Makale

ANADOLU KÜLTÜRÜNDE Hz. PEYGAMBER SEVGİSİ

ANADOLU KÜLTÜRÜNDE
Hz. PEYGAMBER SEVGİSİ

Doç. Dr. Fikret KARAMAN

Peygamberlere inanmak, imanın temel şartlarından biridir. İslâm Dini Cenab-ı Hak tarafından gönderilen bu elçiler arasında her hangi bir ayırım gözetmemiştir. Hatta Kur’an-ı Kerim gelip geçmiş bu peygamberlerin hayatlarına, kavimleriyle olan ilişkilerine, mucizelerine ve çalışmalarına dikkat çekerek onları övmüştür. Bu arada nebilerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilmesine dikkat çekilmiş, O’nu sevmenin ve getirdiği İlâhî mesajı tasdik etmenin gerekliliği vurgulanmıştır. Çünkü Allah ve O’nun elçisi Hz. Muhammed (s.a.s.)’i sevmek olgun imanın bir işareti olarak kabul edilmiştir.
Nitekim şu hadiste de bu sevgiyi gönlünde taşıyanların imanın tadını alacakları müj- delenmektedin "Kimde üç şey bulunursa imanın lezzetini tatmış olur: Allah ve Resû- lüllah ı her şeyden fazla sevmek, başkasını severken sadece Allah için sevmek ve Allah onu hidayete kavuşturduktan sonra küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlan- mamak.”"1 Yine sevginin önemini vurgulayan başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, hiç biriniz ben ona babasından ve evladından daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.”12’ Hz. Ömer (r.a.) bu hadisi işitince: "Ya Resûlül- lah, sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ya Ömer nefsinden de sevgili olmalıyım” buyurunca; Hz. Ömer (r.a.), “Nefsimden de” diyerek durumu arz etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): "Ya Ömer, işte şimdi oldu" cevabını verdi.131 Görüldüğü gibi sevgide öncelik sırası ve en geçerli olanı Allah ve onun elçisine karşı beslenen sevgidir. Kur’an- ı Kerim’de Allah’ı sevmenin ön şartı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’e tabi olunması gerektiği bildirilmiştir: “(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”4’
Bu özet açıklamadan da anlaşılacağı gibi muhabbet, ruhun kendisinden lezzet duyduğu bir şeye meyletmesidir. Elmalı Hamdi Ya- zır bu durumu şöyle açıklamıştın “Nefsin kemali, idrak ettiği bir şeye, öyle bir meyildir ki, ona takarrub için lazım gelen esbab-ü vesa- ile sevk eder. Muhibbin gayesi mahbubun rızasına nailiyyet ve gazabından tevakki etmek olduğundan, muhabbet irade-i taatı ve ictinab-ı ma’siyeti muktezidir.”5
Anlaşılıyor ki, Kur’an ve Sünnet’in öngördüğü bu sevgi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı olan inancın sosyal hayatımıza yansımasıdır. Zira tarih boyunca milletimiz ona derin bir hürmet ve sevgi beslemiştir. Gerçekten Anadolu insanının okumuşunda, okumamışında, gencinde, yaşlısında, kadınında ve erkeğinde Resülüllah’ın bir imajını görmek mümkündür. O’nu kendi hayatlarına, düşüncelerine, kültürlerine, davranışlarına ve çevrelerine yansıtmışlardır. Şanlı tarihimizi ve kültürümüzü zenginleştiren bu örneklerden birkaç tanesine işaret etmekte yarar vardın
1- Anadolu insanı Hz. Muhammed (s.a.s.)’e olan sevgisinden ve bağlılığından dolayı çocuklarına onu hatırlatacak isimler vermektedir. Erkek çocuklarına Mehmet, Ahmet ve Mustafa gibi isimleri tercih ediyorlar. Bu hususta bir inceliği de dikkate alarak "Muhammed" ismini verecek olursa ağzından çıkabilecek bir hatalı ifadeden dolayı Peygambere saygısızlık olmasın diye daha çok “Mehmet” olarak isimlendirmeyi uygun görmüşlerdir. Bu duygu ve hasret, kız çocukları için de geçerlidir. Bilindiği gibi “gül” ve kokusu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in teninden hasıl olduğu söylenmekte, bu nedenle gül motifi onun bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Bu hususta merhum Ahmet Kabaklı bir makalesinde şöyle bir olay nakletmektedir: “Mahallemizde kapıcılar var. Onların hanımları aralarında konuşuyorlardı. Çoğunun kızlarının adı Gül, Güldane, Gülser, Gülseren veya Güllü gibi bir isimle başlamaktadır. Sordum nerelisiniz? Çankırılı, Çorumlu, SivaslI, Kırşehirli, YozgatlI, ErzincanlI gibi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden olduklarını söylediler. Dedim ki; “Sizin köylerinizde Gül pek fazla değildir. Neden çocuklarınıza hep Gül adını veriyorsunuz? Yoksa Gül’e olan hasretinizi mi böyle ifade ediyorsunuz.” Hanımlardan en yaşlısı tebessüm ederek şöyle cevap verdi: “Yok bey yok. Gül Peygamberimiz (s.a.s.)’in remzidir.
Gül O’nun sembolüdür, simgesidir. Biz çocuklarımıza Gül adını vermekle Peygamberimizin adını veriyoruz. Onları öpüp koklamakla Peygamberimizi koklamış oluyoruz.’’ Belki bu kadın okur-yazar bile değildir. Ancak onun gönlünden gelen bu cevap, bir kültürü ve sevgiyi canlandırmakta, ayrıca Yunus’un asırlar öncesi söylediği şu dörtlüğü hatırlatmaktadır:
“Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Şefaat eyle kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed”161
2- Bilindiği üzere yüce dinimiz vatan, hürriyet, cihad ve şehitlik gibi konulara önem vermektedir. Bunları korumaya çalışan bir milletin ordusunun fertlerine, adeta Hz. Muhammed (s.a.s.) gözüyle bakılmasından dolayı “Küçük ve sevimli Muhammed" manasına gelen “Mehmetçik” ismi verilmiştir. O’nun mensup olduğu askerlik mesleği ile icra ettiği görev ve hizmetinin önemini vurgulamak için de, “Peygamber Ocağı’’ denmiştir.
3- Yavuz Sultan Selim tarafından bazı mukaddes emanetlerin Topkapı Sarayı’na nakledilerek burada muhafaza edilmesi, milletimize ayrı bir haz ve heyecan vermiştir. Yüzyıllar boyunca bu mukaddes emanetin bulunduğu dairede gece ve gündüz ara verilmeksizin Kur’an okunması teamül haline getirilmiştir. Diğer yandan her yıl Ramazan ayında binlerce insan Hırka-i Şerif Camii’ni ziyaret ederek O’na karşı olan sevgi ve hasretini gidermektedir.
4- Asırlar boyunca Osmanlı sultanları Hicaz bölgesine hizmet ederek Mekke ve Medine halkını maddî yönden desteklemişlerdir. Ayrıca "Haremeyn’i korumayı, bakım ve onarımını yapmayı dinî ve hayrî bir görev telakki etmişlerdir. Her yıl üç aylar girdiğinde Anadolu insanının katkısıyla, Kudüs, Medine ve Mekke’deki Müslümanlara ulaştırılmak üzere para, kumaş vs. kıymetli eşya gönderilirdi. Buna "Surre"’ denmekteydi. Bu tür yardım götüren özel birliklere de "Surre Alayları" denirdi. Bu uygulama da Anadolu insanının Hz. Peygambere duyduğu sevginin güzel bir örneğidir.
5- Anadolu’da yerleşmiş bir mevlid kültürü vardır. Doğum, ölüm, sünnet, nişan, düğün, kandil, hacı uğurlama ve karşılama gibi akla gelebilecek bir çok tören sırasında mevlit okunmaktadır. Bu geleneğin OsmanlIlar döneminde de “Mevlid Alayı” şeklinde resmi bir merasim halini aldığını görmekteyiz. Her yıl Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğum gününe rastlayan Rebiu’l-evvel ayının onikinci gününde Sultan Ahmet Camii’nde bir merasim yapılırdı. Burada devlet erkânı ve müderrisler protokol sırasına göre (Vezirler, Yeniçeri
Ağası, Defterdar, Reisü’l- Küttap, Kapıcıbaşı Ağalar...) otururlardı. Daha sonra ferace giymiş Padişah, alay eşliğinde camiye götürülürdü. Padişahı Yeniçeri ve Kapıcıbaşı Ağaları selâmladıktan sonra yerlerini alırlardı.
Milletimizin asırlar boyunca sahiplendiği bu mevlid kültürü, günümüzde de millî birlik ve beraberliğimizi korumada önemli bir yer tutmaktadır. Bugüne kadar Hz.
Peygamber (s.a.s.)’e olan sevgi, aşk ve hasretlerini “Na’f’lar halinde dile getirmek üzere yüzlerce mevlid metni yazılmıştır. Fakat bunların arasında Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlidin müstesna bir yeri vardır. Merhaba bahrinden alınan şu mısralarda, bir yandan Resûlüllah’a, dünyayı şereflendirmelerinden dolayı hoş geldiniz denilmekte, diğer yandan da âsi, günahkâr, çaresiz ve zor durumda kalan bütün ümmet için bir kurtarıcı olduğu müjdelenmektedir:
‘"Merhaba ey âsi ümmet melceî
Merhaba ey çaresizler eşfaî
Ey cemali gül yüzü bedr-i münir
Ey kamu düşmüşlere sen destgir”
6- Şairler, aşıklar ve edipler, fizikî ve coğrafî anlamda uzak olsalar bile, Anadolu İnsanı ile Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O’nun kabrinin bulunduğu Medine şehri arasında bir sevgi köprüsü kurmuşlardır. Öyle ki, O’na ulaştırılmak üzere esen rüzgârlar ve akan sularla selâm, hasret, ta’zim ve sevgilerini göndermişlerdir. Şu şiir bunu ne güzel dile getirmiştin
"Ey bâd-ı saba, yolun uğrarsa semt-i Haremeyne,
Ta’zimimi arzeyle, Resûlü’s- Sekaleyne"
Fuzuli de ’Su Kasidesi’nde Fırat ve Dicle’nin aktığı istikameti Peygamberin istikameti olarak değerlendirerek bu iki nehrin başlarını taştan taşa vurup o yöne doğru yol almalarını Peygamber (s.a.s.)’e ulaşmanın çırpınışları olarak değerlendirmektedir:
“Ravza-i kûyına her dem durmayıp eyler güzar
Âşık olmuş galiba ol serv-i hoş-reftare su.”
“Hak-i payine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urur gezer âvâre su.”
Şu beyit ise Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sevgisini zirveye taşıyarak onun muhabbetten yaratıldığını ve kaynağını ondan almayan bir sevginin değeri olmadığını çok veciz bir şekilde açıklamaktadır:
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?” Millî kültür, örf ve adetlerimizle iç içe girmiş Hz. Peygamber sevgisini bir makale ile ifade etmek elbette mümkün değildir. Memnuniyetle ifade edebiliriz ki, yüce milletimiz bu alanda zengin bir miras ve birikime sahiptir. Her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine kalbî bir bağlılık söz konusudur. Yapılan mabetler, kılınan namazlar, teravihler, tutulan oruçlar, heyecan ve göz yaşları ile yerine getirilen Hac ibadeti ve Medine ziyareti, bunun canlı örneğidir. Yine onun ismi anılınca gösterilen saygı, getirilen salavat, ellerin kalbin üzerine götürülerek kıyam edilmesi gibi hususlar, toplumumuzla bütünleşmiş davranışlardır. Belki insanlarımızın Kur’an’ın bütün emirlerine riayet etmekte zaafı ve eksikliği olabilir. Fakat o, bunları yerine getirmediği için ayrıca muzdariptir. Halinden memnun değildir. Onları zamanla telafi edeceğini her fırsatta tekrarlamaktadır. Ecdadından aldığı saf ve temiz bir inanç ve kültürle kitabına, Peygamberine, bayrağına, iffetine ve bunlardan kaynaklanan bütün mukaddes değerlerine son derece bağlıdır. İşte bu samimi duygu, bağlılık ve teslimiyet, bizim için çok önemli bir miras ve zenginliktir. İnsanımızın bu güzel hasleti şu hadiste zikredilen bir olayı hatırlatmaktadır. “Bir adam Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna gelerek ona kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Resûlüllah da o husustaki kesin bilginin Allah’a ait olduğunu belirttikten sonra adama o gün için hazırlığının olup olmadığını hatırlattı. Soru sahibi mahcubiyet içinde “Ya Rasûlüllah, namaz, oruç ve zekât gibi temel ibadetlerde eksiklerim olabilir. Fakat Allah ve Rasûlüne olan sevgim tamdır. Bunda eksiklik yoktur" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sen sevdiğinle beraber olacaksın.”’71
Bu hadisi okuyunca ümidimiz artmaktadır. Zira çağımız insanının amel noktasında eksikliklerinin olduğu doğrudur. Fakat Allah’a ve O’nun elçisine olan iman ve sevgisinin ise gönüllerde iz bıraktığı da bir gerçektir. Bu ümit ve temenni ile konuyu Anadolu insanımızın hislerine tercüman olan Ali Ulvi Kurucu’nun şu beytiyle tamamlayalım:
“Gönlüm sana âşık, sana hayrandır efendim.
Bir ben değil, âlem sana kurbandır efendim."

1- Buhârî, İman, 2.
2- Buhârî, İmarı, 2.
3- Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. I, s.
31-32, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.
4- Al-i İmran, 31.
5- Elmalı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s, 1076, Eser Kitabevi, İstanbul.
6- Ahmet Kabaklı, Kudu Doğum Haftası, 12-17 Ekim 1989,
s. 32, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
7 - et- Tac, c. 5, s. 80.