Makale

DEVLET-İ ALİYYE’NİN KURULUŞU

Başyazı

DEVLET-İ ALİYYE’NİN
KURULUŞU

1299 yılı, Osmanlı Devleti’nin çekirdeğini teşkil eden Osmanlı Beyliği’nin Anadolu Selçuklu Devletinden ayrılarak, müstakil bir devlet olarak ortaya çıkışının başlangıcıdır. Gerçi, para bastırmak ve kendi adına hutbe okutmak gibi o devirde bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmanın şartlan daha sonra Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey zamanında gerçekleşmiştir. Ama hareketin ilk siyasî-askerî başlangıcı Osman Bey zamanında gerçekleşmiştir. İleriki yıllarda “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye” adıyla anılacak ve tarihte 623 sene gibi çok uzun bir dönem üç kıtada hüküm sürmüş ve kendine özgü yüksek bir medeniyet kurmuş olan Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümünün 1999 yılı boyunca çeşitli ilmî ve kültürel faaliyetlerle kutlanması beklenmektedir. Bu konuda matlûb olan; Osmanlı Devletini müstemlekeci ve baskıcı bir idare tarzı olarak göstermiş olan ve bunu -maalesef- müsteşrikler ve misyonerlerin propagandalarıyla İslâm ülkelerinin bazı aydınlarına bile kabul ettirmiş olan Batılı ülkelerin objektif ve insaflı bilim adamlarını ülkemize davet ederek, bu konuda bilimsel konferanslar vermelerini sağlamaktır. Mümkünse, İslam Dünyasından da tarihçiler getirmeli, yorumları alınmalıdır.
Son dört asırda İslâm Dünyasının liderliğini ve koruyuculuğunu yapmış olan ve bu sebepledir ki, yıkılması için yüzlerce plan, proje (!) ve tuzak üretilmiş bulunan Osmanlı Devleti, Türklerin kurduğu en büyük ve en güçlü siyasî teşkilatlanmanın adıdır. Pek çok ırktan ve inançtan oluşan ve geniş bir coğrafyayı kuşatan sınırlara sahip olan Osmanlı Devleti, sadece askerî gücü ve otoritesi sayesinde değil; adaletli devlet anlayışı, çeşitli kitleleri uzlaştıran hoşgörülü yönetim tarzı ve sahip olduğu fikrî ve doktriner üstün değerler sayesinde uzun süre ayakta kalmıştır. Bu üstün değerler arasında İslâm Dini’nin fevkalade önemli ve özgün bir yeri vardır. Bu üstün değerler; ilk Müslüman-Türk devletler olan; Karahanlılar, Gazneliler, Samanoğullan, İdil-Ural Türk Devleti ve Selçuklularca da benimsenmiş ve yaşanmış olan hasletleri ve üstün ilkeleri ihtivâ ediyordu. Bu değerler arasında “Din ü Devlet, mülk ü millet” başta gelmektedir.
Fatih Sultan Mehmed, bu ilkelerden birini mısralarında şöyle ifade etmiştir;
“İmtisâl-i Câhidû fillâh oluptur niyyetim,
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.”
Haçlı Seferleri ve Moğol İstilâsı gibi etkileri uzun zaman devam eden iki büyük felaketi aynı devirlerde yaşamış olan İslâm Dünyası, Osmanlı Devleti’nin bir cihan devleti olarak ortaya çıkıp, üç kıtada geniş bölgelere hakim olmasıyla birlikte yeniden toparlanıp, canlanmış; hicrî beşinci asırda duraklama süreci içine girmiş olan İslâm Medeniyeti de bu sayede -en az üç asır- yeniden diri ve zinde tutulmuştur. Anadolu’yu ve Ortadoğu İslâm Dünyasını yeniden cazibe ve ilgi merkezi haline getirmek Osmanlı Türklerine nasip olmuştur.
İlim, kültür, sanat, hayrat faaliyet ve hizmetlerinin en üst derecede korunup gözetildiği ve insan haklarının korunup, yaygınlaştırılması konusunda ileri adımlar atıldığı bir hukuk devleti olan Osmanlı Devleti’nin geri kalmışlığı konusu, çeşitli açılardan yeni baştan incelenmeli ve peşin hükümlerden sıyrılarak çok yönlü olarak araştırılmalıdır. Bu konuda İslâm iktisad tarihçilerine ve bilim tarihi otoritelerine önemli hizmetler terettüp etmektedir. Asırlarca önce “Hasta Adam” olarak nitelenen ve yıkılması için uluslararası tuzaklar hazırlanan Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve yıkılışı, Batılı devletlerin uluslararası politikaları ve müstemlekecilik amaçlan açısından yeniden incelenmelidir. Ancak bu arada İbn Miskeveyh ve İbn Haldûn gibi İslâm Tarihçilerinin getirdiği sosyolojik izahlar da dikkate alınmalıdır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecine iyice yaklaştığı (1280-1300) yıllan arasında iç çekişmeler ve Selçuklu’nun varisi olmak isteyen beyliklerin siyasî ihtiraslarla çalkalandığı bir dönemde, bu çeşit dünyevî kaygı ve hırslardan uzak kalmış, Bizans sınınnda, Bilecik-Söğüt ekseninde küçük bir “Uç Beyliği” statüsünde, askerî hizmet görmekle meşgul bulunan ve İslâm’ın cihad ve gazâ ülküsü uğrunda hayat sürmekte olan Kayı Bo- yu’nun bir aşiretine, Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Bey’e, bir cihan devletinin kurulmasının nasib olması Cenâb-ı Hakk’m sonsuz lütfunun takdiridir. Bu olay, ibret ve hikmetle üzerinde düşünülmesi gereken bir dönüm noktasıdır. Tarihin tekerrür etmesi olayı, her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Devlet-i Aliyye’nin nüvesini teşkil eden Osmanlı Beyliği’nin oluşumunda, Osman Gazi’nin kayınpederi ve hocası olan Şeyh Edebâli’nin gayretleri ve sosyo-kültürel etkileri ayn bir araştırma konusu olacak kadar önemlidir. Hem dinî ve hem de sosyo-ekonomik bir örgüt olan Ahîler, Şeyh Edebali’nin etkisiyle, yeni teşekkül eden bu Müslüman -Türk devletine destek olmuşlar; Anadolu’nun her bölgesinde bu yeni devletin hüsnü kabul görmesinin alt yapısını -sağlam bir şekilde- hazırlamışlardır. Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey’e yönelik siyasî vasiyetnâmesini ve bu vasiyetin nesilden nesile geçen etkisini de hatırlamak gerekir.
1919 yılında, Mondros Mütarekesinin hükümlerini kendi isteklerine göre yorumlayarak, Anadolu’yu hatta pâyitaht İstanbul’u işgal etmeye başlayan Batılı Müttefik Devletlere (İngiltere, Fransa, İtalya) karşı; Ahiliğin Anadolu’daki merkezi durumunda olan Ankara’da, Hacı Bayram-ı Veli’nin şehrinde, otuz bin nüfuslu bir kentte devletin korunması ve yeniden teşkili hususunda yeni bir millî direniş ve silkiniş aksiyonu başladı. Şeyh Edeba- li’den yedi asır sonra, bu himmeti Müftü Rifat Hoca ve arkadaşları başlattı. Mustafa Kemal Paşa’yı, Rauf Beyi (Orbay) Dikmen’de onlar karşıladılar. Bütün Anadolu’ya heyecan yayıldı. Dört yıla yakın süren İstiklal Harbi onlann, askerlerin ve bütün milletin üstün özverileriyle kazanıldı.
Sözlerimi Namık Kemal’in, Osmanlı Devletinin kuruluşuyla ilgili meşhur mısralarıyla bitiriyorum.
“Biz ol âli-himem erbab-ı ciddü içtihâdız kim Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten.”
Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı