Makale

Bilgi ve Ahlak İlişkisi

Prof. Dr. Lütfullah Cebeci
Atatürk Üniv. İlahiyat Fak.

Bilgi ve
Ahlâk İlişkisi

Her bilgi bir değer ifade eder. Bu yüzden gittikçe daha maddeci düşünen günümüz insanı ya bildiklerini paylaşmakta cimrilik etmekte, ya da her değer gibi bilgiyi de paraya çevirme konusunda çok hırslı görünmektedir. Halbuki Allah Teâlâ’dan aldıkları vahiy ile evrenin en önemli sırlarına ve bilgilerine sahip olan peygamberler, bu bilgileri insanlarla paylaşırken cimrilik ve kıskançlık etmedikleri gibi (Tekvir, 24) bunun karşılığında bir ücret de istememişler ve muhataplarına, "Biz sizden bir ücret/bir mal istemiyoruz, bizim ücretimizi âlemlerin Rabbi Allah verecek." (Yunus, 72, Hud 29; Şuara, 109, 127, 145, 163,
180) demişlerdir. Dolayısıyla peygamberler ve elbette en başta peygamberimiz Hz. Mu- hammed (s.a.s.) Allah Teâlâ’dan almış olduğu vahyi insanlara bildirmede ve insanlar için "gayb" olan şeyleri haber verip bildirmekte cimrilik etmemiş, gaybı bilir gibi davranan, gayb bilirlik taslayan kâhinler gibi veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi, ücret almak sevdasıyla kıskançlık yapmamış, bildiklerinden yarar sağlamak gibi bir art niyete sahip olmamış (Elmaiıiı,
8/5622-5623), böylece her bilgi sahibine örnek son derece ahlâkî bir tavır ortaya koymuşlardır.
Bilgi, önemli bir değer olduğu için, sahibine fert ve toplum olarak güç verir. Para, silâh, nüfus gibi başka güç kaynakları da vardır. Fakat hiçbiri, bilginin temsil ettiği güç ve kudreti ifade edemez. Bu yüzden koca ordulara sahip imparatorlar bazan, bilgisinden başka hiçbir şeyi olmayan bilge kişiler önünde diz çökmüş boyun eğmişlerdir. Meselâ MakedonyalI Büyük İskender ile Diyojen’in karşılaşma hikâyesi bunun güzel bir örneğidir. Rivayete göre, insanı erdemli yapmaya yaradığı için yalnızca bilgeliğe değer verip, kendi çağının değerlerini saçma, gereksiz ve anlamsız bulan Diyojen evi olarak kullandığı büyükçe bir fıçının önüne oturmuş bir şeylerle meşgul iken, Büyük İskender adamları ile oradan geçiyormuş. Bütün insanların önünde eğildiği, "İskender geliyor" diye ne yapacağını şaştığı bir zamanda, belki de herkes gibi ayağa kalkması gerekirken, o, hiç tınmamış, yerinden bile kımıldamamış. İnsanlar; "Sen ne yapıyorsun, gelenin kim olduğunu bilmiyor musun?" diye onu tartaklamışlar. İskender, o inşalara; "Durun, dokunmayın!" demiş ve Diyojen’e dönüp; "Görmüyor musun, İskender geliyor, diye insanlar yerlere yatıp kalkıyorlar! Sen yoksa İskender’i tanımıyor musun?" demiş. Diyojen, ’Tanıyorum, iyi tanıyorum, yani sizi iyi biliyorum." diye cevap vermiş. "O halde söyle kimim ben?" deyince de, "Seni bendemin bendesi- sin/esirimin esirisin..." cevabını vermiş. İskender, Diyojen’den duyduğu sözü, daha önce hiç kimseden duymadığı için sarsılmış ve atından inip; "Bu ne demek?" demiş. Diyojen; "Sen, toprak kazanmak için/dünya için insan öldürüyorsun. Halbuki dünya benim esirim ve kölem. Dolayısıyla sen de benim köleme köle olmuşsun. Bu durumda kim kime ayağa kalkmalı!" demiş. İskender bunu hikmetli bulmuş ve; "Dile benden ne dilersen." demiş. Diyojen de; "Gölge etme başka ihsan istemem." demiş.
Bu konuda, Bizans imparatorluğunu yıkan koca Fatih Sultan Mehmet’in hocaları Molla Gürani, Molla Hüsrev ve özellikle Akşemseddin’e karşı gösterdiği saygı ve sevgi daha güzel bir örnektir. Fatih Sultan Mehmet iki yanında hocaları Akşemseddin, Molla Hüsrev ve Molla Gürani olduğu halde, beyaz atına binmiş, fetih ordusu ile İstanbul’a ilk defa girerken, halkın arasından birçok kimse, ellerindeki çiçek demetini padişaha sunmak için ileri atılıyor ve ak sakallı Akşemseddin’i padişah sanıp ona doğru koşuyorlardı. Akşemseddin Fatih’i işaret ederek; "Sultan odur, çiçekleri ona veriniz." demek istiyordu. Fatih Sultan Mehmet ise, Akşemseddin’i göstererek: "Gidiniz, çiçekleri siz yine de ona veriniz. Sultan benim, ama o, benim hocamdır." diyerek ilmin değerine işaret ediyordu.
Bu örneklerin hepsinden önce, Cenab-ı Allah da meleklere, Hz. Âdem için secde etmelerini emrederken, yine bilginin değerini ve gücünü göstermiyor muydu! Çünkü hatırlayın hani O, Âdem’i yarattığı zaman ona bütün isimleri/temel bilgileri öğretmişti ve sonra meleklerine, "Haydi bakalım, bana şunları isimleriyle haber verin" diye onları imtihan etmişti. Melekler; "Ey Allahımız! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizim için senin bize bildirdiğinden başka bir bilgi ne mümkün? Şüphesiz ki her şeyi bilen ve daima bilen alîm ve her işinde hakîm olan ancak sensin sen..." deyince, "Ey Âdem! Bunlara onları isimleriyle bildir." buyurmuştu. Hz. Âdem, meleklere bilemedikleri şeyleri bil- diriverince de Allah Teâlâ meleklerine: "Âdem için secde edin" demiş, onlar da hemen secde etmişlerdi. (Bakara, 30-34) Aslında bu secde, hakkın, gerçeğin ve gerçek, bilginin değerini göstermek için, dolayısıyla Allah için yapılmış idi. Çünkü her gerçek en yüce gerçek olan Allah’ı temsil etmekte idi.
Böylesi değer ve güç ifade eden bilgi, her güç ve değer gibi, sahibine göre anlam kazanır. Hani atalarımız, "At sahibine/binicisine göre kişner." demişler ya, aynen bilgi de sahibine göre kişner. İyi ellerde, hayırlı, yararlı, yolumuzu aydınlatan, mutluluğumuzu sağlayan, problemlerimize çareler üreten, hayatı kolaylaştıran bir iksir olur; kötü ellerde, zararlı, hayatı zorlaştıran, başımıza dertler açan bir zehir olur. İşte burada devreye ahlâk girer. Bilginin sahibi ahlâklı ise birincisi, ahlâksız ise İkincisi olur.
Bilgi yahut ilim, yahut bilim derken, evren ve evrende olanlar hakkında, araştırma, gözlem ve deney yoluyla elde edilen fenni bilgi ile vahiy yoluyla elde edilen, peygamberler vasıtasıyla bize ulaşan dini bilgi arasında bir ayırım yapmıyoruz. Her ikisi de ortaya koyduğu bilgi ile gerçekleri aydınlatmaktadır. Dolayısıyla her iki bilgi çeşidi de sahipleri tarafından insanlar aleyhine kullanılabilir ve bir rant aracı hâline getirilebilir. Meselâ atom fiziği bilgisine sahip olanlar, bunu insanların başına belâ bir bombaya da dönüştürebilirler, reaktörler yoluyla insanı ısıtan, aydınlatan hayatını kolaylaştıran bir hizmete de dönüştürebilirler.
Hangi türden olursa olsun işte bu bilgileri, insanlığın veya biraz daha yumuşatılmış ifadesi ile kendi dışınızdaki milletlerin ve insanların aleyhine kullanmak büyük bir ahlâksızlıktır. Çünkü ahlâk ile bilim ve bilgi arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bilim ve ahlâk medeniyetleri ayakta tutan iki güçtür. Bunlardan biri yahut ikisi de olmadığında medeniyet kuramazsınız; bunlarla medeniyetinizi kurduktan sonra, yine bunlann devam etmesi ile onu ayakta tutabilirsin. İnsanın, ilerleme ve yükselme potansiyeli olan bir varlık olmasıdır. Bu özellik diğer varlıklarda yoktur. Bilim ve ahlâk, insanın ilerlemesine ve yükselmesine hizmet eden iki önemli araçtır; fakat bu, bilgi, ahlâkın kontrolünde kullanılırsa mümkün olur.
Bilgiyi üretirken, hayata yansıtırken, genel olarak kullanırken ve başkalarına öğretirken, bilgi ve ahlâk ilişkisi hep gündeme gelmektedir. Çünkü bu safhaların her birinde, bilgi sahiplerinin ahlâklı yahut ahlâksız olması sonucu kesin etkiler. Bilgiyi üretirken, sonucunun lehimizde veya aleyhimizde olup olmayacağına bakmaksızın, sadece ve sadece gerçeğin peşinde olmamız ve gerçeğe ulaşma aşkından başka bir gayemizin olmaması, insanın ahlâklı olmasına bağlıdır. Meselâ maddî âlemi inceleyen, fakat bu eşsiz düzenin yaratıcısını görmek istemeyen, varlığa yalnızca madde gözüyle bakan, her şeyi kör bir tesadüfle tefsir etmeye çalışan bir bilim, ne kadar gerçekçi ve ahlâklı davranmış olmaktadır!
Keza bilgiyi hayatımıza yansıtırken, yani bildiğimiz gerçeklere göre yaşamaya çalışırken, gerçek bilgiye uygun davranmak, şahsiyetli ve tutarlı olmak bir başka ahlâkî tavırdır. Kuran-ı Kerim’in ifade ettiği gibi, bilenlerle bilmeyenler aynı değildir. (Zümer, 9) Fakat fazilet sadece bilmekten ibaret değildir, gerçekleri bilip amel eden ile amel etmeyen de müsavi değildir. (Mü’min, 58; Nemi, 14) Hatta bildiğini başkasına söyleyip onların iyi olmasını sağlarken kendini bunun dışında sayan da bu faziletten uzaktır. (Bakara, 44) Bu yüzden Hz. Peygamber, "Allahım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, haşyet duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten sana Sığınırım." (Tirmizi, Daavat, 69; Ne- sai, Istiaze, 2) diye dua etmiş ve, "Yararlı ilim isteyin, yararsız ilimden, yani amel edilmeyen, halka öğretilmeyen, ahlâkın davranışların ve konuşmanın güzelleşmesinde işe yaramayan bilgilerden (Mubarekfuri, Tuhfe, 9/319) Allah’a sığının." (Ibn Mace, Dua,3) buyurmuştur. Yine bu yüzden Kur’an, bildiklerinin gereğini yapmayanları sert bir şekilde kınamaktadır.
Dolayısıyla gerçeğe direnen heva-ü heveslerimize, basit arzularımıza, aslı astarı olmayan zanlarımıza ve temayüllerimize uymak, hased ve ihtirasına kapılıp bile bile gerçeğin aksine inanmak ve davranmak da insanı küçülten büyük bir ahlâksızlıktır. Nitekim Kur’an birçok ayetinde böyle davrananları kınarken (Âl-i Imran, 19; Ra’d, 37; Şura, 14), bu davranışların ahlâksızlık olduğuna da işaret etmiş olur. Bildiğimiz şeyleri başkalarına öğretip, insanlığın ortak malı olan bilgiyi başkalarıyla paylaşırken, gerçekleri olduğu gibi öğretmemek, bilgi konusunda cimrilik ve kıskançlık etmek, ayrıca sahtekârlık yapıp gerçekleri tersyüz ederek, yalanları bile bile doğru gibi sunup insanları aldatmak, yine ancak ahlâksız insanların gösterebileceği bir tavırdır. Asrımız açısından bunlarla birlikte daha önemli ahlâkî bir nokta, bilgiyi kullanırken, fert ve toplum olarak kendimizin yararını her şeyin önüne alıp, diğer bütün insanların zararına olacak şekilde kullanmaktır. Dolayısıyla ahlâk olmadan bilimin bütün insanların yararına kullanımı oldukça zordur. Bu saydığımız davranışlar, bir değer ve güç olan bilgiyi insanlığın başına bir istismar aracı ve belâ hâline getirecektir. Fakat problem gerçeklerin ifadesinden başka bir şey olmayan bilgide değil, ona sahip olanların karakterinde ve ahlâkındadır. Bu güzel imkân, bilim ve teknolojiyi kendi şahsi ve toplumsal çıkarları için kullanan kişilerin elinde, sömürgenin en güçlü silahı ve şahsi çıkar elde etmek gibi, bir hayatı karartma aracı oluveriyor.
İnsanlar daha çok bilgiye sahip olunca daha imanlı, daha ahlâklı ve daha dürüst olmuyorlar. Elbette o yolda kullanılırsa bilginin bunları artırma potansiyeli var. Fakat nice bilgili kimseler, bakıyorsunuz cahillerden daha ahlâksız ve daha zalim ve daha bencil... İnsanlık tarihinin en enteresan keşif ve buluşlarını ortaya çıkarmış ve çok çeşitli bilgilere ulaşmış olan çağımız, her çağdan daha çok açlık, savaş, kirli siyaset ve zulme tanık oluyor. İnsanlığın ortak malı olan bilgi, biri- leri tarafından kendilerine saklanıyor, diğerlerinden gizleniyor. Bilgi ve iletişim çağı denen şu asır, bilgiyi üreten fakat ahlâka yabancı olan bir kesim tarafından aslında bir gizleme ve iletmeme çağına dönüşüyor. Günümüz bilim ahlâkı işte bu yüzden sorgulanıyor.
Toplumsal belâların en başta geleni, imandan, dolayısıyla ahlâktan yoksun olan ilimdir. Böyle bir ilim sahibi, inanmadığı şeyleri telkin eden, ortaya koyduğu ilmin aksini yapan, ilmi bir süs ve zekâ oyunu hâline getiren, hayatın nizamını onunla irtibatsız kılan, varlığı yokluğundan çok daha kötü olan bilgindir. İman etmeyen ilim sahibi, noksanını itiraf edinceye kadar bir sahtekârdan farksızdır. Bilgi, onun elinde sahte bir para gibi halkı aldatmaya yarayan bir vasıtadır. İman nimetinden yoksun olan ilim, manasız emek ve yükten başka bir şey değildir. Binaenaleyh, ilim yalnız amel içindir. İmana dönüşmeyen, amele geçmeyen, ahlâk için temel olmayan ilmin bir dakikalık zahmete değer yanı yoktur. Hakikat diye baktığı şeyin sonucundan ürkerek kaçanlar, kabul etmediği fikri telkine çalışanlar, inanmadığı şeyi okutan ve inanmadan okuttuğu şeyin arkasından gülenler, gerçekten ilim kalpazanları ve ilim sahtekârlarıdırlar. (H. Ziya Ülken, Aşk ahlâkı, s. 235-236, 1971) Ferit Kam’ın dediği gibi; "İnsan din hissinden, iman ve itikaddan soyutlandığı zaman kalp, insani meziyetlerin her çeşidinden o dakikada soyulur. Fazilet yıkılır, vazifeşinaslık, iffet, muhabbet, insan kardeşliği, yardımlaşma, adalet, insaf, şefkat ve merhamet gibi temiz duygu adına kalbinde ve zihninde ne varsa hepsi birer birer çekilir, kalp sahası bomboş kalır." (Dini Muhasebeler, s. 51) İşte bu yüzden insanlık, bilgi ve ahlâk arasındaki o önemli bağı koparmamalı, olabildiğince sıkı tutmalıdır.