İSLÂM MEDENİYETİNİN TESİRLERİ
Prof. Celâl SARAÇ
Uzak doğu medeniyetleri - Çin ve kısmen Hind - hâriç tutulursa, orta çağda, sekizinci ve onüçüncü asırlar arasında, yalnız Islâm ve Bizans medeniyetleri hüküm sürmüştür, denilebilir. Diğer taraftan, Islâm medeniyetinin, çok daha geniş sahalara yayılmış bulunması ve İspanya ile Çin sınırlan arasında büyük bir nüfuz ve tesir icra etmesi dolayısiyle, Bizans’ı gölgede bıraktığını tarih göstermektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in feyiz ve hikmetleri ve ahâdls-i Nebeviyenin amelî ahlakiyat sayesinde yeni bir hayatiyet kazanan Orla ve Yakın Şark âlemi, eski İran ve Yunan medeniyetlerinin enkazı üzerinde muhteşem bir medenî varlık meydana getirmişlerdir. Risâletpenah Efendimiz, Arap Yanmadası’nda aydınlatıcı ve öğretici vazifesine başladığı sıralarda, İran, Sasani’lerin idaresi altında âdeta bir uyanış devri geçirmekte idi. Bu bölge, coğrafi durumu itibariyle, Bizans, Hindistan ve Çin arasında, uzun asırlar her türlü fikir mübadelelerine sahne olmuştu. İran fikir ve edebiyatı, Hind kaynaklarından faydalandığı gibi, bazı siyasî ve dinî sebep ve âmillerin tesiriyle yerlerinden ayrılmak zorunda kalan Bizans bilgin ve filozofları da İran’a gelmişler, burada eski devrin felsefe ve bilgisini neşr ve tâmîm etmişlerdi.
İşte Müslümanlar İrak, Suriye ve Mısır’ı yeni görüş ve inanışların sının içine aldıkları vakit, bu medeniyetle temas etmişler, daha sonra Anadolu’yu istilâ edince Bizans’la da doğrudan doğruya münasebete girişmişlerdir, İran vasıtasiyle Hind ve Çin’in çok eski zamanlardan beri devam edegelmekte bulunan kadîm medeniyetlerinden haberdar oldukları gibi. Irak ve Mısır’da da binlerce yıl evveline ait eski medeniyetlerin hâlâ ayakta duran bazı hâtıra ve eserlerine tesadüf etmişlerdir.
İslâm Dini, pek kısa bir zamanda yayıldığı geniş bölgelerdeki muhtelif ırk ve dilden kavimler arasında kuvvetli bir bağ olmuş; ticarî mübadeleler, seyahat ve harbler, dinî ve fikrî cephe birliğini kurmuş; millî sanat ve edebiyat üzerinde tesir icra etmiş; tıbbın, fen ve tekniğin hârikulâde bir inkişaf ve terâkki göstermesini mümkün kılmıştır.
İşte bu suretle cihanşümul bir mâhiyet alan İslâm irfanı, bilhassa altın devrinin yaşadığı onuncu asırdan itibaren, kendisine ilk malzemeyi temin etmiş olan eski kaynaklar üzerinde hayırlı tesirler icrasına başlamış, aldığını kat kat fazlasiyle ödeyerek medeniyet âlemine asırlarca hocalık ve önderlik etmiştir,
*
**
Müslümanlar, Afrika ve İspanya ile diğer Lâtin Avrupa memleketlerine uzak ve yakın doğunun san’atını, ilim ve irfanını nakle vasıta olmuşlar; her taraftan topladıkları müteferrik malzemeyi ustaca işlemişler, yeni bir zevk ve deha ile hayat dolu bir eser meydana getirmişlerdir. Şam, Bağdat, Kahire, Semerkant ve Kurtuba gibi büyük merkezleri, saraylar camiler, mektepler kütüphaneler ve rasathanelerle donatmışlardır.
*
**
İslamdan önce yakın şark’ı istilâ etmiş olan İronilerle Yunan ve Romalılar’ın medenî nüfuzları, siyasî nüfuzları derecesinde kuvvetli olmamıştı. Doğrudan doğruya işgal ettikleri şehirlerden maada hiç bir yere dil ve dinlerini kabul ettirememişlerdi. Aksine, gâlipler mağlûpların din ve diline, sanayi ve mimarîsine tâbi olmuşlardı. İşte İslâm din ve mefkûresi, Şark’da, İranî’lerle Yunan ve Romalıların başaramadıkları bu medeniyet değişikliğine, gayet kolaylıkla, inanılmıyacak bir süratle ve hiç bir şiddet istimaline lüzum kalmadan muvaffak olmuşlardır. Bu tesir yalnız dine, dile ve sanaiye münhasır kalmamış, ilim, fen ve tekniğe de şâmil olmuştur. Müslümanlar, Çin ve Hind’le temasta bulunmak dolayısiyle bir çok fennî bilgileri bu memleketlere de nakletmişlerdir. Meselâ: Meşhur hekim, filozof ve fen adamı Btrûnî, Gazneli Sultan Mahmud’un Hindistan fütuhatı esnasında bu memlekete gidip seyahat ettiği zaman Hind’liler için fennî eserlerden mürekkep bir mecmua meydana getirmiş; bilâhara Sanskrit diline nakil ve tercüme edilen bu eser Hind bilginleri üzerinde büyük bîr tesir icra etmiştir.
*
**
İslâm medeniyetinin batı Hıristiyan âlemi üzerindeki tesirine gelince: Bu tesir şarktakinden başka mahiyette belirmiş; yâni din, dil ve sanayi bakımından ziyade, bilhassa ümî, edebî ve ahlâkî yönlerden olmuştur.
Müslümanların, bilhassa onuncu asırdan sonra Avrupa üzerinde tesirlerini hissettirmeye başladıkları sıralarda, dünyanın bu bölgesi ilmen ve ahlâken çok geri durumda idi. Derebeyliğin ve koyu bir cehl ile birlikte haşin bir taassubun hüküm sürmekte olduğu bu memleketler yanında Endülüs’deki İslâm medeniyeti en parlak devrini yaşamakta idi. Bu parlak medeniyetin bînbir ümran asânm görüp bundan faydalanmak isteyenler, Müslüman medreselerine devamla bilhassa tıp ve felsefe tahsil ediyorlardı, öte yanda, (onbirinci asrın sonu ile onüçüncü asrın sonlan arasında) ikiyüz yıla yakın bir devre süresince tevali eden Haçlı Seferleri de İslâm medeniyetinin şarktaki ana müesseseleriyle temas imkânlarını çoğaltmışlardır. Endülüs Müslümanları, medreseleri vasıtasiyle Avrupa’nın ilim, fen ve felsefe hocalığım yaparken; Şark’da - bilhassa Anadolu ve Suriye’deki İslâmî eser ve âbidelerle Müslüman Örf, âdet ve ahlâkiyatı da - haçlı ordularının ileri gelen senyör ve rahipleri üzerinde derin intibalar bırakmakta idi.
Garp dünyası, Müslüman ilim ve irfanından gereği gibi faydalanmanın İlk şartı olarak, hemen hepsi Arapça yazılmış bulunan bilim ve felsefe eserlerini Latinceye tercüme etmeye koyuldular ve bu işi gayet ciddî tutarak mütercimlere mahsus müesseseler kurdular. Müslüman bilgin ve filozoflarının bu suretle tercüme edilerek Avrupa dünyasınca tanınmaya başlıyan eserleri Hıristiyanlar tarafından büyük bir rağbete mazhar olmuştur. O soman garbın mütecessis nazarları önünde yeni bir âdem açılmış, Müslüman şarkın ilim ve fennine meclubiyet (tutkunluk) asırlarca devam etmiştir.
Birunî, İbni Heysem, Râzî, Câbir, Farabî, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd ve daha bir çokları gibi Matematik, Tıp, Fizik, Kimya ve Felseie üstatlarının eserleri ve daha yüzlercesi lâtinceye tercüme edilmiş, hattâ bu orta şoğ âlemi çok eski devir eserlerine de ancak arapça tercümeleri vasıtasiyle vukuf peyda edebilmişlerdir. Hakşinas bir garp tarihçisi de, bu hakikati görerek:
«Müslümanları ve bunların arapça yazılmış eserlerini tarihten çıkarınız, Avrupa’daki sanat ve edebiyat ronesansının daha bir çok anlar gerilediğini görürdünüz!..» demektedir.
Sonraları ikinci Silvestir ünvaniyle Papalık makamına yükselen Jerberin de Müslüman Ispanya’da ikmal-i tahsil etmiş olduğu, hattâ edindiği bilgileri kendi memleketinde neşir ve tamime başlayınca câhil ve mutaassıp halk tarafından «Ruhunu şeytana kaptırmış olmakla» suçlandırılmış bulunduğu malûm ve meşhurdur.
Garp dünyasının, Islâm eserlerinden tercüme yoliyle istifadesi onbeşinci asra, hattâ daha sonralara kadar devam etmiştir. Roger Bacon, Leond de Pise, Armand de Villeneuve, Saint Tomas, Büyük Albert gibi Avrupa itim ve felsefesinin güzide simalan, hep Müslüman medreselerinde yetişmişlerdir.
Bu şirretle Müslüman bilginlerin lâtinceye tercüme edilen eserleri beş, altı asır müddetle Avrupa Üniversitelerinde esas ittihaz edilmiş; tıp gibi bazı şubelerde Müslümanların tesiri yakın zamanlara kadar devam etmiştir. Hattâ İbn-i Sina’nın Kanun’u gibi büyük tıp eserleri üzerinde, geçen asır sonlarına kadar bu üniversite hocaları tarafından şerhler meydana getirilmiştir.
*
**
Garp dünyasının hayranlığını celbederek benimsediği başka bir nokta da, Müslüman bilginlerinin kendi ilmî ve felsefî görüş ve düşünüşlerini gayet serbest olarak neşir ve tamim edebilmeleri keyfiyeti olmuştur.
İlk devirlerde hurafelere, bâtıl itikatlara değer verilmediğinden en temiz ve en kutsî hüviyetiyle varlığını ondört asra yakın bir zamandır muhafaza etmiş bulunan İslam Dini, asla mâni-i terakki olmamış; dinî inançların en samimî bir saygı duygusu ile gönülleri sardığı uzun asırlar boyunca ilim, fen ve felsefe - İslam dünyasında - en yüksek mertebelerde himaye görerek gelişmiş ve ilerlemiştir.