İSLAMDA ÎMÂN ve ESASLARI
XII
Dr. Ali Arslan AYDIN
14 — KELÂM:
Hak Teâlâ’nın muttasıl bulunduğu kemâl sıfatlarından biri de, «Kelâm»- sıfatıdır. Zât-ı Bârî hakkında vacib olan Kelâm: «Allâhu Teâlâ’nın, sese harflere ve bu harflerden meydana gelen kelime ve cümleleri tertiplemeye muhtaç olmadan söylemesi» demektir. Zîrâ, Hak Teâlâ, her türlü ihtiyaçtan ve yarattığı varlıklara benzemekten münezzehtir. Bu sebeple, sözü ve konuşması da, insan söz ve konuşmasına asla benzemez. Bu konuda, yâni Zat-ı Bârî’nin «Mütekellim» olduğunda, kelâmalar arasında ittUak vardır. Fakat Hak. Teâlâ’nın, Kelâm adı verilen bir sıfatla muttasıf olduğunda, bu sıfatın keyfiyetinde ve Kelâmullah olan Kur’ân-ı Kerîm’in kadîm ve gayri mahlûk, veya hadis ve mahlûk olduğu hususlarında ihtilâl vardır. Bilhassa Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın mahlûk olup, olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ile Mûtezile arasında, çetin ve uzun münakaşalara yol açmıştır. Biz burada, bütün bu ihtilâflar üzerinde durarak, bu konudaki mezhepleri ve herbirinin görüş ve düşüncelerini izah edecek değiliz. Zira böyle bir izahat, dergimizin ölçülerini aşar.. Biz ancak, hak ve doğru görüş olarak inanmamız gereken Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü kısaca beyan etmekle ve Mûtezile’nin şöhret bulan görüşüne işaretle yetineceğiz.
Ehl-i Sünnet Ulemâsına göre; Kelâm sıfatı, ezelî ve Zât-ı Bârî ile kaaim olan bir kemal sıfatıdır. Hak Teâlâ bu sıfatla, emirlerini, yasaklarını ve diğer hükümlerini meleklerine ve Peygamberlerine bildirir, ilâhî kitaplar, bu sıfatın taallûkiyle zuhur etmiştir. Kelâm sıfatı, ilim ve irâde sıfatlarından başka: olup, ilim sıfatı gibi, vâcıbe, cdize, miistahile, mevcuda ve ma’dûma taallûk eder. Hülâsa, hiç bir şey, bu sıfahn taallûkundan hâriç kalmaz. Kelâm sıfatı, bir sıfat-ı kemal olduğu İçin, Zât-ı Bârî’nin onunla ittisâfı vâcib, zıddı olan dilsizlik ise, bir noksanlık olduğundan Hak teâlâ’ya müstahîldir.
Ehl-i Sünnet’ten Selef ulemâsına göre Kur’ân-ı Kerim, «Kelâmullah» dır. Yâni Kur’an, Allah ile kaaim olup, mahlûk değildir. O başkasiyle değil, Allah ile başlamıştır ve Onu ind-i İlâhîden inzâl eden Allâhu Teâlâ’dır. Ahirzamanda yine ind-i İlâhîye avdet edecektir. Bunun içindir ki Kur’an, yalnız huruf, veya yalnız maânî de değildir. Belki O, hem huruf hem de maâniden mürekkeptir. Çünkü hem harf ve lâfız, hem de manâ, kelâmın müsemmasında dâhildir. O halde Kelâm, birincide hakikat, İkincide mecaz olmayıp, her ikisinde de hakîkattır. Peygamber Efendimiz’e Cibrîl-i Emin vâsıtasiyle inzâl olunan Kur’ân-ı Mübîn, hakîkaten Kelâmullah’tır. Hurûf ve elfâz mahlûk değildir. Eğer mahlûk olsaydı, Kelâm-ı İlâhî yalnız ma’nâdan ibaret olur, lâfız, da başkasının kelâmı olurdu. Yâni o manâyı Allah tekellüm etmemiş olurdu. Kur’ân okunurken işitilen Kur’ân (Kur’ân-ı mesmû’) mahlûk olmamakla beraber, okuyanın ses ve tilâveti, beşerî bir fiil olması bakımından, mahlûktur.
Bilâhare zuhur eden yeni bir görüce göre Kelâm:
Manâda hakikat, lâfızda mecaz olarak kabul edilmiştir. «îttihâdiye» adı verilen bu mezhebe göre, Kur’ân’m manâsı bir olup, bu ma’nâ kadîm ve Zât-ı Bâri ile kaaimdir. Buna «Kelâm-ı Nefsi» denir. Kelam-ı Nefsî, nefisde bulunan ve nefsile kaaim olan ma’nâ demektir. Meselâ bâzan dilimizle sükût ettiğimiz halde, kalbimizle bir şeyler söyleriz, bir ma’nâ tasarlarız. Sonra kalbimizdeki bu manâyı (sözü) kelimeler ve »es vâsıtasiyle dilimizle söz halinde ifade ederiz, işte kalbde olan bu sözlere (kelâm-ı nelsi) lisanla ifade edilene de (kelâm-ı lâfzîl tesmiye olunur. Keiâmullâh, kelâm-ı nefsî (zâtî) ile, kelâm-ı lâfzî’ye müştereken ıtlak olunur. Ancak Kelâm-ı Nefsi-İ İlâhî, Zâtullâh ile kaaim ezelî bir sıfattır. Harf, ses, tertip ve te’liflen münezzehtir, Kelâm-ı Lâfzî-i İlâhî ise, kelâm-ı nefsî’yi idrâke vesîle olan ve ona delâlet eden ibareler ve işaretlerden, âyet ve sûrelerden mürekkeptir. Vahy-i İlâhîye müstenittir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm, Zâtullâh ile kaaim ezelî bir sıfatın tecellîsi olması i’tibâriyle bir «Kelâm-ı Zât’-i İlâhî», Mushaflarda yazılan, hafızalarda saklanan, ve dillerde okunan lâfız ve kelimeleri i’tibâriyle de «Kelam-ı Lafzı-i İlâhî» olup, Kelâmullâh-ı Zâtî’ye delâlet eder. Birinci i’tibâra göre Kur’ân, ezelî ve gayri mahlûktur, İkinci i’tibâra göre ise, birbirini takip eden, yazılan, okunan ve hıfzedilen kelimeler olduğu için mahlûktur. Bu görüş, Ehl-i Sünnet’in iki büyük mezhebini teşkil eden Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’ce de benimsenmiş ve mezheplerine esas olarak alınmıştır.
Mûtezileye göre ise ;
Kur’ân-ı Mübîn, Keiâmullâh ise de, kelâm, yalnız lâfızda hakikat olduğu için, mahlûktur. Çünkü Kur’ân, hurûf ve elfazdan mürekkeptir. Hurûf ve elfâz ise birbirini tâkip eder, biri biter diğeri başlar. O halde elfaz hadistir. Hadis olan elfâzdan mürekkep olan Kur’an da hâdis ve her hâdis gibi mahlûktur. Zirâ Mûtezileye göre, Kelâm-ı Nefsî denilen Kelâm-ı Zâtî-i İlâhî sâbit değildir. İşte bu sebepledir ki, Eh]-i Sünnet ile Mutezile arasında bu mühim görüş ayrılığı vâki olmuş ve çetin münakaşa, hattâ mücadelelere sebebiyet vermiştir.
Hak Teâlâ’nın Mütekellim olduğuna en kuvvetli delil, bütün Peygamberlerin bu konuda ittifak etmeleri, «Allah şunu emretti, bunu nehyetti» demek sûretiyle O’na kelâm isbat etmeleridir. Allâu Teâlâ Peygamberleri, emir ve yasaklarını tebliğ için göndermiştir. Mütekellim olmasaydı, âmir ve nâhî olmaz, dolayısiyle risâlet de bulunmazdı. Halbuki Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’- inde:
«Allah Musa’ya hitap ederek konuştu.»[1]
«Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı» buyurmuştur.[2]
İşte İslâm’da tafsîlî imân, Allah’a îmân deyince, yalnız Zât-ı Bârî’ye îmân etmekle yetinmek olmayıp, bütün bu kemal sıfatlarına da inanmayı icap ettirir.