Makale

İslâm'ın Balkanlar'ı Şereflendirmesi

İslâm’ın Balkanlar’ı Şereflendirmesi

Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol
Başbakanlık Balkan İşleri Eski Koordinatörü

İslâm’ın Balkanlar’da hangi tarihte görülmeye başladığına dair bilim çevrelerinde olduğu gibi, siyaset çevrelerinde de keskin tartışmalar sürüp gitmektedir. Bu makalede, bilinen ortak kanaatler üzerinde durulacaktır.

Müslümanlar, en erken olarak M.S. 634 yılında Istanbul’u fethetmeye çalışmış olduklarına göre, Balkan topluluklarının İslâm ile ilk tanışmaları muhtemelen bu tarihte olmuştur. Daha sonra, M.S. 717-718 yıllarında, Mesleme’nin emrindeki bir Müslüman ordusu Istanbul’u kuşatmış, fakat alamamıştır. Ancak, bu sefer sırasında Galata’da ve Selânik’te Müslüman tüccarların kolonileri kurulmuştur. Bu dönemde Galata’da inşa edilmiş bulunan cami, bugün Arap Camisi olarak bilinmektedir. Daha sonra, M.S. 823 yılında Girit, M.S. 827 yılında Sicilya, M.S. 841 yılında Otranto Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Buralardan kalkan orduların Dubrovnik, Budva ve Riyeka bölgelerine akınlar yaptıkları kaydedilmiştir. Bu akınlar sırasında yerli halkın İslâm ile tanışmış olması düşünülebilir.

İspanya Emevî Halifesi 1. Hakem’in (M.S. 791-822) saray muhafızları arasında 2000 kişilik bir Hırvat birliğinin bulunuşu, İslâm dünyası ile Balkanlar arasındaki ilişkilerin ne kadar erken başlamış olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. Siyasî ilişkiler de bundan aşağı kalmamıştır: M.S. 856 yılında Sırp Kıralı 3. Mihaylo, iman konularını tartışmak için Abbasi Halifesi Mutevekkil Bin Raşid’e bir heyet göndermiştir. Müslümanlar’ın Balkan toplulukları ile çok erken olarak ilişkide bulunduklarını gösteren deliller arasında, Mostar civarında Potoçi denen yerde bulunmuş olan ve 2. ci Mervan (M.S. 744-750) dönemine ait altın sikkeleri sayabiliriz. Öte yandan, El İdris ve İbn Havkali gibi Müslüman gezgin ve tarihçiler de Dubrovnik, Durres, Valona gibi şehirlerdeki siyasî ve beşerî durumları teferruatı ile anlatırken Vardar Nehri boyunca kuzeye doğru çıkan yolu ve çevresini de iyice tarif etmişlerdir.

Türkler’e gelince, bizim maceramız hem derindir, hem hazindir; Balkanlar’da bir med ve cezir yaşamışızdır hep! Milâdî 1080 yıllarından itibaren, Peçenekler’in ve Kumanlar’ın, Süleyman Şah’ın İzmir Valisi Çaka Bey ile işbirliği yaparak, Bizans ile savaştıkları ve bunların büyük bir kısmının Müslüman olduğu bilinmektedir. O zaman, onuncu ve on birinci milâdî asırlarda Müslüman Türkler’in Balkanlar’a kitle hâlinde kuzeyden gelmiş olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Milâdî 1091 yılında, Bizans’ın fitnesi sonucunda Kuman atlıları 40.000 Peçenek askerini uykuda basıp doğramıştır. Bunların ailelerinin ve bütün Kuman boyunun, bu feci olaydan sonra Balkanlar’dan dışarıya gitmemiş oldukları tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra, Türk askerlerinin Katalan ordusunda bulunduklarını ve hatta Bizans orduları içinde Turkopol diye adlandırılan birlikler hâlinde hizmet etmiş oldukları bir gerçektir. Bizans’ta Arap askerlerinden oluşmuş birliklerin de bulunduğu bilinmektedir. Müslüman olan bu çok milletli askerlerin Balkanlar’da İslâm bilgisinin oluşmasını temin etmiş olmaları uzak bir ihtimal olmasa gerektir. Anadolu’dan ilk toplu göçün 1261 yılında, Sarı Saltuk başkanlığında birçok Türk ailesinin Balkanlar’a göç etmesi ile meydana gelmiş olduğu yazılmaktadır. Ferdî girişimlere bir örnek olmak üzere, Alağa adlı Halepli bir Müslüman Türk ailenin milâdî 1291 yılında Kosova’nın Mılik köyünde yerleşmesini gösterebiliriz. Bunun böyle olduğunu, orada inşa etmiş oldukları bir caminin kitabesinden anlamaktayız.

Ne yazık ki, Haçlı savaşları ve kilise tarafından zehirlenmiş olan bazı milletlerin vahşî saldırıları sonucunda, Balkanlar’a yerleşmiş bulunan bu erken Müslüman öncülerinin çoğu “temizlenmiştir”. Ancak, İslâm’ı toptan kucaklamış bulunan Pomak, Boşnak ve Arnavut milletlerinin içinde bunların kalıntılarının bulunması çok muhtemeldir. Bu kalıntılar, söz konusu toplu ihtidaya güç vermiş olabilirler.

Derken, Osmanoğulları’ndan Gazi Süleyman Paşa yönetimindeki Türkler, 1353 yılında Trakya’da bulunan Çimpe Hisarı’nı almakla Balkanlar’ın fethine ve din-i mübini yerleştirmeye başlamış oldular. Bu yol, kendilerine sayısız düşman kazandırmış ve büyük fedakârlıklar gerektirmiştir. Bütün Avrupa, Osmanoğulları’nın yönetimindeki Türkler’i geriye püskürtebilmek için maddî ve manevî her türlü silâhını kuşanarak insanüstü gayretlerle mücadele etmiştir. Hatta, zamanı gelince de Timurlu, Akkoyunlu, Safevi ve Karamanlı hükümetlerle de anlaşarak emeline ulaşmaya çalışmıştır. Bu şer ittifaklarına ve içerideki fitnelere rağmen, Osmanlılar Balkanlar’a hâkim olabilmişler ise, 1331 yılında Plekanon, 1352 Dimetoka,1364 yılında Sırp Sındığı, 1371 yılında Çirmen, 1385 yılında Savra, 1389 yılında Birinci Kosova, 1391 yılında Argeşo, 1395 yılında Rovin, 1396 yılında Niğbolu, 1415 yılında Doboy, 1428 yılında Göğercinlik, 1444 yılında Varna, 1448 yılında İkinci Kosova, 1526 yılında Mohaç gibi askerlik tarihine geçmiş büyük meydan muharebelerini kazanmak ve Selânik, Üsküp, Sofya, Niş, Tırnova, Yayçe, Belgrad, Semendire ve Istanbul gibi çok önemli ve müstahkem şehirleri fethedecek deha, iman ve çelik iradeye sahip olduklarını tarih önünde ispatlamışlardır.

Bu yola hayatlarını adamış olan ve hepsi de gazi unvan ve mertebesine ulaşmış olan Kösemihaloğulları, Turhanoğulları, Malkoço-ğulları, Çandarlıoğulları gibi meşhur akıncı ailelerini ve Hacı İlbeyi, Lala Şâhin Paşa, Evrenos Bey, İsa Bey, İshak Bey, Paşa Yiğit Bey, Kara ve Sarı Timurtaş Paşalar, Umur Bey, Fâzıl Bey, Ece Yâkub, Şihabettin Kula Şâhin Paşa, Sinan Bey, Sarıca Paşa, İnce Balaban Bey, Yahşi Bey, Hamza Bey, Hüsrev Bey, Murat Bey, Tiryaki Hasan Paşa, Abdurrahman Paşa gibi efsane kahramanlarını hatırlamak ve ruhlarının önünde huşû içinde eğilmek kendini bilenlerin borcudur. Bunların hepsi, bahadırlık, irade, dirayet, rahmet, tedbir, gayret gibi faziletleri nefislerinde toplamış insanlar idi; beslendikleri ana kaynak ise İslâm ruhu ve öğretisi idi. Hepsini üstünde ve hepsine ışık vermiş olanlar ise Osmanoğulları sülâlesinin müstesna fertleridir. Bunların meziyetleri kadar, İslâm’a hizmetteki azim ve sebatları daima çok üstün bir seviyede temayüz etmiştir. Bunlar, aynı zamanda devlet adamı, asker, edip, şair, musikîşinas, sanatçı, dilci veya filozof da olagelmişlerdir. O zamanların Avrupa’sının devlet adamlarının ve askerlerinin bu seviyenin yakınlarına bile gelmiş olmaları söz konusu olamamıştır.

Hristiyan dünyası, İslâm’ın Osmanlı Türkleri’nin ellerindeki kılıcın zoruyla yayılmış olduğunu söyleyip durmaktadır. Ancak, Halil İnalcık ve S.Fraşeri gibi yazarlar, Anadolu’dan Balkanlar’a olan göçlerin ve bunlarla ilişkili olarak Balkanlar’a gelen dervişlerin gönül kazanma çalışmalarının daha önemli bir yer tutmuş olduğunu ileri sürmektedirler. İslâm’a uygun olan da budur. İslâm öğretisinin ilkeleri, cazibesi ve ikna gücü bu gayretin temel malzemesini teşkil etmiş olması pek tabiidir. Çünkü, Yüce Allah, Kur’an yolu ile dinde zorlamanın olmadığını açıkça bildirmektedir. Bu konuda, özellikle Reisül Ulema Zembilli Ali Efendi’nin fetvaları büyük bir örnek teşkil eder. Hâl böyle iken, öğretmenin ve gönül kazanmanın yerine kılıcın kullanılmış olduğunu iddia etmek, ancak safsata olabilir. Osmanlı, devlet adamı ve asker olarak iktidarın ve disiplinin tecezzi kabûl etmeyeceğini sarih olarak biliyor ve bu yoldan asla tâviz vermiyordu. Ancak, iş kişilerin özel hayatına ve inanca gelince, Osmanlı, dünyaya örnek olacak bir tutum ve yönetim tarzı sergilemiştir. Gerek Osmanoğulları, gerekse Osmanlı uleması, herhangi bir saikle Balkan ahalisinin Müslüman edilmesini istemiş olsa idi, Dünya yüzünde buna mani olabilecek bir güç yok idi. Bu takdirde de bugün Balkanlar’da Hristiyanlık’tan eser kalmamış olurdu.

Osmanlı, fethettiği yeri sömürge olarak görmemiş, yeni bir yurt olarak saymıştır. Bu yüzden de o toprakları köprüler, hanlar, hamamlar, hastaneler, bezistanlar, medreseler, camiler, tekkeler, su yolları, sarnıçlar, değirmenler ve saraylar ile donatmış, çok sayıda şehri yeni olarak kurmuştur. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tespitlerine göre, Türkler Balkanlar’da 15787 kayda değer mimarî eser inşa etmişlerdir. Öte yandan, Balkanlar’daki Hristiyan ve Yahudi tapınaklarının büyük bir kısmı da Osmanlı döneminde inşa edilmiştir. Hatta, bunlardan bâzılarının Müslüman devlet adamlarının veya padişahların parası ile yapılmış olduğu bilinen bir hakikattir. Denilebilir ki, Balkanlar’a medeniyeti Osmanlı getirmiştir. Osmanlının adaleti ve idare becerisi Hristiyan reayayi büyülerken, Bizans, Bulgar, Sırp ve Macar kiliselerinin etkisi ile işlenen zulümler Osmanlı’ya olan yakınlığı kat, kat arttırmıştır. Birer örnek olarak, Engizisyon mahkemelerini, Sırp Kıralı Duşan’ın ve Eflak Presi Kazıklı Voyvoda’nın işkence ile adam öldürmelerini, 1345 yılında Bizans’ın Edirne’de işlemiş olduğu katliamı, 1370 yılında Kıral Layoş’un Vidin’de 200.000 Ortodoks Bulgar’ı katletmesini zikretmek mümkündür. O dönemde, sadece halk değil, bölgelerin seçkinleri de Osmanlı’dan medet umar hâle gelmişlerdi. 1416 yılında, Çelebi Mehmet’in huzuruna çıkan Boşnak Beyleri ülkelerinde adaletin ve huzurun tesisini kendisinden dilemişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed’in Istanbul’un fethi sırasında halka, yöneticilere ve papazlara göstermiş olduğu âlicenaplık bizzat Rum tarihçiler tarafından teslim edilmiştir. Fâtih, son hucûma geçmeden evvel de İmparator’a bir heyet göndererek vire ile teslim teklifinde bulunmuştur. Hâlbuki, fetih kaçınılmaz gözükmektedir. Büyük Hakan, bu gönül ve ruh zenginliğini elbette ki İslâm’dan ve Türk ananesinden alıyordu.

Osmanlı’nın idare tarzı kişinin özel hayatına ve imanına karışmazken, her yerde ve her zaman İslâm’ı öne çıkarmış ve hayatı İslâm’a hizmet üzerine kurmuştur. Bu maksatla da eğitime büyük önem verilmiş ve güçlü bir mektepler ve medreseler ağı geliştirilmiştir. Gerek padişahlar, gerekse akıncı beyleri bu hususta yarışmışlardır. Üsküp’te İsa Bey, Saraybosna’da Hüsrev Bey medreseleri bunun en güzel örneklerindendir. Osmanlı devletinin esas yöneticileri olan ulema (kadılar ve müftüler) buralardan yetişerek Istanbul medreselerine erişirlerdi. Fâtih’in Istanbul’u alışını müteakip ilk işinin medreseler açmak olmuş olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Devşirmeler ve saraylılar için Enderûn denen özel bir eğitim kurumu bulunuyordu. Bu okullardaki eğitimin temel taşı İslâm akîdesinin olduğu malûmdur.

Eğitime verilen önem o kadar büyüktür ki, Türkistan’dan Istanbul’a gelirken, Ali Kuşçu’nun her adımına bir altın sayılmıştır. Bu ruh sayesindedir ki, meselâ, fethinin üstünden yüz yıl geçmeden, Bosna’da Gülistan şarihi Sudî Bosnevî gibi kimseler yetişebilmiştir.


Osmanlı, bir taraftan eğitime ve gönül kazanmaya önem verirken, özellikle Karaman, Germiyan ve Hamîd illerinden büyük kitleler hâlinde Türk göçmenlerini Balkanlar’a getirip yerleştirmiştir. Diğer illerden de mecburî göç yaptırılmış ise de, bunun yoğunluğu çok olmasa gerektir. Buna örnek olarak Prizren’deki Maraş Mahallesi gösterilebilir. Kendi başına gelenlere ise devlet desteği sağlanmıştır. Öyle olmuştur ki, on dokuzuncu asrın başlarında, Balkanlar’ın bir çok yerinde nüfus çoğunluğu Müslümanların elinde olmuştur. Ne var ki, Avrupa’nın acımasız siyaseti yüzünden Balkan Müslümanları büyük katliamlara ve göçlere katlanmak mecburiye- tinde kalmışlardır. 1993 yılında işlenen Sırebrenisa katliamı bunun dehşet verici bir örneğini teşkil eder. Öte yandan, Balkanlar’a yerleşmiş bulunan Türkler’den yerli ahali ile kaynaşıp kimlik değiştirenler de vardır. Bâzı Boşnak, Pomak ve Arnavut ileri gelen ailelerinin kökeninin Türk olduğu sabittir. Belki de bu husus, Balkanlar’daki kardeşlerimizle ne kadar yakın olduğumuzun bir delili olarak sayılabilir.