GERÇEK MÜ’MİN OLABİLMEK
İnsan...
Duyan, düşünen, konuşan, ve en güzel biçimde anlaşan varlık. Akıl ona verilmiş. Peygamberler ona gönderilmiş. Kitaplar ona indirilmiş. Ve teklif ona edilmiş; külfet nimete göre yükletilmiş...
Hasbe-l-beşer biz da düşünmeden edemiyoruz. Düşüncelerin bazısı duygulandırıyor da. İş duygulanma dönemine kavuşunca konuşmak da istiyor insan, anlatmak ve anlaşmak için...
Mesela açıyoruz Kitab-ı Mutlak’ı ve okuyoruz hitabını:
" EY İNANANLAR! ALLAH’A VE PEYGAMBERİNE İTAAT EDİN, KUR’AN’I DİNLEYİP DURURKEN
"ALLAH, İÇİNİZDEN İNANIP YARARLI İŞ İŞLEYENLERE, ONLARDAN ÖNCEKİLERİ HALEF KILDIĞI GİBİ, ONLARI DA YERYÜZÜNE HALEF KILACAĞINA, ONLAR İÇİN BEĞENDİĞİ DİNİ TEMELLİ YERLEŞTİRECEĞİNE, KORKULARIN! GÜVENE ÇEVİRECEĞİNE DAİR SÖZ VERMİŞTİR. ÇÜNKÜ ONLAR BANA KULLUK EDER, HİÇBİR ŞEYİ BANA ORTAK KOŞMAZLAR. BUNDAN SONRA İNKÂR EDEN KİMSELER, İŞTE ONLAR, ARTIK YOLDAN ÇIKMIŞ OLANLARDIR." * ’
"EY İNANANLAR! SİZ ALLÂH’IN DÎNİNE YARDIM EDERSENİZ, O DA SİZE YARDIM EDER, SEVABINIZI ARTIRIR,"
YÜZ ÇEVİRMEYİN, DİNLEMEDİKLERİ HALDE "DİNLEDİK" DİYENLER GİBİ OLMAYIN. ALLAH KATINDA, YERYÜZÜNDEKİ CANLILARIN EN KÖTÜSÜ, GERÇEĞİ AKLETMEYEN SAĞIRLAR VE, DİLSİZLERDİR’1
Ve düşünüyoruz... "Yeryüzündeki canlıların en kötüsü, gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerden olmamak için düşünüyor ve dönerek vicdanımıza soruyoruz;
Allâh’a (c.c.) ve Peygamberine (s.a.v.), gerçekten, itaat ediyor muyuz?
Kutlu Kur’ân’a uyuyor, hitabını duyuyor, prensiplerini uyguluyor muyuz?
Yoksa "Dinlemedikleri halde "dinledik" diyenler gibi’’ mi oluyor, Kitab ve Sünnetten yüz mü çeviriyoruz?
Sonra şahsi, ailevi, içtimai, milli, manevi, iktisadi, ticari, sınai, ahvalimize bakıyoruz.. Panoramada şu soruların çizdiği hazin tablo belirmiyor mu?
Yirminci asrın son çeyreğini yaşamağa başladığımız şu günlerde; fertlerde refah ve saadet, cemiyetlerde istikrar ve huzur var mı?
Yoksa niçin?
RUHSAL DENGEDE BOZUKLUK:
Hayatının en verimli devresini yaşayan binlerce, milyonlarca insan, her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen bedbin ve bezgin, şaşkın ve taşkın; niçin?
Zhinler karışık, alınlar kırışık, yüzler buruşuk; niçin?
Gözler puslu, kalpler paslı, gönüllar yaslı; niçin?
AİLEDE BOZUKLUK:
Ne aile reisinde güzel idare, ne de fertlerinde hüsn-i müdare kalmış; niçin?
Erkek hanımına karşı kaba ve sert, hanım erkeğine en büyük dert; niçin?
Ebeveynin evlâda şefkat ve merhameti, çocukların anne babalara itaat ve hürmeti yok; niçin?
Ailede erkek kadın, büyük küçük belirsiz; birbirlerine karşı lâkayt ve hissiz; niçin?,,
CEMİYETTE FESAT:
Sevgi yok, bağlılık yok; anlaşma, kaynaşma yok; yanaşmak, yardımlaşmak yok; yok, yok, yok... Ama ayrılık, aykırılık çok; hem de çok üstüne çok... Değil mahalledekiler, aynı apartmanda hatta aynı kattakilerin bile birbirlerinden haberleri yok; niçin?
Caddeler, sokaklar dolup taşmakta, rezalet diz boyunu aşmaktadır; niçin?
Yürüyüşler başka, duruşlar başka; oturuş, kalkışlar başka; zevkler başka, şekiller başka; fikirler, zikirler başka; asiller, nesiller başka olmuş. Her taraf başkalıklarla dolmuş. Diyarı hep başkalar almış; Din köşede îman düşte kalmış; niçin?
Herkesin ağzında ayrı bîr tekerleme, herkesin ağzında ayrı bir sakız; aynı fikrin müdafaasını yaptığım iddia edenler dahi birbirleri ile çekişme ve didişme halindedirler; niçin?..
Servetler, şöhretler, mevkiler ve makamlar zulme alet edilmekte; zayıflar insafsızca ezilmektedir; niçin?,.
Alın, toplayın insanların emelini, amelini, davranışını; sıkın avucunuzda; damla damla kin, damla damla haset, damla damla hile, damla damla husûmet akar avucunuzdan; niçin?
Şefkatin yerini şiddet, merhametin yerini hiddet işgal etmiş;
İyiliği emretmek suç, kötülükten menetmek güç; kötülüğü yaymaya, iyiliği kovmaya medeniyyet denilmiş; niçin?
Kitleler, kitleler, kitleler görüyoruz-, geçmişinin habersiz, halinde kararsız, geleceğinden endişesiz kitleler, uyurgezerler, avareler... Nereden, niçin geldiğini; nereye, nasıl gittiğini bilmeyen, bilmek İstemeyen, düşünmeyen, düşünemeyen zümreler, güruhlar, bîçâreler... Elele, dirsek dirseğe, omuz omuza, yarışırcasına gidiyorlar uçuruma; niçin?,,
MİLLİ RUHTA FESAT:
Millet dalga dalga, müslüman bölük bölük olmuş,. Memleket sathında çeşitli fikirler, çeşitli inançlar, çeşilli cereyanlar at koşturmakta; gayeler değişik, idealler karışık. Millet, milletçe ne yapmak lâzım geldiği hususunda toplu ve kararlı bir fikre sahip değil; niçin?
Ecdada sövmek meziyet, geleneklerimizle alay etmek ’’aydınlık" kabul edilmiş; körükörüne taklitçiliğin, kozmopolitliğin ismi "medeniyet" olmuş niçin?
Dünyanın en güzel folkloruna sahip olmamıza rağmen başkalarının cazını müziğini tercih ediyor, nesli ifsat etmek için yarışma tertipleyen hainleri bilerek veya gafletle destekliyoruz; niçin?
Avrupa medeniyeti diye kokuyor; fakat ilmi tekniği, gayreti ve fazîleti yerine, bizzat Avrupa’nın kendi bünyesinden atmaca çalıştığı cehalet, atalet, sefahat ve her türlü rezâletini getiriyor, kabulleniyoruz; niçin?
TİCARET VE SANAT AHLÂKINDA BOZUKLUK:
Tüccarımızın dürüstlüğünden, zenaatkarımızın ehliyetinden emin değiliz; niçin?
Bakkala, kasaba, manava, attara, pazara, mağazaya adım atarken aldatılma endişesine kapılmaktan kendimizi alamıyor, içeriye güvenle dalamıyoruz; nîçîn?
Yerli sanayiimizin gelişmesini can-u-gönülden arzuladığımız halde hâlâ ithal malını tercih etmek mecburiyetinde kalıyoruz; niçin?..
Çalmak, çarpmak işbirliği; yalan söylemek, aldatmak gözaçıklık zannedilmektedir; niçin?
Mal yığmak, zengin olmak, lüks içinde yaşamak uğruna haram helâl, meşru, gayr-i meşru ayırt edilmemekte; herkes fırsatı ganimet bilmektedir; niçin?
Rüşvet, iltimas ve suistimaller kanunlar ve gayretlere rağmen devam edebilmektedir; niçin?.
MANEVİYATTA FESAT;
Camiye geliyor huzur bulamıyor, namaz kılıyor zevk alamıyoruz; niçin? Oruç tutuyor ama ıslâh olmuyor; Hacca gidiyor fakat riyâdan kurtulamıyoruz; niçin?..
Dünyaya dört elle sarılıyor; âhirete gelince daralıyor, darılıyoruz; niçin?
Hayatı seviyor ve övüyor; ölüm anılınca sırt dönüyor, dövünüyoruz; niçin?..
Dünyalık azığımızın üstüne azık yığıyor, kat üstüne kat koyuyor; ama ahiretîmîz için rızık ayırmıyor, köşkler hazırlamıyoruz; niçin?..
Dünya hayatının kısa ve fersiz, ahiretin ebedî ve eşsiz olduğunu biliyor; fakat kısayı sonsuza, değersizi eşsize tercih ediyoruz; niçin?..
Allâh’ın (c.c.) verdiğini yiyor, ihsan ettiğini giyiyor; ama sayısız nimetlerine karşı şükür yerine küfür ediyoruz (küfran-ı nimette bulunuyoruz); niçin?..
Başka milletler ilimde, fende, teknikte ve maddî medeniyette dev adımlarla ilerlerken, biz hala kaplumbağa hızını aşamıyoruz; niçin?..
Evet; niçin eller aya giderken biz hâlâ yayayız?..
Yirminci asrın son çeyreğini yaşamakta olduğumuz şu günlerde, yurdumuz bu ve benzeri yüzlerce niçinlerin beşiği oldu niçin?
Neyimiz eksikti de yoklar, yoksullar, menfînin her yönünde çokluklar ülkesi oldu yurdumuz?
Bu dertlerin ferdîsinden içtimaîsine, ruhîsinden maddîsine, sınaîsineden ticarî ve iktisadîsine, alt yapısından üst yapısına kadar hangisinin tedavisi mümkün değildi? Hangisinin devâsı, mütehassısı eksikti, yoktu?.. Doktorumuz mu yoktu? Mühendisimiz mi yoktu? Psikoloğumuz, sosyoloğumuz mu yoktu?.. Hukukçumuz mu yoktu? İktisatçımız mı yoktu? Öğretmenimiz, profesörümüz mü yoktu?
"Yoktu" diyebilir miyiz? Vardı imkânımız nîsbetinde., hâlen de var. Yetişiyor da... Hem okadar yetişiyor ki ihraç ediyoruz. Belki de dünyada en çok beyin İhraç eden ülke bizimki. Buna rağmen dertler ülkesi olmaktan kurtulamıyor, herkese eleman yetiştirdiğimiz halde kendimizi tedaviden âciz kalıyoruz niçin?
Şimdi düşünelim: su sayılan şikayetler de mübalağa bulunduğunu iddia etmemiz mümkün müdür? Ve, babasından evlâdına, erkeğinden hanımına, haklısından suçlusuna, savcısından sanığına, patronundan işçisine, âmirinden memuruna, tüccarından iktisatçısına, üreticisinden tüketicisine, ustasından çırağına, aliminden avamına, sosyologundan psikoloğuna, yazarından okuruna, çizerinden seyircisine... kadar; su sızılardan şikâyet etmeyeni var mıdır? .
Herkes ve hepimiz şikâyetçi değil miyiz?
Madem ki şikâyetçiyiz o halde sıhhatli değiliz; hastayız...
Evet... Şikâyetleri sıralamak ve saymakta, hastalıklarımızı haykırmakta başkaları ile beraberiz; ancak dertlerin isminde, mikrobunu teşhiste ve tedavide yollarımız ayrılmaktadır.
Şimdiye kadar herkes kendi sahasında teşhisler koydu. Tedavi yollarını ilân etti. Yazılan reçeteler de titizlikle uygulandı fakat dertlerimiz gitmedi, hastalıklarımız bitmedi. Acılarımız dinmedi. Hararetimiz inmedi, ateşimiz sönmedi, "Devadır1 diye sunulanlar dert oldu. "Dermandır’ denilenfer mürd oldu. Yangın bacayı sardı. Arttı eksilmedi. Bitmek yok olmak nedir bilmedi. Bize olanlar oldu ve durumumuz bugünkü hale geldi. Ziya Paşa’nm Terkîb-i Bend’inde dile getirdiği gibi:
Eyvah bu bahçede bizler yine
yandık,
Zîra ki ziyan ortada, bilmem ne
kazandık
Bil İlleti kıl sonra müdavele3
Tasaddî 4
Her merhemi her yareye merhem mi sanırsın5
TEŞHİSE DOĞRU [MUAYENE)
Biz böyle değildik. Her sahada, müsbet yönde, en önde giderdik. Madde ve manası, dünya ve ukbası, fert ve cemiyeti, devlet ve milleti, servet ve saltanatı, hak ve adaleti, ilim ve medeniyeti, nezaket ve maneviyatıyle muazzam, mübarek, mübeccel bir kitle idik. O devrelerimizi anlatan tarih ciltlerini hayranlıkla süzüveriyoruz. Kitabı kapayıp yaşadığımız günlere dönünce de üzülüyor, garip garip süzülüyor ve utancımızdan büzülüyoruz.
Yıl: 1235. "Kayılar, Ankara civarına gelmişlerdir. Sultan Alâeddin’in emriyle, uc’a yerleştirilmiş ve bugünkü Eskişehir-Bilecik-Kütahya vilâyetlerinin sınırlarının birleştiği topraklar, kendilerine "yurt" verilmiştir, Demek Osmanlılar, 1235 civarında bu bölgeye gelmişlerdir. 1281’de Ertuğrul Gazi öldüğü zaman Osmanoğulları’nın elinde 4.800km2 den fazla toprak olmadığı ve bu toprağın bir kısmının Ertuğrul Bey tarafından fethedilmiş bulunduğu hatırlanırsa, bu sıralarda kendilerine verilen "yurt’ un yani malikânenin 1.000 km2, en iyimser tahmine göre 2.000 km2’den fazla toprak olmadığı ortaya çıkar"6
Yıl: 1453.. "1453’te yeryüzündeki devletlerin 18’inin "büyük devlet" vasfı gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu 18 devleti de güç, kudret ehemmiyet derecelerine göre şu şekilde sıralayabiliriz:
Türkiye İmparatorluğu (Büyük Türk Hakanlığı)
Türkistan İmparatorluğu {Doğu Türk Hakanlığı)
Mısır İmparatorluğu (Memluk Sultanlığı)
Çirt İmparatorluğu
İran İmparatorluğu (Karako- koyuntu Sultanlığı)
Hindistan imparatorluğu (Delhi Sultanlığı)
Altınordu İmparatorluğu (Doğu Avrupa Türk Hakanlığı)
Güney Hindistan İmparatorluğu (Dekkan Sultanlığı)
Fas İmparatorluğu (Mağrlb Sultanlığı)
Almanya İmparatorluğu
Macaristan Kırallığı
Venedik Cumhuriyeti
İngiltere Kırallığı
Fransa Kırallığı
Lehistan Kıratlığı
Napoli Kırallığı
Aragon Krallığı
Ceneviz Cumhuriyet)
Napoli (Güney İtalya) ve Aragon (Katalonya) kırallıkları, büyük devletlerin en zayıfları idiler. Ceneviz Cumhuriyeti, 1453 mayısında, boğazlarda Türk hakimiyeti, Galata’nın Türkler’in eline düşmesi ve Türkler’in izni olmadan Ceneviz gemilerinin Karadeniz müstemlekelerine geçememesi gibi sebeplerle, büyük devletler arasından ebediyen silinmiştir.
Avrupa büyük devletlerinin hepsi, her bakımdan Asya’nın Müslüman Türk imparatorluklarından geri ve zayıftı"7
Osmanlı Devleti daha bu tarihten 6 yıl önce, "1447 Arnavutluk Sefer-I Hümayunu"nun zaferle sonuçlandığı devrede dünyanın birinci devleti olmuştur.
1235’te İlhanlılara vergi ödemekle yükümlü, 1.000 km2 toprağa, 400 çadır, yani kadınlı erkekli en çok 4.000 kişilik nüfusa sahip bir aşiretten, iki asır içinde, dünyanın, her bakımdan 1 numaralı devleti haline gelişi, yukarıdaki ifademizin kuru bir iddiadan ibaret olmadığını İspatlayan sağlam ve muazzam bir delil teşkil etmez mi?
Bu konuda Namık Kemal:
Biz-ol nesl-î karîm-î dûde-î
Osmaniyan’ız kim
Muhammerdir serâpi mâyemlz hûn-i şehadet’den
Biz-ol â’li-himem erbab-ı cidd-ü
ictihad’ız kim
Cihangirane bir devlet çıkardık bîr aşiret’den8 demiştir.
Yıl: 1566. Osmanlı imparatorluğu Asya, Avrupa ve Afrika’da yerleşmiştir. Öyle bir yerleşme ki her kıtadaki parçası ayrı ayrı, o kıtadaki diğer bütün devletlerin birincisi...
"Yalnız Avrupa kıtasındaki toprakları bakımından, bu tarihte, nüfusça Avrupa’nın 1. devleti Türkiye (28 milyon kadar), 2.’si ispanya {19 milyon), 3.’sü Almanya (18 milyon), 4. sü Fransa [15 milyon) idi, başka hiçbir Avrupa devletinin nüfusu 10 milyonu aşmıyordu." O tarihte "Avrupa büyük devletleri, güç ve ehemmiyet bakımından şöylece sıralanabilir: Türkiye, İspanya. Almanya, Fransa, Venedik, Portekiz, İngiltere, Lehistan, Rusya,9
"“Afrika kıtasının en büyük kısmını Türkiye eline geçirmiştir. Bu kıtada aşağı yukarı 8,7 milyon km2 tutan ülkeler doğrudan doğruya veya tâbiiyet yoluyla Türkiye’ye aittir, Bu topraklarda takriben 17 milyon nüfus yaşamaktadır".
1566’da Asya’daki büyük devletler güç sırasına göre şunlardır: Türkiye, İran, Hindistan, Çin, Türkistan, Güney Hindistan... Bunlardan ilk dördü, Avrupa’nın bütün devletlerinden daha zengin ve güçlü devletlerdir"10
Yıl: 1592... "Bu yılda büyük devlet sıfatını taşıyan dünya devletleri, güç ve ehemmiyet sırasıyle şunlardır:
Türkiye
Iran
Hindistan
Çin
İspanya
Almanya
Fransa
İngiltere
Türkistan
Güney Hindistan
Venedik
Rusya
Türkiye’nin bu tarihte yüzölçümü: 19.902.000 km2 nüfusu: 100.000.000
Aşiret devresindeki toprağının, 3,5 asır sonra 20.000 katı...
Ve Yıl: 1750 Bu tarihte "dünyanın büyük devletleri,’ ehemmiyet sıralarına göre şu şekilde gösterilebilir:
Türkiye
Fransa
İngiltere
Çin
İran
Almanya
Hindistan
İspanya
Rusya
Afganistan
Lehistan
Prusya
Türkiye, 1739 savaşında Almanya ve Rusya imparatorluklarının ikisini birden yenmiş durumunu devam ettirme manzarasındadır. Ancak 1869’da, kesin olarak, 1447’den beri aralıksız devam ettirdiği dünyanın birinci devleti sıfatını kaybedecektir"11.
Evet— Tam 322 yıl, aralıksız 1. devlet olma iktidar, güç, kabiliyet ve şerefine, dünya dünya olalı başka bîr millet nail olabilmiş midir?..
Şu satvete bakınız:
"Kırını hanı Devlet Giray, 1571 baharında 120.000 atlı İle Rusya’yı çiğnedi. Kırım ordusunda bir kısım .Osmanlı birlikleri ve bu arada bir topçu taburu da vardı. 80.000 zayiat veren Ruslar, taht şehirleri Moskova’yı muhafaza edemediler. Moskova’ya giren Türkler, şehri yaktı. Şehrin ahalisi esir edildi veya kaçtı. Bu Moskova fethi üzerine Devlet ’Giray’a "Taht-Algan/Taht-Alan" şanı verilmiştir. 150.000 esir alan Han Kırım’a döndü. Böylece büyük devletler arasına girdiği henüz 15 yıl olmayan geniş, fakat az nüfuslu Rusya ağır bîr darbe yedi. "Müthiş" diye anılan Çar IV. İvan, Han’ı Istanbul’a şikâyet ettiyse de, bu sefer Divan’ın izniyle yapıldığı için kulak asılmadı, II. Selim devlet Giray’a hıl’at, murassa kılıç gönderdi. Ve bîr nânve-i hümâyûn ile tebrik etti. IV. Ivan’ın elçileri İstanbul’a gelip merhamet dilediler. Fakat Kazan ve Astırhan gibi Türk yurtlarını işgal etmekte oldukları için Divân’da azar işittiler. Müşkül anlar yaşayan Çar, bu sefer Kırım’ın taht şehrine, Bağçesarayı’na elçiler gönderdi. Zaten Çar’ın akıl almaz zulümlerinden kaçan bir sürü büyük Rus devlet adamı, siyasî mülteci olarak Kırım’da bulunuyorlardı. 1572’de Devlet Giray, Rusya üzerine ikinci bir sefer daha yaptı. Oka nehrini atladıysa da bu sefer Moskova’ya kadar çıkmadı. Nihayet 60 000 altın ruble yıllık vergi vermek şartıyla Rusya, Kırım’dan sulh elde edebildi.
9 Haziran 1574’te Devlet Giray Han’ın oğullarından Âdil Giray, Avrupa’da büyük bir haçlı ordusunu yok etti."12
Bu kuvvet, iktidar ve ihtişam yalnız karada mı?„ Denizlerden ne haber?..
Yıl 1568 Riâyet Şah Kahhâr’ın müracaatı üzerine Sumatra seferi açılmıştır. Sumatra seferi için 22 gemi tahsis edilmiştir. Kurd Reis oğlu Muslihiddin Reis oğlu Hızır Hayreddin Reis, bu filo ile. Kuzey Sumatraya, Açe’ya gitmiş, birçok teknik personel ve harp malzemesinden müteşekkil Türk yardımını yeni Açe hükümdarı Hüseyin Şah’a teslim etmiştir Kurdoğlu Açe’ye varmak için Kızıldenizi güneye doğru baştan başa katetmiş, Bâbu’l Mendep Boğazından Aden Körfezi’ne geçmiş, sonra doğuya ve güneydoğuya doğru yol alarak Umman denizinden Hind Okyanusundan, Seylan’ın güneyinden Bengal Körfezine girmiştir, Süveyş Açe yolu, 9.000 km.’ dir ki, aşağı yukarı İstanbul-Nev York mesafesi eder. Bu suretle Osmanlı nüfusu. Uzakdoğu’ya, Güneydoğu Asya’ya, Endonezya’ya dayanmıştır. Açeliler gelen Türkleri çok candan karşılamışlar ve kendilerine en yüksek mevki ve payeleri vermişlerdir. Açeli kadınlarla evlenen bu Türk levendlerinin çoğu bu ülkede yerleşip kalmıştır. İçlerinde prensliğe kadar yükselenler vardır.
Âçeliler yardım olarak gönderilen Türk toplarını ve II. Selim’ln gönderdiği Türk bayrağını zamanımıza kadar kutsal bir hatıra olarak saklamışlardır."13
Ya teknik?..
"R. Sidillot diyor kî: "Ortaçağa nihayet veren Türk’ler, yeni bir harp tekniği ortaya koyarak bundan faydalandılar. Orduları, bitmek tükenmek bilmez bir kitleyi ihtiyat olarak emri altında tutuyordu."14
"V-1’lerin ceddi olan uçan alev füzeleri, ilk defa Türkler tarafından Bizans’ın fethinde kullanılmıştır ki, bu füzelerin işleme prensibi asırlardan beri unutulmuş va ancak XX. asrın mühendisleri tarafından yeniden ele alınmıştır..." Topun ağzı, tarihte ilk defa olarak Bizans’ın fethinde söz sahibi olmuştur."15
"Babur’un torunu Ekber Şah, Gucaral’a girdiği zaman, Süleyman Paşa’nın vaktiyle orada Müslümanlara yardım olmak üzere bıraktığı çok büyük topları gördü ve bu kadar muazzam silâhlar karşısında, hayret izhar etti (1572). Demek Osmanlı Türkleri’nde teknik üstünlük, diğer Türk kavimlerini bile hayrette bırakacak dereceydi. Zaten bugün de Hintçe’de "topçu’’ kelimesi’ aynen Türkçede olduğu gibi kullanılmaktadır."16
Zulüm mü, adalet mi?..
İstanbul’un fethinden sonra "sûrlar estetik maksatla tamamen tamir edildi. Esir düşen Bizans askerleri, şehrin imarında çalıştırıldılar. Fakat gene Orta çağ’da işitilmemiş bir vaka olarak şevkle çalışmaları için, Hakan’ın iradesi ile kendilerine 6 akçe (72 TL.)17 yevmiye yerildi, öyle ki, inşaatın hitamında bu esirlerin biriktirdikleri para ile hürriyetlerini satın almış olduklarını görüyoruz (Kritobuios, 93). Bilindiği gibi, hürriyetlerini satın alabilmelerini temin için esirleri para karşılığı çalıştırmak. Kur’ ân’ca emir ve tavsiye edilmiş olup, İslâm’da fevkalâde sevap sayılır."18
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa 1543 tarihinde. Dîvan-1 Hümâyûn’un kararı ile, Charles - Quint’e karşı Fransızlara yardıma giderek ve 1543-1544 kışını, Fransa’nın Akdeniz’deki amirallik merkezi olan Toulon’da geçirmiştir.
"Barbaros, Toulon’da kaldığı müddetçe, şehre Türk bayrağı çekildi. Şehir ve civarı, o yılki vergiyi Türk memurlarına ödediler. Şehirde 5 vakit ezan okundu. Bu hadisenin hatırasına Toulon Belediye Sarayına, üzerine bir Fransız şâirinin bir kıtasının yazıldığı bir tablo asıldı. Bu kıtanın son 2 mısraı şöyledir:
C’est Barberousse et son armée
Venant nous secourir tréstous
Yani: "Bu gördüğünüz, hepimizin imdadına gelmiş olan Barbaros ve ordusudur!"19
"1917 yılında "Fina"ya seferimde Türklerin Galîçyadaki Avusturyalılara imdâd için geldiklerinden dolayı Polonya’lıların sevindiklerini bana hikaye ettiler. Bunun sebebini sorduğumda şöyle dediler: Papazlardan rivayet ettikleri bazı kehanetleri vardır ki o kehânete göre Türkler Efenob (Vîstül) şimâlinde göründükleri zaman Polanyalı’ların şevketleri yeniden parlayacaktır.
Şayanı hayrettir ki Türk askerleri, Polonya’yı gasbedip paylaşan devletlerden kurtarmak için yardıma geldiklerinde Türklerin atları Danob (Vistül) nehrini geçtikten bir sene sonra Polonya’lılar istiklâllerine bir kere daha kavuştular, müstakil bir devlet halini aldılar.
Bu gibi hikâyeler ve Balkan milletlerinin lügatlerindeki meseller, beni Balkanlılarda İslâm tarihini takibe mecbur etti. Bu sayede rahmet ve adaletin Türkleri Avrupa’da yerleştiği kanâatine vardım.
Türk milleti merhamet ve adalet sayesinde kendisini dünyaya tanıttı. Müsâvât ve insafı benimsedi. Şunu da bilmek kâfidir ki Türkler, oralarda hâkim oluncaya kadar insan tayfalarını çirkin bir sûrette köle etmek nizamı, Avrupa devletlerinin ötedenberî âdetleri idi,
Moldova, Polonya, Macar arasında, çiftlik sahibi olan efendisinin idaresinden çıkmak isteyen fellahı, efendisine teslîm hakkında muahedeler vardı. Bu memleketlerde çiftlikler, içindeki hayvanlar ve çiftçilerle beraber alınıp satılıyordu.
Türkler, Avrupa ya, Hazretî Muhammed’in istediği rahmeti göğüslerinde taşıyarak geldiler. İdare ettikleri herhangi bir milletin, sayı bakımından üstün değillerdi. Böyle olduğu halde Viyana’ya kadar hepsinin başına geçtiler. Rahmet ve adalet evvelce Araplara, Afrika ve Asya’ya temhîd ettiği gibi Türklere de Avrupa’nın çetin dağlarını, ovalarını, derelerini istilâyı kolaylaştırdı.20
"Dünya, iki cepheye ayrılmıştı: Türk ve Avrupa cephesi. Türk cephesi kudretini, fazilet ve hukuk temellerinden alıyordu, Avrupa bu temellerden mahrumdu. Bir Alman tarihçiçsini dinleyelim; "Yahudilere kırmızı ateşten bir gömlek giydiren ve yaktıran Hristiyanların torunları, ne hakla ahlâkî ve medeni farklardan bahsedebilirler?
"Kanunî’nin imparatorluğunda adalet hâkimken, Avrupa’da Charles - Quint rüşvetler sayesinde imparator olmuştur... Sultan Süleyman bir gün Süleymaniye Camii’ni inşa ettireceği arsa üzerindeki bir Yahudi’nin evini parasıyla istimlâk etmek istedi. Yahudi bu satışa razı olmadığından Sultan, Müftüye müracaat etti. Müftü’nün kararı şu idi: Ancak bir mukavele ile Sultan bu evi kiralayabilecekti. Bu karara Kanunî boyun eğmişken ve Yahudi’nin ufak evini zorla almamışken, Portekiz Kıralı, Yahudiler’e "pogrom" yaptırmış, ateşte diri dîri yaktırmıştt."21
Peki, bu şevket, bu devlet, bu saltanat, bu izzet, bu güç, bu kuvvet, bu adâlet, bu gayret... nereden geliyordu bize? Niçin bir zamanlar öyle iken şimdi böyleyiz? Bu Millet’i yükselten sadece kan ve can idiyse, şimdi de aynı kan, can ve cesareti taşıyoruz; hem de fazlasıyla ve değerli olduğu iddiasıyla... Halbuki onlar, bunlara önem vermiyor, canlarını vermekten, kanlarını dökmekten çekinmiyorlardı.
Neydi bu, hayatlarından aziz bildikleri ve uğrunda seve seve öldükleri, nesne, feda ettiren etken?.,
Bu soruların cevabını, klâsik usuller dışında modern zihniyetiyle ilk defa ele alındığı tescil ve takdir edilen 12 ciltlik "Türkiye Tarihi", III. cildinde söyle ilân ediliyor:
"Doğudan gelen "Horasan erenleri" denen ateşli tarikat propagandacıları, imanlarını bu taze kuvvetlere aşılamaya ve onlara hükmetmeye pek çabuk muvaffak oldular. İslâm dinî ile rabıtaları gevşek olan bu göçebe kitleler, bıkmak ve usanmak bilmiyen bu tarikat mürşitlerine derhal samimiyetle bağlanıyorlar ve temsil ettikleri tarikatı iman ile benimsiyorlardı. Bu bağlanma ve benimseme, onlara çok yüksek menfaatler vadediyordu ve bu va’din tahakkuku da fazla gecikmiyordu. Bu "gezi - dervişler", emirleri altına giren kitleye evvelâ yegâne gaye olarak "cihad" ve "î’lâ- yi Kelimetullah" umdelerini asılıyor ve sonra bu umdelerin tahakkuku için lâzım gelen bilgi ve tecrübeyi veriyor, yolu gösteriyor, teşkilâtlandırıp sevk ve idare ediyorlardı_ "Alp" ve "abdal’ gîbi unvanlar taşıyan bu mürşitler, evvelâ Bizans topraklarını harben işgal ediyor ve sonra oralarını tamamen "İslâm-Türk toprağı/dâru’s-sulh" haline getirmek için muazzam bir faaliyete girişiyorlardı. Tarihin en dikkate şayan hâdiselerinden biri olan bu faaliyet, büyük bir enerji ve maşerî dehâ ile, en müspet şekilde ve az zamanda netice veriyordu. Türk dervis-gazileri bir şehri, bir memleketi fetheder etmez, derhal bir kısmı oraya yerleşiyor, kalan kısmı ise daha ileriye doğru yürüyordu. Arkadan daima taze kuvvetler geldiği ve en ateşli kuvvetleri ileriye sevk edildiği için, bu yürüyüşün ardı kesilmiyordu. Bu taze kuvvetler, Türk milletinin en müteşebbis tabakasını teşkil ettikleri, yerlerini-yurtlarını terkederek ’i- lâyi Kelimetu’llah’’ aşkına gaza ve şahadet aradıkları için, tarihteki mevkileri. Amerikan pionnier’lerinden üstündür.
Fethedilen topraklarda Türkler, bilhassa şehirlere yerleşirlerdi. Eğer şehir sulhan teslim olursa, İslâm hukukuna (fıkh’a) göre, ahalisi hiçbir şekilde rahatsız edilemezdi. Eğer harben alınmışsa Türk kumandanının takdir ve emrine göre, Hıristiyanlar cezalandırılırdı: Şehri Türkler’e karşı savunan askerlerin hepsi esir alınır, bazıları idam olunabilir, bazan şehrin yağmasına da müsaade edilirdi. Yağma en az bir saat, en çok 3 gün olurdu. Fakat bu suretle de ahaliye gadredil memeye çalışılırdı. Çünkü Türkler’in menfaati, yerli ahaliyi kazanmakta idi ve zulmetmek için zulmetmek, İslâmî umdelere külliyen aykırı bulunuyordu. "Feizâ kaderte alâ aduv- vike feec’ali’l-afve zekâten li’z-zafer düşmanına galip geldiğin vakit bu zaferin zekâtı olarak onu bağışla’’ umdesi İslâm siyasî hukukunun düsturlarındandı.
Sulhan alınan şehrin yalnız en büyük kilisesi camiye tahvil edilir (buna karşılık hıristiyanlara yeni bir mâbet inşa etme izni verilir), başka bir şekilde Hıristiyanların menfaatlerine dokunulmazdı. Şehir düşer düşmez kale üzerinden ezanlar okunur, müteakiben ilk Cuma günü büyük merasimle câmiye tebdil edilmiş kilisede namaz kılınıp pâdişâhın adı hutbede anılır,, bu muvaffakiyeti müyesser ettiğinden dolayı Allah’a şükürler edilirdi. Artık şehirde kalan ve ilk yerleşen Türk kolonisinin misyonu başlardı: Ekseriya camiin veya mühim şehirlerde câmilerin etrafına medreseler ve mektepler (orta ve ilk tahsil müesseseleri), şehrin fethini temin eden “colonisateur gazi - dervişler"inin mensup oldukları tarîkatın tekkesi, hastahâneler, kervansaraylar, imâretler, çeşmeler, yollar, köprüler inşa edilir, derhal İslâmi tedris ve propaganda başlar, içtimai yardım müesseseleri çalışmaya koyulurdu. Türkler, girdikleri toprağa sulh ve sükûn, mutlak bir asayiş getirirlerdi. Halk, asırlardan beri unuttuğu bu asayişin bütün nimetlerini toplardı.
Bu şekilde, Türkistan deposundan gelen ardı arkası kesilmez Türk boyları, zamanla Hıristiyan topraklarında gittikçe daha kesif olarak yerleşirler ve muayyen bir müddet sonra, Hıristiyan ahaliyi azınlıkta bırakırlardı. İşte bu şekilde Osman Gazi ile oğlu ve halefi Orhan Gâzi, Anadolu’nun henüz Türkleşmemiş kuzeybatı köşesini, Marmara bölgesindeki son Anadolu topraklarını Türkleştirmişlerdir. Artık üçüncü hükümdara, Murad Gazi’ye, Rumeli (Avrupa) topraklarınca aynı vazife terettüp ediyordu.
Türk idaresinde yaşayan yerli ve hemen hepsi Hıristiyan (çoğu Ortodoks mezhebinden) ahaliye gelince, bunlar, büyük müsamaha içersinde hayatlarına devam ederlerdi. Türkler son derece muazzam bir teşkilât getirdikleri için Hıristiyanlar, çok defa, asayişten mahrum bulunan eski idareden bıkmış bir halde, müslüman fâtihleri halâskâr otarak kabûl ederlerdi. Harp halinde iken, Htristiyanlar ile meskûn Türk topraklarından geçen Türk askerlerinin ahaliyi herhangi bir sürede rahatsız etmesi, idam ile cezalandırılırdı. Bu titizlik çok kere Türk askeri düşman toprağında iken de gösterilirdi. Kanunî devrinde dikkatsizlikle atını bir Hıristiyanın tarlasına bırakıp ekini yedirten bir yeniçerinin idamı meşhurdur. Bu hususta misaller pek çoktur. Sulh zamanında ise, Hıristiyan, haksızlık gördüğü Türk’ü kadıya şikâyet etmek suretiyle hakkını elde ederdi.
Dînî hiçbir müdahale ve tazyik yapılamazdı. Çünkü bir defa bu husus İslâm dinince katiyen men edildiği gibi, Hıristiyanların Müslüman olması, hele kitle halinde din değiştirmeleri, Türk devlet siyâsetine aykırı idi“.22 Zîrâ gayr-i müslimlerden kendilerini himaye ve askere alınmama karşılığında "cizye" denilen husûsî bir vergi alınırdı, Cîzye’den sadece fakirler, sakatlar, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, kadınlar, rahipler ve padişahın husûsî bir fermanı ile muhtelif sebeplerden dolayı vergiden muaf tutulmuş şahıslar veya muayyen bir toprağın ahalisi muaftı. Cizye devletin milyonlarca Hıristiyan tebaası olduğu için çok mühim bir meblâğ tutardı.
. ...Büyük târihçi Lorga diyor ki: "Osmanlı saltanatının kurulmasına ait zemin hazırlığı şu idi ki... Osmanlı devleti, her ferdin sadârete kadar yükselmesine imkan veren geniş bir demokrasi içinde, eski görüş yerine yeni bir görüşle kurulmakta idi."23
Bu kısacık hulâsaya vâkıf olmadan, Türk cihan İmparatorluğunun hayrete değer muvaffâkiyeti ve az zamanda cihangir mevkiye yükselişindeki sırrı anlaşılamaz, sebeplerine inilemez. Fransız târihçisi Grenard, haklı olarak; "Bu yeni İmparatorluğun teessüsü" demektir; beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vakıalarından biridir.24
TEŞHİS
Evet; bir zamanlar cihan imparatorluğu kurmuştuk. Kuvvetli idik. Söz sâhibi idik. Başkalarının gıpta etliği, benzemeye çalıştığı halâskâr bir millettik. İnsanlık, adâlat, ilim, teknik ve medeniyet önderi idik Çünkü müslümandık. En büyük gâyemiz Allah (c.c.)’a ve Peygamberine (s.a.s.) itâat etmek, İslâm’ı yaşamak ve yaşatmaktı. Sadece ismimizle değil, her hal-ü kârımızla müslümandık, Allah’ın ahdine vefa gösteriyor, va’dîni de görüyorduk. Çünkü Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’inde; "Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte onlar, artık yoldan çıkmış olanlardır."25 "Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, sevabımızı artırır."26 buyurur.
MİKROPLAR:
Allah (c.c.), böylece, dînine yardım edene yardım etmiş; Endonezya’dan Kanarya Adalarına, Gine Körfezinden Moskova’ya, Hazar Denizinden Baltık Denizine kadar yayılmış, Büyük Okyanus hariç, dünyanın bütün büyük denizlerine uzanmış bir cihan imparatorluğu kurmayı bahşetmişti...
Ama biz bu doğru yolu devam ettirmedik. Anlaşmaya riayet etmedik. Allâh’ın emirlerini işittiğimiz halde itâat yerine isyan ettik, Halbuki Allah (c.c.) buyurur: "Ey İnananlar! Allah’a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere bile bile hıyanet etmiş olursunuz.27
Allah (c.c.) rehaveti men etti, biz gevşedik. Allah (c.c.) ilmi emretti, fakat cehalet, rehavetimizin meyvesi oldu. Allah (c.c.) sadâkat ve adâleti emretti; fakat biz entrika ve zulmü seçtik. Allah (c.c.) ehliyet ve gayreti emretti; fakat biz rüşvet ve atâleti tercih ettik.. Rotayı kaybetmiştik bir kere... Kötülükler birbirini takip etti, iyilikler uzaklaştı, gitti. Çünkü Fermân-ı İlâhî öyledir: "Ey İnananlar! Allah’tan sakınırsanız O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük, bol nîmet sahibidir."28
Allah (c.c.)’dan sakınmaz, takva’ya sarılmazsak, iyiyi kötüden ayırma anlayış ve kabiliyeti de kalmayacak; beyaza kara, karaya ak diyeceğimiz muhakkaktı. Allâh’ın ipine olan rabıtamız gevşedikçe düşüş hızlandı. Düşüş hızlandıkça da denge kayboldu.
Duraklama ve gerileme, bütün mefahirimize ve hayat kaynaklarımıza olan güvenin sarsılmasına; güven duygusunun sarsılması da aşağılık duygusu ve yabancı hayranlığının doğmasına sebep oldu. Artık değer hükmümüz değişmişti.
İhanetinden dolayı, II. Mahmud zamanında idam edilen Patrik Gregoryos, Rus Çari Aleksandır’a yazdığı tavsiye mektubunda şöyle diyor:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkündür. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sâhibidirler, Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından ve kadere rizâ gösterdiklerinden, pâdişâhlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itâat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idare edecek reislere sâhip oldukları müddetçe çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da an’anelerine olan merbutiyetten, ahlâklarının selâbetin’ den gelmektedir. TürkIerde evvelâ itâat duygusunu ’kırmak ve manevî rabıtalarını kasretmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icabeder. Bunun da en kısa yolu, an’anat-ı milliye ve mâneviyelerine uymayan hâricî fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır. Türkler hâricî muaveneti reddederler. Haysiyet hisleri buna manidir. Velev ki muvakkat bir zaman için zâhirî kuvvet ve kudret verse de, Türkleri hârici muavenete alıştırmalıdır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı devletini tasfiye için ınücerred olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden hakîkatlara nüfuz edebilmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır."29
Gregoryos’un tavsiyeleri böyle. Ve bugünkü durum meydana geldi. Bu netice tabiîdir. Çünkü Sünnetullah öyledir. Allah (c.c.) buyurur:
"(Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu katiyyen değiştirmez."30
"Allâh’a ve Peygamberine muhalefet etmekte olanlar, muhakkak ki kendilerinden evvelkilerin uğratıldıkları zillet gibi zillete (ve helake) giriftar edilmişlerdir. Halbuki biz (onlara) açık açık âyetler de indirmişizdir. [Bunları inkâr eden] kâfirlere horlayıcı bir azap vardır." 31
İnkâr etmiyoruz ama; ne dersiniz, itâat ediyor muyuz?
REÇETE:
Bütün bu hastalıkların tedavisi mümkündür. Reçetelerin en mükemmeli, ilâçların en müessiri elimizde; en hâzık doktorlar nezdimizdedir. Bir yazarımızın dediği gibi:
"Kutlu Kitabımızda daha dün gelmiş gibi bütün canlılığı ile duran vahyi rûhumuzun yaralarına tek merhem bilelim.
Bu neslin yarasına şifa, Kur’an’ dan gelecektir. Vahiy onaracaktır yarayı.
Kur’an, öyle bîr merhemdir ki, sesi ayrı derde, sözü ayrı derde, anlamı ayrı derde, te’vîli ayrı derde, hikmeti ayrı derde, hükmü ayrı derde, kıssası ayrı derde çâredir. Kur’an’dır bütün dertlere çare olan.
Kur’an’dan mahrum, Vahiyden ırak insanlık ne yapsa eksiktir, bir eksiklik duyacaktır.
Vahiy, duygu, düşünce ve inanış; melekelerine öyle bir bereket katar ki, onunla ilerleyen insanlık, hiçbir medeniyetle ölçülmez bir medeniyet hızıyla ilerler ve yükselir. Oruç, namaz, zîkîr, hac, zekât vahyin, Kur’an yapraklarından insana uzanan elleridir. Kim o ellerden tutarsa, hayat ve ölüm kaymalarından emîn o!ur."32
Bir şâirimiz de bu büyük gerçeği şöyle dile getirir:
Kurban’da ki nur çağlayanından hız alan ses, Bir câzibenin feyzi ki ruhlar ona mâkes., insan; o İlâhî sesi ruhunda duyarsa.
Aşkında gönül bestesinin
neş’esi varsa. Her müşkilinin hallini
KUR’AN’da görür de. Hakkın sesi derman olur
âlemdeki derde!33
Kusur reçetede değil, onu uygulamayanda; kusur doktorda değil, onu duymayandadır...
(1) el-Enfal :20-22
(2) Baziçe: F, î. Oyun. (M. M. özön, Osmanlıca - Türkçe Sözlük, Tan Mat. 1959.) (S) (3)Müdavat: A. 1, (Dsva’dan) Hastaya bakıp llâg verme, (ag, esr.)
(4) Tasaddi: A- 1, Bir işe girişme, (ag, esr.),
(5) Ziya Paşa’nın Şiirleri, Ank. 1957, a, 49, 61
(6) T. Yılmaz öztuna, Türkiye Tarihi, Tifdruk Mat. San, A.g, 1964, C. III, i. 15 vd.
(7) T. Y. öztuna, a.g. eser., C. III, e. 233.
(8)ag. esr., C. III, s, 10.
(9) ag. esr., C. VII. s. 25 vd.
(İ0) ag, esr., C. VIII s. 63 vd.
(11) ag. esr., C. XI, a- 51 vd.
(12)d’ohssan, VII, 443; Lavisse-Ramboud, V. 7-191 Hammer, VI. 446. T/Y.ö. Rg. esr, C. VII, s. 176.
(13) Bahr, Mir, Safvet Bey, Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi, TOEM No, 10, 11. T. Y. Öztuna, ag. esr., C. VII, a. IBS.
(14) R. Sedillot, Hist. du Monde, 184, T.T. Oztuna, as. esr., 3, s, 218.
(16) Benolast-Mechin, 54, İS. T. Y. öztuna, ag. esr., C. 3, s. 218.
(16) Melzig, 65. T. Y. Öztuna, ag, «ar., C. VI, B. 120.
(17) Bu hesap 1964 yılına aittir. Günümüzde daha fazla eder.
(18) T. Y. Öztuna, ag. esr, C. 3, s. 211
(19) ag. esr., C. 4, s. 28.
(20) Abdurrahman Azam,. Ebedi Risalet, İst. l961. s. 74 vd.
(21) Melzig, 13: T. Yılmaz öztuna, ag. esr., C.V., s. 177 vd.
(22) Yazarın: Hırıstiyalar’ın toptan müslüman olmasının Türk devlet siyasetine aykırı olduğu, hakkındaki ifadeleri, indi mütealarından ibarettir ve bizzat kendilerinin tesbit ve İfade ettikleri gerçeklere aykırı düşmektedir.
(23) Hist des etats Balcanlquas, s. 1
(24) T. Yılmaz Oztuna, ag. esr., C. 3, s, 11 vd.
(25) Süre-i Nur: 65,
(26) Muhammed (s,a.v.): 7.
(27) EH-Enfâl: 37.
(28) El-Enfal: 29.
(29) Tarih Konuşuyor, C. I, sayı; I, s. 69-70; Ahmet Gürkan, ag. esr., a. 284 vd.
(30) Er-Rad: 11.
(31) Mucadile: 6.
(32) S. Karakoç, Sütun, Fatih Mat. 1069, C. II, s. 403.
(33) Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tül ve Alevler, tat. 1970, S. 30