler hâricî muave­neti reddederler. Haysiyet hisleri buna manidir. Velev ki muvakkat bir zaman için zâhirî kuvvet ve kudret verse de, Türkleri hârici muavenete alıştırmalıdır. Manevi­yatları sarsıldığı gün, Türkleri ken­dilerinden şeklen çok kuvvetli, ka­labalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudret­leri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün ola­bilecektir. Bu sebeple Osmanlı dev­letini tasfiye için ınücerred olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden hakîkatlara nüfuz edebilmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır."29

Gregoryos’un tavsiyeleri böyle. Ve bugünkü durum meydana geldi. Bu netice tabiîdir. Çünkü Sünnetullah öyledir. Allah (c.c.) buyurur:

"(Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu katiyyen değiştirmez."30

"Allâh’a ve Peygamberine mu­halefet etmekte olanlar, muhakkak ki kendilerinden evvelkilerin uğra­tıldıkları zillet gibi zillete (ve helake) giriftar edilmişlerdir. Halbuki biz (onlara) açık açık âyetler de indirmişizdir. [Bunları inkâr eden] kâfirlere horlayıcı bir azap vardır." 31

İnkâr etmiyoruz ama; ne der­siniz, itâat ediyor muyuz?

REÇETE:

Bütün bu hastalıkların tedavisi mümkündür. Reçetelerin en mükem­meli, ilâçların en müessiri elimizde; en hâzık doktorlar nezdimizdedir. Bir yazarımızın dediği gibi:

"Kutlu Kitabımızda daha dün gelmiş gibi bütün canlılığı ile duran vahyi rûhumuzun yaralarına tek merhem bilelim.

Bu neslin yarasına şifa, Kur’an’ dan gelecektir. Vahiy onaracaktır yarayı.

Kur’an, öyle bîr merhemdir ki, sesi ayrı derde, sözü ayrı derde, anlamı ayrı derde, te’vîli ayrı der­de, hikmeti ayrı derde, hükmü ayrı derde, kıssası ayrı derde çâredir. Kur’an’dır bütün dertlere çare olan.

Kur’an’dan mahrum, Vahiyden ırak insanlık ne yapsa eksiktir, bir eksiklik duyacaktır.

Vahiy, duygu, düşünce ve inanış; melekelerine öyle bir bereket katar ki, onunla ilerleyen insanlık, hiçbir medeniyetle ölçülmez bir me­deniyet hızıyla ilerler ve yükselir. Oruç, namaz, zîkîr, hac, zekât vah­yin, Kur’an yapraklarından insana uzanan elleridir. Kim o ellerden tutarsa, hayat ve ölüm kaymaların­dan emîn o!ur."32

Bir şâirimiz de bu büyük ger­çeği şöyle dile getirir:

Kurban’da ki nur çağlayanından hız alan ses, Bir câzibenin feyzi ki ruhlar ona mâkes., insan; o İlâhî sesi ruhunda duyarsa.

Aşkında gönül bestesinin

neş’esi varsa. Her müşkilinin hallini

KUR’AN’da görür de. Hakkın sesi derman olur

âlemdeki derde!33

Kusur reçetede değil, onu uy­gulamayanda; kusur doktorda değil, onu duymayandadır...

(1) el-Enfal :20-22

(2) Baziçe: F, î. Oyun. (M. M. özön, Osmanlıca - Türkçe Sözlük, Tan Mat. 1959.) (S) (3)Müdavat: A. 1, (Dsva’dan) Hastaya bakıp llâg verme, (ag, esr.)

(4) Tasaddi: A- 1, Bir işe girişme, (ag, esr.),

(5) Ziya Paşa’nın Şiirleri, Ank. 1957, a, 49, 61

(6) T. Yılmaz öztuna, Türkiye Tarihi, Tifdruk Mat. San, A.g, 1964, C. III, i. 15 vd.

(7) T. Y. öztuna, a.g. eser., C. III, e. 233.

(8)ag. esr., C. III, s, 10.

(9) ag. esr., C. VII. s. 25 vd.

(İ0) ag, esr., C. VIII s. 63 vd.

(11) ag. esr., C. XI, a- 51 vd.

(12)d’ohssan, VII, 443; Lavisse-Ramboud, V. 7-191 Hammer, VI. 446. T/Y.ö. Rg. esr, C. VII, s. 176.

(13) Bahr, Mir, Safvet Bey, Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi, TOEM No, 10, 11. T. Y. Öztuna, ag. esr., C. VII, a. IBS.

(14) R. Sedillot, Hist. du Monde, 184, T.T. Oztuna, as. esr., 3, s, 218.

(16) Benolast-Mechin, 54, İS. T. Y. öztuna, ag. esr., C. 3, s. 218.

(16) Melzig, 65. T. Y. Öztuna, ag, «ar., C. VI, B. 120.

(17) Bu hesap 1964 yılına aittir. Günümüzde daha fazla eder.

(18) T. Y. Öztuna, ag. esr, C. 3, s. 211

(19) ag. esr., C. 4, s. 28.

(20) Abdurrahman Azam,. Ebedi Risalet, İst. l961. s. 74 vd.

(21) Melzig, 13: T. Yılmaz öztuna, ag. esr., C.V., s. 177 vd.

(22) Yazarın: Hırıstiyalar’ın toptan müslüman olmasının Türk devlet siyasetine aykırı olduğu, hakkındaki ifadeleri, indi mütealarından ibarettir ve bizzat kendilerinin tesbit ve İfade ettikleri gerçeklere aykırı düşmektedir.

(23) Hist des etats Balcanlquas, s. 1

(24) T. Yılmaz Oztuna, ag. esr., C. 3, s, 11 vd.

(25) Süre-i Nur: 65,

(26) Muhammed (s,a.v.): 7.

(27) EH-Enfâl: 37.

(28) El-Enfal: 29.

(29) Tarih Konuşuyor, C. I, sayı; I, s. 69-70; Ahmet Gürkan, ag. esr., a. 284 vd.

(30) Er-Rad: 11.

(31) Mucadile: 6.

(32) S. Karakoç, Sütun, Fatih Mat. 1069, C. II, s. 403.

(33) Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tül ve Alevler, tat. 1970, S. 30