Makale

MEKKE’NİN FETHİ

MEKKE’NİN FETHİ

Osman KESKİOGLU

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Hicretin sekizinci yılı Ramazân-ı Şerîf aynıdaydı. Medine’den 10.000 kişilik İslam ordusu Mekke’yi feth etmek üzere hareket etti. Civardan katılan kabilelerle bu yekûn her an biraz daha kabarıyordu. Medine şim­diye kadar bu kadar muazzam bir ordu hazırlamamıştı. Demir zırhlar içinde sahrâyı yara yara giden bu askerler, kargılarına çıkan her şeyi ezip çiğneyecek gibiydi. Konup göçtükçe çöller yerinden oynuyor, yer gök, toza dumana katılıyordu. Bu ordunun başında Hazret-i Muhammed, her zamanki gibi, mütefekkir ve vakur tavriyle dimdik duruyordu. Bu şanlı ordu, Allah’ın yardımından başka bir şey beklemeksizin Beytullâh’ı putlardan temizlemeğe, şirkin kökünü kazımağa gidiyordu. Hazret-i Mu­hammed, atalarının, Hazret-i İbrâhim’in kurduğu tevhid dînini ihyâ için gönderilmişti. Hâlis tevhid dîninin mümessili olan Kâ’be-i Muazzama’yı müşrikler putlarla doldurmuştu. Hazret-i Muhanuned’in bi’setinin gayesi putperestliği kaldırmaktı. Beytullâh’ı putlardan temizlemek için Allah’­tan vahiy telâkki etmeye başlıyalı 21 yıl olmuştu. Bu mukaddes vazife­yi ifâ etmesine müşrikler engel olmuştu. Fakat artık vakit gelmişti. İşte bu fetih ordusu, bu mukaddes maksatla Mekke’ye gidiyordu. Hazret-i Muhammed’in bütün emel ve arzusu, Mescid-i Harâm’a, Beyt-i Şerife bir damla kan dökülmeksizin girmekti. Onun için bu fethi bu kadar gecik­tirmiş, mes’elenin olgunlaşmasını beklemişti. Şimdi de bütün ihtiyâtı el­den bırakmıyor, her tedbiri alıyordu.

Zaten O, Mekke’yi bundan önce fethetmiş demekti. Hudeybiye müsâlehası bu işi sağlamak imkânını vermişti, O her şeyi sulh ü sükûn ile barış ve müsâlemet ile, hikmet ve dirâyet ile halletmesini biliyordu. Zor­la, zorbalıkla işi yoktu. Çâresiz kaldığı zaman Allâh’ın izniyle hakkı mü­dâfaa için kuvvete başvuruyordu. Vahy-i İlâhî böyle idi. Bir sene evvel yıllık hac edâ olunurken fazilet ve kemâliyle Mekkelilerin kalbini feth etmişti. Kureyş ululan aralarında birbirlerinden çekinmeseler hemen Müslümanlıklarını i’lân edivereceklerdi. Hâlid ibn-i Velid, Amr ibni’l-Âs, Osman ibn-i Talha gibi bu cesâreti gösterenler olmuştu. Fakat diğerleri nedense hâlâ çekiniyordu. Ebû Süfyân, Hâlid’e çıkışırken Ebû Cehl’in oğlu İkrime bile ağzından bu hakikati kaçırmıştı.

Hazret-i Peygamber’in bütün arzusu, en samîmi emeli, Kureyş ulu­larının bu hakikati anlamaları idi: Ne olur, diyordu, Kureyş böyle yap­masa, kendini bu ma’nâsız harblerle mahvetmese... Bu temennileri ta­hakkuk edecek miydi? Mekke’ye yaklaşılıyordu. Râbiğ veya Cuhfe’de am­cası Abbas çıkageldi. Peygamberin huzûruna gelerek Müslümanlığını i’lân etti. Ailesi de berâberinde idi. Kureyş’in karışık vaziyetini görmüş­tü, Müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Hazret-i Peygamber ona:

— Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirle­rin sonuncususun, dedi. Abbas, ailesini Medine’ye göndererek kendisi or­duya katıldı. Dün terkettiği Mekke’yi bugün feth için yollandı. Yine yol­da Hazret-i Peygamber’e amcası oğlu Ebû Süfyan ibn-i Hâris ibn-i Abdü’l-Muttalib ve oğlu Ca’fer ibn-i Ebî Süfyân, halası Atike bint-i Abdü’l-Muttalib’in oğlu Abdullah ibn-i Ebî Ümeyye gelip şimdiye kadar gecik­tiklerinden özür dileyerek Müslüman olacaklarım bildirdiler. Benî Hâşim ailesi artık vaziyeti ve hakikati anlamıştı.

Abbas, İslâm ordusunu görünce Mekke’yi bir düşündü, Kureyş müf­ritlere uyarak mukaabeleye kalkışırsa bu ordu onları çiğneyip geçerdi. Hazret-i Peygamber’in arzusu da kan dökmeden Mekke’ye girmekti. Ab­bas ile fikirleri mutâbıktı. Abbas, Mekkelilere vaziyeti bildirip onların eman dilemek üzere Hazret-i Peygamber’e gelmeleri için haber salacak­tı. Vakit geceydi. Kenarda şöyle bir dolaşayım, belki bir oduncu veya sütçüye rastlarım da onunla Kureyş’e haber gönderirim, dedi. İslâm or­dusu o esnada Mekke’ye dört fersah mesafede olan Merri-Zahrân’da bu­lunuyordu. Hazret-i Peygamber ordunun adedini çok gösterip Kureyş’i sulha mecbur ederek Mekke’ye kan dökmeden girmek emelini sağlamak için mümkün olduğu kadar çok yerlere ateş yakılmasını emretti.

İslâm ordusu yürüyerek Zîtuvâ’ya gelip dayandı. Karşılarına hiç kimse çıkmıyordu. Demek bütün arzular tahakkuk ediyor, tedbirler bo­şuna gitmiyordu. Kureyş hakîkatı anlamıştı. Bu kuvvete kargı çıkmak, nahak yere kan dökülmesine sebebiyet vermek demekti. Hazret-i Pey­gamber ordusunu dört kola ayırarak yürüdü. Züb’eyr b. Avvâm şimal­den, Hâlid b. Velîd cenuptan, Sa’d b. Ubâde Medinelilerle garptan, Ebû Ubeyde b. Cerrah Muhacirlerle Mekke’nin üst tarafından aynı zamanda şehre gireceklerdi. Hazret-i Peygamber orduya sıkı sıkı emirler verdi: Kat’iyyen harbe girişmeyiniz, taarruza uğrayıp mecbur olmadıkça kan dökmeyiniz!

Mukaddes şehre kan dökmeden girmek en büyük arzusuydu. Mek­ke’ye girecek kollardan birinin başında bulunan Sa’d b. Ubâde: Bugün kavga günüdür, dediği için derhâl değiştirilerek onun yerine oğlu Kays getirilmiş ve Medinelilerin sancağı ona verilmiştir.

İslam ordusu aldığı ta’lîmat üzere silâh kullanmaksızın Mekke’ye girmeğe bağladı. Mekkeliler kimisi evlerine kapanmış, kimisi Mescid’e ilticâ etmiş, kimisi Ebû Süfyân’ın evine sığınmış... Sokaklarda kimse yok. Bir kısmı etraftaki dağlara çıkmış, uzaktan fetih ordusunu seyre­diyor. Ordu aldığı ta’lîmâta riâyet ediyordu. Hazret-i Peygamber: "Kureyş tarafından taarruz vuku’ bulmadıkça harbe girişmeyiniz.” diye sı­kı sıkı tenbih buyurmuştu.

Mekke’nin alt tarafından Hâlid b. Velîd giriyordu. Bu semtte otu­ranlar İslam düşmanlığında çok ileri giderlerdi. Hudeybiye müsâlehasmı bozarak Benî Bekir’le birlikte Huzâa’ya ilk saldıranlar da bunlardı. Ebû Süfyân’ın teslim olma da’vetine kulak asmamışlar, mukaavemete karar vermişlerdi. Bunların başında Ebû Cehl’in oğlu İkrime, Umeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl gibi müfritler bulunuyordu. Bu mahallede giz­lenerek İslam ordusuna hücûm için pusu kurmuşlardı. Hâlid’in ordusu geçerken ok yağmuruna tuttular. Müslümanlardan iki kişi öldürdüler. Hâlid, bu taarruza ister istemez mukaabele etmek zorunda kaldı. Hâlid’in şiddetli hücûmu karşısında bu başıbozuk alayı onüç ölü vererek dağıldılar. Onlan mukaavemete teşvîk eden elebaşıları îkrime, Safvân ve Sü­heyl de kaçıp kurtuldular.

Bu esnada Hazret-i Peygamber Muhacirlerin başında yüksek bir te­peden Mekke’ye iniyordu. Sulh ü sükûn ile Mekke’ye girdiğine son de­rece memnundu. Birdenbire Mekke’nin alt tarafında kılıç parıltıları gö­züne ilişti. Müteessir oldu:

— Ben muharebe yapılmasın diye tenbîh etmemiş miydim? dedi. Çünkü mukaddes şehirde bir damla kan dökülmesine gönlü asla râzı ol­muyordu. Fakat taarruzun Kureyş tarafından vâki’ olduğunu, düşman­ların hücûmuna, mukaabele etmek zonında kalınca Hâlid’in silâh kullan­dığını anlayınca:

— Bu bir kazâ-yı îlâhî imiş, dedi. Başka hiçbir yerde hiçbir çatış­ma olmadı. İslam ordusu silâh kullanmaksızın şehre girdi.

Hazret-i Peygamber şehre girince Ebû Tâlib’in ve Hazret-i Hadîce’nin mezarlarına yakın bir yere büyük deri çadırım kurdu.

— Eski evinize gidip orada oturmak istemiyor musunuz? diye so­ranlara:

— Müşrikler bize ev bıraktı mı ki? diye cevap verdi.

Gözleriyle Mekke’yi baştan başa bir süzdü. Kendisine karşı son derece şiddetli davranan Mekke, işte şimdi ona teslim olmuştu. Şehir sekiz sene evvel yâd illere sürmüş olduğu büyük evlâdının ayaklan dibine se­rilmiş duruyordu. “Oku, yaradan Rabbinin adiyle oku!” diye ilk vahiy burada başlamıştı. “Tanrını ulu tanı, O’nu tekbirle an!” diye Cebrâil, Al­lah kelâmım burada getirmişti. Fakat müşrikler bu ulvî hitâbı, mâverâdan gelen İlâhî nidayı anlayamamışlar, Tevhid dîninin kurulmasını geciktirmişlerdi. Kâ’be-i Muazzama’yı putlardan temizlemek, Tevhid dîni­nin merkezi olan Beytullâhı âbidler, sâcidler, âkifler, kendilerini Allah’a, ibâdete verenler için, açmak zamanı gelmişti. Hazret-i Peygamber evve­lâ Kâ’be’yi tavaf etti. Halk oraya toplanmıştı. Her taraf hıncahınç do­luydu. Orada meşhur fetih hutbesini îrad buyurdu. Zemîn ü zamana uy­gun, çok mühim olan bu hutbenin tercemesi şudur:

“Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur. Yalnız O vardır. Ortağı yok­tur. Allah va’dini yerine getirdi. Koluna yardım etti. Aleyhimizde topla­nan kütleleri, yalnız basına hezimete uğratıp dağıttı.

Bütün kibir ve gururlar kırıldı. Bilumum cahiliyyet kan ve mal davâları ayaklarımın altındadır, anlan çiğneyip atıyorum. Ancak Kâ’be’nin mütevelliliği, hacılara su dağıtmak işi bırakılıyor.

Ey Kureyş halkı, Cenâb-ı Hak sizden cahiliyyet gururunu ve atala­rınızla öğünmeyi içmizden gidermiştir. Bütün insanlar Adem’dendir. Âdem de topraktandır.” Burada şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu:

“Ey nâs, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık, tâ ki tanışasınız. Muhakkak Allah nezdinde en şeref­liniz, en muttaki olanınızdır. Allah her şeyi hakkiyle bilir.”[1]

Hazret-i Peygamber Tevhid dînini i’lân ederek şirki ortadan kaldır­dıktan sonra bütün cahiliyyet da’vâlarını yasak etti. Burada çok önemli bir nokta: Mukaddes Kâ’be’den beşerin müsâvâtını i’lân etmesidir. Ha­kîkaten beşerin hastalıklarından biri de müsâvatsızlıktır. İnsanları içti­mâi sınıflara, zümrelere ayırmalar, hasep, neseple öğünmeler müsâvâtı ihlâl eder. Bu sınıfın kendisini başka bir sınıfın üstünde tutması içtimâî bir dalâlettir. Herkes Allâh’ın kuludur ve herkes Allah nazarında müsa­vidir. Müslümanlık bu müsâvâta çok ehemmiyet vermiştir. Kur’ân-ı Ke­rim ve Hadîs-i Şerifler muhtelif vesilelerle bu noktayı esaslı şekilde beyân eder, Müslümanlığın beşeriyyete bahşettiği en güzel ni’metlerden bi­ri de müsavat prensibidir. Müslümanlık bunu kuru bir da’vâ hâlinde bı­rakmamış, tatbik etmiştir. Niceleri bu mübârek esâsı yaldızlı sözlerle kendi hasîs ve hâin maksadlarına âlet ederler. İslamiyet müsâvâtı hem te’sîs, hem de tatbik etmiştir, Arabın Arap olmayana, hiçbir milletin başka bir millete üstünlüğü yoktur. Irk, renk, soy, boy farklarına göre üstünlük taramaz. Herkes insandır. İnsanlığın şeref ve meziyyeti yaptığı işlerle ölçülür. Herkes çalışır, yükselir, kıymet ve i’tibar ameledir. En hayırlı insan, insanlara en faydalı olandır. İnsanlığa yararlı işler görendir. Bu ne yüksek bir düsturdur, İşte Hazret-i Peygamber bu gibi yük­sek insanlık kaaidelerini beyân ve i’lâ’n ederek fetih ve zafer günü de insanlığa doğru yolu gösterdi.

Hazret-i Peygamber bir İlâhî mürşid sıfatiyle bunlan anlattıktan sonra etrâfında kendisini dinleyenlere bir göz gezdirdi. Aralarında Kureyş uluları, o mağrur başlarını önlerine eğmişler, sessiz duruyorlardı. Bu adamlar Peygamber’e neler yapmamışlardı. Ona el kaldırmışlar, dil uzatmışlardı. Dün bu adamların Mekke’de astığı astık, kestiği kestik idi. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi’ tutmuşlar, onları kızgın kum­ların üstüne yatırarak saatlarca yakıcı güneşin altında bırakmışlar, akla hayâle gelmedik işkenceler yapmışlardı. Şimdi acabâ ne olacaktı? Eğer bu adamlar Müslümanlara yaptıktan hücumlarda, şimdiye kadar olan harblerde muvaffak olsalar da Medine’ye bir girselerdi, Müslümanların hâli ne olacaktı? Onları diri diri yakacaklardı. Acabâ onlardan şimdi he­sap sorutacak mıydı? Hazret-i Peygamber bunlara baktı. Hepsi karşı­sında duruyordu. Başkası olsa neler yapmazdı. Târihte galiplerin mağlûplara neler yaptıklarına şâhid oluyoruz. Fakat Hazret-i Muhammed bu­rada da yine târihin üstündedir. Onun afv ü şefkatle muâmelesi düşman­ları da içine alacak kadar şümûllüdür. Kureyş’e sordu:

— Ey Kureyş! Benden ne umarsınız? Hakkınızda ne muamele ya­pacağımı zannedersiniz?

Cevap verdiler:

— Sen kerîm ve civanmerd bir kardeşsin. Kerîm ve âlicenâb bir kardeş oğlusun.

Hazret-i Peygamber burada beşerin en büyük mürşidi, târihin en büyük adamı sıfatiyle, dün canına kasteden düşmanlarına şöyle dedi:

— Bugün siz muâhaze edilecek değilsiniz! Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.

Bu sözü târih büyük bir hayranlıkla kaydetmeli, insanlık da’vâsı güdenler bunun üzerinde uzun uzun düşünmelidir. Burada mühim ve üzerinde durulacak nokta şudur: Bu vaziyette başkaları olsa ne yapar­dı? Hazret-i Muhammed ne yapmıştır? Aradaki mukaayese büyük Peygamberimiz’in emsalsiz büyüklüğünü meydana çıkarmaya kâfidir. Hazret-i Muhammed bir kumandan, bir fâtih gibi değil, bir Peygamber sıfatiyle mukaddes şehre girmiştir. Ne gönlünde kin ve ihtirastan eser var, ne de gözlerinde intikam ateşi yanıyor. Afv ü safh ile dolu bir gönül ta­şıyor, müsâmahakârlığı hudut bilmeyen bir şümûlle bütün insanlığı ku­caklıyordu. Bu dünyânın süflî ihtirasları, O’nu, bulunduğu yüksek mev­kiinden indirip küçüklüğe sevk edemezdi. Târihte nice şehirler feth olun­muş, nice fâtihler şehirlere girmiştir. Fakat Hazret-i Muhammed’in yap­tığı muâmeleyi yapan var mı? Dünkü mağrur Mekke, şimdi Hazret-i Peygamber’in dudaklarından çıkacak bir kelimeye bağlıydı. 12 bin ki­şilik bir ordu tepeden tırnağa silâhlı bir halde onun emrine âmâdeydi. Bir silindir gibi Mekke’yi çiğneyip ezebilirdi. Fakat şefkati bütün âlem­lere şâmil olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muham­med bunu yapmadı. O, bir damla kan dökülmesine bile râzı değildi. Gad­dar ve zâlim hükümdarların, müstebid zorbaların yaptıklarından çok uzaktı. Af ile muâmele etmek, düşmanı da kendine hayran bırakmak, iş­te büyüklük budur.



[1] Sûre: 49 (Hucûrât), âyet: 13.