Makale

NEVRUZ NEDİR? RÖPORTAJ: Prof. Dr. Abdulhalûk M. ÇAY:

NEVRUZ NEDİR?

Abdulbaki İŞCAN- Ahmet ARSLAN

Bilindiği gibi milletleri meydana getiren en önemli unsurlardan birisi de kültürdür. Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve adetlerinin, fikir, yaşayış ve davranışlarının tümü o milletin kültürüdür. İnsanın yaratılışı ile başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır.
Milletlerin teşekkülünde önemli bir yer tutan, gelenekler, tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen dönemlerden günümüze kadar intikal etmişlerdir ve bu özelliği ile millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardandır.
Bayramlar da hemen her millette görülen ve toplumun her ferdi tarafından benimsenen ortak adetlerdendir. İslamiyet’i kabul etmiş olan ilk konar-göçer Türk toplulukları bayram gibi birçok adetlerini devam ettirmişler, bunları büyük bir coşkuyla kutlaya gelmişlerdir. Bu bayramların içinde hiç şüphesiz kışın soğuğundan, zorluğundan kurtulup, baharın yeşilliğini ve canlılığa geçişini simgeleyen bahar bayramları oldukça önemli yer tutar.
Tarihin en eski dönemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında bahar bayramları ile ilgili geleneklerin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görülmektedir. Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar Türk toplulukları tarafından binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlanmakta olan Nevruz da bu geleneklerden biridir.
Milletimizi birbirine düşürmek için gayret sarfeden düşmanlarımız, Nevruz bayramı gibi Türk Milleti’nin geçmişinde var olan ve halen yaşatılan bu adetleri, gelenekleri, Türk Kültürü bünyesinden koparmak istemektedirler.
Bizi biz yapan, bizi millet yapan bu değerlere sahip çıkılması açısından toplumumuzun her ferdine büyük görevler düşmektedir. Biz de Diyanet Aylık Dergi olarak, bu konu üzerinde geniş araştırmalar yapan, dolayısıyla konuyla ilgili geniş bilgi birikimi bulunan, değerli bilim adamı Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdulhalûk M. ÇAY ile görüştük.
Örf ve adetlerin, geleneklerin milletlerin var olması bakımından taşıdığı önem, bu geleneklerden Nevruz geleneğinin mahiyeti, kültürlerin bir parçası olan, milletler arasında değişik anlamlar ifade eden renklerin, Türk Kültürü açısından değerlendirilmesi gibi konularda, oldukça geniş bilgiler ve açıklamalar içeren bu röportajı ilgi ile okuyacağınızı ümit ediyoruz.

RÖPORTAJ:

Prof. Dr. Abdulhalûk M. ÇAY:

“Nevruz geleneği, bütün Orta Doğu toplumlarında, özellikle Orta Asya Türk topluluklarında, baharı karşılama geleneklerinden birisi olarak varlığını devam ettirmektedir.”
♦ Sayın hocam, kültürün kısa bir tarifini yapar mısınız?
İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadar, ortaya koymuş olduğu bütün değerlerin tümüne kültür diyoruz. Yani kullandığı etnografik malzemeden tutun, gelenek, görenek, inançlar, aile yapısı, sosyal yapı ve bu arada oturmuş olduğu ev, bina, mezar, mezartası, bunların hepsi kültürün içerisine girer.
♦ Günümüzde kültür, mad- di-manevi diye bir ayırıma tabi tutulmuş gibi görülüyor. Böyle bir ayırım sizce doğru mu?
Kültürü maddi-manevi diye ayırmak bence uygun değil. Belki su bakımdan ayırım yapılmış olabilir. Maddi kültür denildiğinde özellikle mimari eserler, sanat eserleri, arkeolojik eserler, etnografik malzemeler ele alınıyor. Yani alet-edevat olarak veyahut barınmak için kullanılan yerler, kullanılan eşyalardaki desenler, mesela halıdaki, kilimdeki çeşitli motifler, oyalar, bunların hepsi maddi kültürün içine giriyor. Ancak maddi kültür olarak bilinen kültür unsurlarına damgasını vuran bu milletin ruhundaki, düşüncesindeki, hayat görüşündeki, inançlarındaki bir takım şeylerdir. Yani bir halıda, bir kilimde, bir mezar taşında, bir camide veya bir mescidde mutlak surette o millete ait hayat görüsü akis bulmaktadır. Dolayısıyla maddi- manevi kültür ayırımı bence, kültürel değerleri daha iyi anlatabilmek, yorumlayabilmek bakımından pratik olarak düşünülmüş olabilir. Bu çerçeveden meseleye baktığımızda insanoğlunun, fiziki olarak yasamasına yarayan veya yasadığı süreç içerisinde kullandığı her türlü eşyayı makro kültür çerçevesi içerisinde düşünmemiz gerekiyor. Yani çadırdan eve kadarki olan gelişmeyi dikkate alırsak, mezarlar, ibadet yerleri, mescitler, camiler ve diğer ibadet yerleri, eğitim yerleri, medreseler, vb. bütün bunlar maddi kültür içerisinde; diğer gelenek, görenek, inanç, dil, tarih, şuur, hayat felsefesi, dini inançlara varıncaya kadar bir takım düşünceler de manevi kültür veyahut morel değerler olarak düşünülebilir.
♦ Bayramlarımız da bu moral değerler içerisinde mi değerlendiriliyor?
Evet, bayramlar da ister istemez bu moral değerler içerisinde yer alır. Bir bayram niye yapılır? Bayramlar, o bayramı yapan kişinin, gurupların o günün sevinç ve çok büyük memnuniyet duydukları bir olaydan mütevellit ortaya çıkan görüşlerini aksettiren bir takım eğlencelerdir. Bayramların bu bakımdan bireyden, topluma kadar etkisi vardır. Diyelim ki bir evde bir çocuğun doğumu, çocuk için de anne ve baba için de, ailenin yakınları içerisinde bir bayramdır. Veyahut aynı şekilde bir sünnet düğünü, bir evlilik düğünü, bir nişan töreni, bunlar aile içerisinde kalan, belli kesimlere hitap edebilen bir nevi bayramlardır, kutlanacak günlerdir. Bir de dini inançlardan gelen bir takım bayramlar vardır. Özellikle İslamiyet’te kurban ve ramazan bayramı gibi. Tabi bir de bunların dışında toplumun geleneklerinden ortaya çıkan bir takım bayramlar, adetler vardır. Bunlar da genellikle bahar aylarında, güz aylarında, mesela, hayvancılıkla ilgilenen kesimlerde bir yaylaya çıkma olayı, yayla geleneğinin başladığı günler, bir nevi o toplumun hayatında bir değişiklik yaptığı, birlikteliği güçlendirdiği, kıvançta bir araya getirdiği için bayram niteliğindendir.
Bu çerçeveden baktığımızda Nevruz geleneğinin bütün Orta Doğu toplumlarında, özellikle Orta Asya Türk topluluklarında, baharı karşılama geleneklerinden birisi olarak varlığını devam ettirdiğini görüyoruz.
♦ Nevruz Bayramı, Türk toplulukları arasında öteden beri kutlanageldiğine göre, Mevruz nedir? Nasıl meydana çıkmıştır?
Nevruzla ilgili olarak çeşitli görüşler var. Nevruz, Farsça bir kelimedir ve ‘‘yeni gün” anlamındadır. Ortaya çıkan son çalışmalara baktığımızda Nevruz geleneği, Milattan önceki yıllarda, özellikle belli bir coğrafyada yaşayan toplulukların tümünde bir bahar geleneği şeklinde görülüyor. Yani biz bu geleneği, Sümerler’de, Akat- lar’da, eski İran, Med ve Pers topluluklarında, aynı şekilde Anadolu’daki bugün tarihe mal olmuş bir takım uygarlıklarda ve Ortaasya’da varlığını devam ettiren en eski Türk kültüründe, hatta gün farkıyla Çin, Japon, Kore gibi birtakım topluluklarda da görüyoruz. Burada önemli olan ve üzerinde durulması gereken nokta, Nevruz günü olarak bilinen 21 Mart’tır. Çünkü 21 Mart gece ile gündüzün eşit olduğu ve özellikle Mısırlılar, Çinliler ve Türkler gibi Astronomiyle uğraşan topluluklarda bunun bir başlangıç olarak alındığı hususu çok önemlidir. Biz bununla ilgili olarak efsanelerden veyahut takvimden kaynaklanan bir takım gelenekler olduğu kanaatindeyiz.
♦ İsterseniz buraya biraz daha açıklık getirelim hocam. Konuyla ilgili ne gibi efsaneler var?
Efsanelerle ilgili olarak değişik görüşler var. Özellikle bunun son zamanlarda belli bir ideolojinin bayrağı haline getirmek isteyen çevrelerin ortaya koyduğu, daha açık ifadeyle, bugün Ortadoğu’da homojen olmayan ve ancak Kürt adı altında toplanmak istenen bir takım topluluklara bir milli kimlik verebilmek amacıyla, onlarda bir milli bayram fikri oluşturma çabasına girildiğini görüyoruz. Bu tamamen yanlıştır. Tabi bu gurupların dayandıkları yegane kaynak da İranlIların milli destanı olan Firdevsi’nin yazmış olduğu meşhur Seyhname’dir. Seyhname 1021 yılında yani 11. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınmış bir eserdir. Firdevsi, Seyhname’yi yazıp Gazneli Sultan Mahmud’a takdim ettiğinde "Ben İran milletini yeniden dirilttim" diyerek İran milli edebiyatının en önemli destan parçasını ortaya koyduğunu ve bundan dolayı büyük gurur duyduğunu belirtmiştir. Seyhna- me’deki olayı bölücü çevreler meşhur Kava destanına dayandırmaya çalışıyorlar. Bu konuda da bir netlik yok. Çünkü Firdevsi’nin dayandığı eski metinler, Zerdüşt’ün meşhur Avesta Kitabı, bilindiği gibi Milattan önce 331 yılında ve Büyük İskender’in İran Seferi sırasında imha edilmiş, yok edilmiştir.
Bugün Zent Avensta olarak bilinen Zerdüştün ortaya koyduğu bir takım prensipleri, inaçları günümüze getiren kitap ise Sasaniler tarafından toplamadır. Gerek Avensta da gerekse Zent Avensta da Nevruzla Kava arasında herhangi bir bağ yoktur. Kava efsanesinin yahut Demirci Kava olarak bilinen kişinin iraniliği, hatta Kürtlüğü kesin olarak belli değildir. Menşei belli değildir, tartışma konusudur. Bunu bizzat bu çevrelerin güvendiği kalemler de vurgulamaktadır. İran destanında geçtiği şekliyle, meşhur Zalim Dahhak’ın zulmünden kaçan guruplara dağlı anlamına gelen Kürt adı verildiği ve bunların Demirci Kava’nın liderliğinde bir isyanda Zalim Dahhak’ı öldürdükleri 1 598’de yazılan Şeref Name’de zikredilmektedir. Gerçekte Seyhname’de böyle bir kayıt yok. Ve Zalim Dahhak’ı mağlup eden İran hükümdarının ismi de Feridun diye belli. Ayrıca kendisini yakaladığı zaman da bir dövüşme olayı söz- konusu değil. Demirci Kava’nın burada bir fonksiyonu da yok. Kendisini bir mağaraya hapsetmiştir. Yine Seyhname’ye baktığımızda o güne İyd-i Kürt, Kürt Bayramı, dağlıların bayramı denilmiştir ki bu da tarih olarak 21 Mart’a tekabül etmez. Bu olayın tarihi 31 Ağus- tos’tur. Halen İran’ın Devalent bölgesinde yaşayan insanlar Feridun’un Zalim Dahhak’ı hapsettiği tarihi, yani 31 Ağustos’u bugün dahi İyd-i Kürt, Kürt Bayramı olarak kutlamaya devam ediyorlar. Dolayısıyla Nevruzla ilgili olarak dayandıkları kaynak olan Sehyname, kesin bir tarih belirtmiş değildir. İkinci iddiaları ise, Med hükümdarının, Babil devletini ortadan kaldırdığı tarih, Pers hükümdarının, Asur devletini ortadan kaldırdığı tarihle ilgilidir ki, bunlar tamamen teori seklinde gündeme getirilen olaylardır.
♦ Bizde de bu konuda efsa- naler var değil mi?
Evet, bizde de buna benzer efsaneler vardır. Mesela biz Türklerde 3-4 efsane vardır ki doğrudan doğruya Nevruzla ilgilidir. Bunlardan bir tanesi Divan-ü Lügat’it-Türk de geçer. Divan-ü Lügat’it-Türk de bir Türk Hükümdarının zaman mefhumunu, yani takvimin kesfi ile ilgili olarak gündeme getirdiği bir olay vardır: Bir olayı, bir hadiseyi yakınlarına sorar, her birisinden ayrı ayrı cevap alır. Bunun üzerine her yıla bir isim vermek için bir başlangıç noktasının bulunması gereğine inanılır ve sürek avında nehri geçen 12 hayvan ismi, her yıla ad olarak verilir. Bilindiği gibi bu da 12 hayvanlı Türk Takviminin ortaya çıkısını sağlar. Buna göre her 12 yıl bir devir olarak kabul edilir. Her bes devre de, yani 60 yıl da bir çağ olarak kabul edilir ki bu Türklerde- ki Astronomi bilgisinin çok eskilere dayandığını gösteren önemli bir olaydır. Başlangıç olarak, yani yılbaşı olarak da Nevruz günü benimsenir. Bu Divan-ü Lugat’it -Türk’e atfedilen en önemli efsanelerden bir tanesidir. Bir diğer efsane de Türklerin Ergenekon’dan çıkışı ile ilgili Göktürk efsanesidir. Ancak efsanede sadece Göktürk- lere ait değil, en eski Türk gruplarına mesela Hunlara, Uygur Türklerine, Kaoçi, Kuman, Peçenek Türk gruplarına ait ilgili çok enteresan tesbitler bulunmaktadır. Ergenekondan çıkış günü olarak Türklerin bunu bir bayram halinde kutladıkları gerçeği vardır.
Son zamanlarda Türk Bilim adamlarının Kültlerin milli bayramı Nevruzu Ergenekonlaştır- dıkları şeklinde iddialar, bir takım görüşler vardır. Sanki buna destek olacak tarzda, bazı yazarlar bunun bir Moğol Bayramı olduğuna dair iddilarda bulunmuşlardır. Fakat entera- san olan şey şudur. Ergene- konla ilgili olarak Türklerde yüzün üzerinde varyant varken, Moğollarda yalnızca Cengiz Han dönemi ile ilgili bir kayıt vardır. Dolayısıyla bir çok yazarın da belirttiğine göre Moğolların, özellikle Cengiz Han dönemindeki Türk-Moğol yakınlaşmasını ve kurulan devletin bir Türk Moğol devleti olduğu dikkate alındığında, bu Türk geleneğinin Moğollara Türklerden geçtiği açık olarak görülüyor. Diğer bir husus, meşhur Memlûklu Türk alimlerinden Ayberk Gevadari ki, kendisi Kıman-Kıpçak Türklerindendir. Onun yaradılış efsanesi oldukça enteresandır. İlk insanın yaradılışında Ay Atam ve Ayva adını verdiği ilk Türk erkek ve kadının yaratıldığını, bunun Nevruz gününe tekabül ettiğidir ki bu özellikler daha sonra Hz. Adem’in hamurunun Nevruz da karıldığı şeklindeki düşünce ile bir paralellik arzediyor. Yine Ergenekon destanına benzer tarzda, Azeri Türklerinden Oğuzoğlunun, kısın zulmünden kurtulabilmek için kendisine bir kurt yavrusunun rehberlik etmesi, ona buğday, koyun v.s. gibi şeyler göstermesi ve bunları kullandığı, ekip biçtiği taktirde hayatını devam ettirebileceği hususunda bir takım tavsiyelerde bulunması ki, bu da bir bakıma o günü bir bayram olarak kutlama ve o günün Nevruz olduğu şeklindeki düşünce tarzı, aşağı yukarı Ergenekon destanına bir parelellik arzeder.
♦ Bu geleneğe İslam dünyasında da rastlıyoruz. İslam dünyasına bu gelenek nasıl girmiştir?
Araplarda Nevruz geleneği mevcut değil. Dolayısıyla Türklerin ve İranlIların müslüman olmasından sonra bu geleneğin Araplara geçtiği kanaati yaygındır. Ancak islamiyete girmesinden sonra da bu defa gelenek kendisini islami kisveye bürüyerek Arap dünyasına kabul ettirmiş. Dolayısıyla Nevruzla ilgili olarak İslam dünyasında daha değişik bir takım görüşler ortaya çıkmış. İşte Yunus Peygamberin bir büyük balık tarafından yutulması, bir Nevruz günü ondan kurtulup karaya vurması,
Hz. Yusuf’un kuyudan Nevruz günü kurtulması, Hz. Ali’nin Nevruz günü doğması veya halifeliğinin Nevruz günü olması, Hz. Fatıma ile Nevruz günü evlenmesi meselesi gibi. Buna benzer bir takım yeni rivayetler söylenmiştir. Hatta daha da enterasan, Hz. Peygambere ait olmayan ona yakın Nevruzla ilgili sahte hadis uydurulmuştur, ki bu Nevruz geleneğinin islami kisve altında İslam dünyasına germesinden başka bir sey değildir.
♦ Bu geleneğin İslam dünyasına girişi konusunu biraz daha açar mısınız?
Doğrudan doğruya efsaneleri bir tarafa bıraktığımızda, öncelikli olan Nevruz’un matematiksel olarak, güneş takvimi esasına dayalı 12 hayvanlı Türk takviminde bir yılbaşı olarak benimsenmesi ki, bizde de bu yönde bir benimseme vardır. Mart ayı mali yılın başlangıcı olarak benimsenmiştir. Mart ayında vergilerin ilk taksidinin alınması, Selçuklularda, Osmanlılarda bir gelenek haline gelmiş, hatta Akkoyunlu Uzun Haşan bunu bir padişah kanunu olarak vaz’ etmiştir. Tabi bu çerçevede bir bayram havası verilmesinden dolayı Türk saraylarına saray adeti olarak girdiği gibi, halk katında da bayram olarak kutlanagelmiştir. Mesela Osmanlı Saraylarında her sene müneccimler basılan her yılın yeni takvimini Padişaha, Vezir-i Azama takdim ederken, yeni yılla ilgili olarak da bir takvim tahminlerde bulunurlardı. Bu tahminler İbrahim Hakkı Efendinin Marifetname’sine kadar girmiştir. Bunların hepsi incelendiğinde görülürki 12 hayvanlı Türk takviminin zaman içerisinde yıllarla ilgili bir takım iddiaların yansımasından başka bir şey değildir. Mesela 12 hayvanlı Türk takvimine göre ilk yıl sıçan yılından baslar ve maymun yılına kadar devam eder. Her yıla bir hayvan adı verilmiştir ve o hayvanla ilgili olarak da bir takım rivayetler uydurulmuştur. O yılda kıtlık, savaş veya bereket olacağı, bir takım felaketlerin meydana geleceği, o yılda doğan insanlarla ilgili yılın basında doğarsa iyi niyetli, ortasında doğarsa huysuz, sonunda doğarsa kötü insan olacağı şeklinde bir takım rivayetler uydurulmuştur. Bütün bunlar İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sine kadar gelmiştir. Çünkü bunlar 12 hayvanlı Türk takvimini bildikleri için, yazmış oldukları eserlere dini bir kisve vermiş olmalarına rağmen, eski inançları İslami kisve adı altında yansıtmışlardır. Müneccim başlarına bu bilgilerden dolayı hediyeler verilirdi. Bu da bir adet haline gelmiştir. Bunlar da Nevruzi olarak adlandırılmıştır. Hekim başları o günler için özel yemekler yapmışlar, bunlara da Nevruziye adı verilmiştir. Sairler de bir takım şiirler yazmışlardır. Divan edebiyatında binlerce örneği vardır. Nevruziye adı verilen bu şiirler, hükümdarlara, vezirlere takdim edilir onun karşılığında Nevruziye denilen bir takim hediyeler alırlardı. Dolayısıyla bu bir saray adeti olarak gelmiştir.
♦ Nevruz geleneği halk arasında nasıl kutlanıyordu?
Bugün için halk arasında birtakım törenler geliştirilmiştir. Mezarların ziyaretinden tutun da, alevi inançlı bir takım kimselerin mezar basında yemek ve yiyecek, çay, kahve dağıtmaları, o gün için kırlara eğlenceye gidilmesi, bu eğlencelerde birtakım mahalli etkinliklerin yapılması, sportif faaliyetler ve aşıkların sazlı sözlü atışmalar yapmaları, halk tiyatrosu dediğimiz orta oyunları olarak gündeme gelmiştir. Yine o gün şairler şiir atışmaları yapmışlardır. Nevruz günü özellikle hazırlanan yemekler bütün halka açık olarak dağıtılır. D gün bol yiyecek ve yemek dağıtılması, bir nevi o yılın bereketli geçmesi için bir dileği ifa etmektedir. Yine halkımızın içerisinde yaşayan bir şekliyle, gelenek olarak o gün doğan çocuklara, hatta hayvanlara dahi, Nevruz, Nevruzbay, Bahar, Baharay gibi isimler verilmiştir. Mesela Nevruz adının Farsça olmasına rağmen İranlılarda Kürt olarak zikredilen birtakım topluluklarda, aşiret adı olarak bulunmadığı halde, Türk topluluklarında Kırgızlarda, Azerbaycan Türkleri arasında ve Nogaylar arasında Nevruz adı kabile, aşiret adı olarak yer almıştır.
Baharın gelmesiyle ilgili olarak bir takım belirtiler vardır. Hıdır Nebi geleneği bunlardan birisidir. 6 Mayısa tekabül eden Hıdırellez dediğimiz geleneğin tarihi, Şubatın 3’üncü haftasına tekabül eder. Şubatın 3. haftası da bahar ayının başlangıcıdır. 21 Marta kadar sürecek olan yılın ilk ayıdır. Türklerde gerek Anadolu’da gerek Anadolu dışında, mesela Tunceli bölgesinde Çiftgömesi dediğimiz; Kars, Ağrı bölgesinde Kotan adını verdiğimiz veya Anadolu’da çiftekmeği olarak bilinen bir gelenek vardır. Bu Ortaasya Türklerinde Sabantoy olarak bilinir. Saban bildiğimiz saban. Bu ilk defa baharda tarlanın sürüldüğü, ekinin atıldığı gün yapılan bir törendir ki bu da baharı karşılama törenidir. Eski halk takvimine göre genellikle yıl bizde ikiye ayrılır. Bunlardan bir tanesi Kasım ayıdır. Özellikle bizim eski yaslılarımız Kasımın 50’si, 100’ü gibi rakamlar söylerler. Burada önemli olan sudur. Bilindiği gibi Ekim, Kasım ayları hayvancılıkta koç katımı, hayvanların aşılandığı aylardır. Tabi Kasım başlangıç olarak alındığında, 100 gün sonra doğuracak olan hayvanlar belirlenir. Dolayısıyla Kasım’ın 100’ü tabiri o gün için kullanılır. Bugünde çobanlar bir tören yaparlar. Kasımın 150’si ise doğum olaylarının başladığı tarihlerdir. Yavrulama dönemidir, ü gün Anadolu’da "Sava Bayramı”, "Sava Kutu Bayramı" diye anılır ki, bu da aşağı yukarı Mart, Nisan aylarına tekabül eder.
Yine buna benzer tarzda bahar çiçekleri yaygındır. Kışın bitiminde ortaya çıkan bir takım bahar çiçekleri mevcuttur, işte bu bahar çiçekleri ile ilgili olarak çocuklar bir takım eğlenceler düzenlerler. Buna halk da katılır. Mesela İç Anadolu’da Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu çevrelerinde çiğdem çiçeği, bahar çiçeği olarak görülür. Çocuklar bu çiçekleri bir ağaç dalına takarak, şiir ve maniler söyleyerek, kapı kapı dolaşmak suretiyle yiyecek, içecek ve para toplarlar. Bunları bir araya getirerek değerlendirirler. Yine bizde göçmen kuşlarının gelişiyle ilgili bir takım gelenekler vardır. Göçmen kuşlarının gelişi baharın gelişi olarak bilinir. İster istemez baharın bayram oluşundan dolayı da Anadolu’da Mart 9’u Sultan Nevruz, Nevruz gibi adlandırılarak bayram gündeme getirilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla hala devam edegelen bunlarla ilgili bir takım günler vardır. Mesela Söğüt’te Yörük Senliği. Bu şenlik Sultan II. Abdülhamit’e kadar Nevruz ayında yani 21 Mart’ta kutlanırdı. Sultan II. Abdülhamit’le beraber, onun tahta geçiş tarihi olan Ağustos’un son haftasına, daha sonra Cumhuriyetle beraber bu şenlik Eylül’ün ikinci haftasına alınmıştır. Elimizdeki net bilgilere göre, en eski kutlama şekilleri, Ertuğrul Gazi Anma Törenleri adı altında yapılmıştır. Söğüt ve çevrisindeki bu şenliğe katılma olayı Nevruzla gerçekleşmiştir.
Nevruz günü, yine Manisa bölgesinde bildiğimiz kadarıyla, 500 küsür yıldır devam eden Manisa şenlikleri vardır. Bu şenlikler Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın yaptırmış olduğu Manisa’daki külliyede yapılan senliklerdir. O külliyede özellikle akıl hastalarına dövdürülerek elde edilen macunların dağıtımı olayı vardır.
Yine 21 Mart’la ilgili olarak İzmir’in Tire bölgesinde halen bütün kasaba halkının katkılarıyla gerçekleştirilen bir tören şeklinde kutlanılması, Nevruz’un eskiden beri Türkler arasında kutlanageldiğini gösteren en önemli delillerden birisidir. Yani Tire halkı Nevruz’u kutlamadan evvel bir araya gelir, eğer Nevruz hafta içerisine gelmişse, hafta sonunda kutlanması için ortak bir komite kurularak karar alınıp tatil günlerine getirilerek, toplu olarak Nevruz bayramını kutlarlar. Bu da Nevruz’un çok eskilere dayandığını gösterir.
Nevruz geleneği, bahar geleneği ile ilgili olarak Anadolu’nun her tarafında Diyarbakır’da, Elazığ’da, Kars’da, iç Anadolu’da, Kıbrıs bölgesinde, Balkanlar’da, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar grupları, hatta Saha bölgesine kadarki Türk gruplarında da kutlanageldiğini gösteren elimizde oldukça geniş bilgiler vardır.
♦ Nevruzun dinimize ters düsen bir yanı var mı?
Bu bayram milli geleneklerimizden doğan bir bayramdır. Dolayısıyla buna dini bir kisve vermek bence hatadır. Yani Nevruz İslamidir veya değildir veyahut Mecusilik kaynaklıdır demek mümkün değildir. Mesela Özbekistan’da Türkmenler arasında diğer Türk gruplarında bulunmayan 63 yas bayramı adında bir adet vardır. Yani bir erkek 63 yaşına girdiğinde, o gün onun adına bir toy yaparlar. Toyda yapılan yemeğe de "Peygamber Ası" derler. Burada enteresan olan şey şudur: Peygamberimiz [s.a.s.] 63 yaşında vafat ettiği için, 63 yaşına gelen bir erkek bu yaşa geldiğinden dolayı, onun şerefine bir bayram yaparlar. Bunun dini yönden hiçbir anlamı yoktur. Tamamen Türk insanının peygamberine karşı duyduğu sevginin bir nişanesidir. Hatta Ahmet Yesevi gibi şahsiyetlere bakacak olursak, bunlarda 63 yaşına geldiklerinde inzivaya çekilme olayı vardır. Dolayısıyla bu milli bir gelenektir, bunun dini yönden bir sakıncası da yoktur.
İşte Nevruzu da bu şekilde düşünmek gerekir. Mesela ateş Mecusilik’te Zerdüştlük inancında, eski İran’da bir nevi tapınma vasıtasıdır. Ama Türklerde hiçbir zaman tapınma vasıtası olmamıştır. Bizde “Ateş Kültü” vardır. Ateş bir koruyucu unsur olarak düşünülmüştür. Bir Bizanslı elçi Türk Hakanını ziyarete geldiği zaman, iki ateşin arasından veya ateşin üzerinden atlatılarak geçirilir veyahut bir takım yerler tütsülenirdi. Bugün dahi Anadolu’da bir batıl gelenek olarak tütsüleme adeti vardır. Hatta bu esnada dualar bile okunur. Başka bir örnek verecek olursak, bilhassa Tokat ve Toroslar bölgesinde yaylaya çıkarken hayvanlar ateşin üzerinden atlatılarak yayla yoluna çıkarılırlar. Buradaki nüans farkına dikkat etmek lazımdır. Biz ateşi tapınacak bir ilah olarak değil de, bir koruyucu unsur olarak düşünmüşüzdür. Ama bunu eski İranlılar gerçek anlamda ateşperestlik olarak almışlardır. Dolayısıyla ateşe gösterilen ilgiyi, bir Tongay geleneği gibi geleneklere bakarak bu İslamidir veya değildir noktasında değil de, bunu Türklerin milli bir bayramı şeklinde düşünmek gerekir. Çünkü bayramları, toplumda birlikteliği sağlayan, insanları sevinçte bir araya getiren, dargınları barıştıran, hatta cenazesi olan kimselerin bile o günü sevinçli bir şekilde geçirmeye kendisini zorlaması, o gün insanların birberlerine karşı kötü söz söylememesi gibi, bir gün dahi olsa insanlar arasındaki kardeşliği, birlikteliği ortaya koyması bakımından önemli ve faydalı olarak düşünmek gerekir.
♦ Özellikle bazı bölücü grupların bir takım renkleri ileri çıkarıp, sembol olarak kullandıkları görülüyor. Bu konudaki görüsünüz nedir?
Bilindiği gibi bayraklar veya sancaklar, bir toplumun çeşitli sebeplerle, çeşitli olaylar sonucunda şekillenen ve bir bakıma bir kutsiyet ifade eden unsurlarıdır. Simdi bayrakların meydana gelişiyle ilgili her toplumda ayrı ayrı "Tamga" veyahutta "Damga" dediğimiz semboller vardır.
Bölücü gurubun kullanmış olduğu yeşil, kırmızı, sarı renklere bir takım izah tarzlarına gidiliyor ki hata bence burdadır.
Bir kere, dünyanın her milletinde o toplumun renklere karşı ilgi duymasına sebep olan bir takım nedenler vardır. Bazı milletler vardır kırmızı rengi, bazıları yeşili, bazıları sarıyı, bazıları kırmızı beyazı, bazıları mavi beyazı, bir kısmı da yeşil beyaz renkleri benimsemişlerdir. Bu renklerle ilgili olarak da bayrak dediğimiz, o milletin sembolü olan kutsal kabul edilen bir cisim ortaya çıkmıştır. En eski kaynaklardan "Çin’in Şimal Komşuları" adlı esere baktığımızda Kırgız Türkeri’nden bahsederken ta Milattan önceki dönemlerde Kırgızlar için al rengi kutsaldı deniyor. Bunlar o günkü Çinli tarihçilerin tesbitleridir. Bunu bütün Türk dünyasına teşmil etmek veyahut Kırgızların gerçekten kırmızının dışında bir renge kutsiyet vermedikleri şeklinde bir şey kabul etmek mümkün değildir.
♦ Peki bu renk mefhumu nasıl meydana çıkmıştır? Sizce neden bu kadar önemli?
Efendim özellikle bizde Büyük Hun Devleti kurulduğu zaman, Devletin kuruluşunda en- terasan olan bir renk ayrımı kendisini göstermiştir. Bu renk ayrımında yağız, yani kara renk, sarı renk, beyaz renk veya kızıl renk gibi şeyler ortaya çıkmıştır. Bunlar tamamen eski Türk ve Çin inanışındaki bir takım unsurların ifade edilmesi için kullanılmıştır. Yer, ağaç, su, ateş, gök ve bunun gibi 8 unsur için her birisine ayrı ayrı bir renk izafe edilmiştir. Bu unsurların coğrafi olarak bulunuş tarzlarına yönler, yani 4 ana yön ve 4 ara yöne göre 8 ayrı renk verilmiştir. Mesela Mete Han ordusunu kurduğu zaman, ordunun bulunduğu her bir cenahtaki atlarının rengi, o gurubun bulunduğu yöne göre (doğu, batı, güney, kuzey gibi) yerleştirilmiştir. Buna göre yağız atlar doğuyu, ak atlar batıyı sembolize etmiştir. Yani birisi sağ ise, diğeri sol kolu ifade için kullanılmıştır. Üncüsüne ve artçısına da aynı şekilde at renkleri verilmiştir. Bu at rengi olayı Türklerde daha sonraki idari yapılanmada da renk mefhumunun girmesine sebep olmuştur. Mesela Peçenek Türk- leri 8 boydan ibarettir. Aynı şekilde her boyun adı ayrı bir renge tekabül eder. Dolayısıyla bu renklere dayanarak, iste su filanca millette de var, bu millette de var, seklinde sahiplenmek bence hatadır. Bugün bu, Türkiye’de yanlış bir tartışma konusu haline gelmiştir. Her renk kendisine göre bir takım anlamlar ifade eder. Mesela bizde sarı renk genellikle hastalığın, kırmızı renk ise sağlığın işaretidir.
Gerek eski Yugoslavya’daki Türk guruplarında, gerekse Gagavuz ve Çuvaş Hristiyan Türk guruplarında, Doğu Avrupa Türk guruplarında Nevruzda, bir gece öncesinden çocuklara sarı kordela takılır. Nevruz sabahı o kordela kırmızı kordela ile değiştirilir. Dolayısıyla kötülüğü, hastalığı temsil eden sarı renk atılır; yerine sağlığı temsil eden kırmızı renkteki kurdela takılarak yeni yıla girilir. Bu bir gelenektir. Sarı rengin kendine özgü bir takım güzellikleri vardır. Fakat kızıl rengin Osman Gazi’den beri Türklerde, özellikle Osmanlı Devletinde mevcudiyeti biliniyor. Yani ilk Osmanlı Bayrağının da kızıl (al) bayrak olduğu seklinde kayıtlar elimizde mevcuttur. Dolayısıyla burada suna dikkat etmek lazım. Bayrak veya sancak mefhumundan hareketle renk meselesinin veya üstündeki şekillerin üzerinde ayrı ayrı durmak gerekir. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda sarı, kırmızı, yeşil gibi renklerin su veya bu millette olması veyahut bugün empoze edilmeye çalışılan bir takım renklerde olması meselesi bence yanlış bir tartışma ortamına götürüyor bizi.
Bugün Avrupa’da renklerle ilgili çok enteresan araştırmalar var. Her millette renk mefhumu vardır. Mesela bizde renkler hakimiyet sembolü olarak da kullanılmıştır. Hakimiyet sembolü olarak sikke kestirmek, bir çetre (çadır), bir taht, hutbe okunması bunların hepsi Türk İslam dünyasında bir hakimiyet sembolüdür. Her çetrenin (çadırın) rengi de bir hakimiyet sembolü olarak kullanılmıştır. Mesela Selçuklu Devleti’nin kurucusu Sultan Tuğrul’un çetresi kırmızı renkliydi. Yani kırmızı Sultan Tuğrul’a has bir hakimiyet sembolüydü. Aynı sülaleden gelen Sultan Sencer’in çetresinin rengi karaydı. Kara renk Sultan Sencer’in hakimiyet sembolüydü. Dolayısıyla bu renk meselesini her milletin kendi mitolojisine göre değerlendirmek ve incelemek lazım. Burada dikkat çekilecek husus; yeşil, sarı, kırmızı renklerle Kürt milli bayrağı gibi bir imajla ortaya çıkan gurupların hatasını ortaya koyabilmekdir. Özellikle burada vurgulamak istiyorum. Bu renk Zerdüştün de işaretidir. Mecusilik, onun devamı olan Yarsenizm, ve günümüzdeki Yezidizm, Kürtlerin milli dini olarak kabul edilir. Meseleyi kendi mitolojisi, yani İran Mitolojisine dayandırmak suretiyle böyle bir izah tarzına girmişlerdir. Mesela bugün Bekaa Vadisi Yarsenizm inancının kurucusu Seyh Adil’in doğum yeridir. Oranın seçilmesindeki amaç tamamen mitlerden hareketlidir. Aynı şekilde Sincar Bölgesi ve oradaki kampların bulunduğu saha da Seyh Adil’in yasadığı ve öldüğü sahadır. Simdi bugünkü siyasi Kürtçülük hareketi kendine göre bir mit meydana getirmek istemektedir. Harvırt Üniversitesinde öğretim görevlisi olan İZADİ isimli bir Yezidi profesörün dediği gibi, çok ırklı, çok dinli ve çok dilli bir millet ki böyle bir milletin tarifi ne sosyolojik ne tarihi ne de hukuki açıdan mümkün değildir. Yani bu homojen olmayan, hetorojen bir ara toplum, sınır toplumu özellikleri taşıyan bu insanları Kürt adı altında toplamak için yapılan bir vasıta olarak kullanılan bir olaydır. Meseleyi bu şekilde algılamak lazımdır.
♦ Türk dünyasının bütünlüğü açısından konuyu ele alacak olursak, bilim adamlarımıza da bu konuda bir görev düşmüyor mu?
Türkiye’de sosyolojik, folklorik ve etnografik açıdan meselenin irdelenmesi, detayına girilmesi ve Türk kültür değerleri, hem tarihi zemin içerisinde hem de bugünkü yaşanılan coğrafi genişlik içerisinde ele alınıp, Türk kültürü bütünlüğü içerisinde değerlendirmek zorunluluğu vardır. Bunu ister tarihçi olsun, ister kültür tarihçisi, isterse sosyolog, isterse etnograf, isterse folkloriz olsun bütün bilim adamlarının bu tür bir çalışma tarzına yönelmeleri gerekmektedir. Çünkü bunu ortaya koyduğunuz zaman gerçek anlamda Türk dünyasının bir çok ortak noktalarını bulmamız mümkündür.


Prof. Dr. Abdulhalûk M. ÇAY
23 Aralık 1945’te Çorum’un İskilip ilçesinde doğdu. İlkokulu İskilip Misakimilli İlkokulunda, ortaokulu İskilip Ortaokulunda, liseyi de Amasya Lisesinde okudu.
1965-1970 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek tahsil hayatına devam etti ve 1970 tarihinde adı geçen Fakülteden iyi derece ile mezun oldu. Mezuniyetten sonra üç yıl serbest çalıştı. 1973 yılında İskilip Lisesi’nde tarih öğretmenliğine başladı. 1976 yılında İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü Tarih öğretmenliğine tayin oldu. Aynı yıl Ortaköy Eğitim Enstitüsü müdür yardımcılığına getirildi ve 1978 yılına kadar bu görevine devam etti. 19781980 yılları arasında İstanbul Eyüp Lisesi Tarih öğretmenliği görevinde bulundu. 1980 tarihinde Üsküdar Kız Lisesi Tarih öğretmenliği ve müdür yardımcılığına, aynı yılın mart ayında da İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü müdür yardımcılığı ve Sosyal Bilgiler grubu ders öğretmenliğine tayin edildi.
Bu görevleri sırasında 1972 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Umumi Türk Tarihi Kürsüsü’nde başladığı doktora çalısmasını 1978’de tamamladı.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne 29 Haziran 1980 tarihinde öğretim görevlisi olarak girdi. YÖK yasasından sonra 1983’de Yrd. Doç., 1984’de Doçent, 1989da Profesörlüğe yükseldi. 1994-1995 yıllarında H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü görevine getirildi. Halen Hacettepe Ünivertisesi Atatürk ilkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi’dir.