Makale

Allah Rızasının Doruk Noktası: Bağış veya İnfak

Allah Rızasının Doruk Noktası:
Bağış veya İnfak

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı


Rıza; hoşnutluk duymak, memnun olmak, bir olayı veya bir şeyi gönül huzuruyla kabul etmek demektir. İnsanlar birbirlerine karşı saygı, memnuniyet ve bağlılıklarını ifade etmek için çoğu kez bu sözcüğü kullanmaktadırlar. Dolayısıyla rıza, yaşayan halk kültüründe ve dilinde dua, sevincini ifade etme, iyi dileklerini bildirme, teşekkür etme, kabul ve yakınlaşma anlamına da gelmektedir. Sosyal hayatımızın ve kültürümüzün bir parçası haline gelen Allah rızası, anne baba rızası, komşu rızası, arkadaş rızası gibi kavramlar bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İşin aslına uygun olanı, rızanın karşılıklı olmasıdır. Bu Allah ile kul arasında olduğu gibi, iki insan veya iki toplum arasında da olabilir. Bizim açımızdan önemli olan husus, Allah ile kul arasındaki mükâfat ve manevî yakınlaşmadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, Yüce Allah’a derin saygı duyan kullarını müjdelemektedir. “…Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Beyyine, 8) Diğer bir ayette ise, gerçek rızaya nail olanların Allah’ın iyi kullarıyla beraber cennete girecekleri bildirilmektedir: "Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (Fecr, 27-30)

Allah’ın kulundan razı olması, onun yaratılış amacına uygun davranması demektir. Elbette Allah emir ve yasaklarına riayet eden kullarından razı ve memnun olmaktadır. Bu yüzden Kur’an Allah’ı razı eden eylem ve davranışlara ana hatlarıyla işaret etmektedir. Bunlar; Allah’a inanmak, O’na ortak koşmamak, gönderilen peygamberleri tasdik etmek, ibadet yapmak, dua etmek, kurban kesmek, bağışta bulunmak ve ahlâkî olgunluk göstermektir. Özetle ifade etmek gerekirse; elçileri aracılığı ile bize ulaşan ilâhî mesajların emir ve yasaklarına karşı duyarlı olmaktır. Rıza; tasavvuf mensuplarına göre daha ileri derecede bir teslimiyettir. Hasan Basri bu konuda şöyle söylemiştir: “Allah’ın mümin için yaptığı her şey, hoşuna gitsin gitmesin kendisi hakkında hayırlıdır.” Cafer es-Sadık ise; rızanın elde edilmesine vesile olan kulluk görevini şöyle ifade etmektedir: "Kulluk üç kısımdır; Allah’ın vadine uymayı emretmek, O’nun hükmüyle hükmetmek ve Allah’ın kazasına sabredip O’ndan gelen her şeye razı olmaktır." Bu cümleden olarak Allah’ın rızasını kazanmanın birçok yolu ve davranış biçimi vardır. Bunun için ilâhî dinlerin ortak bir paydası olarak iman, ibadet ve ahlâk gibi ana konular hedef gösterilmiştir. Ancak biz bu yazımızda; Allah rızasını kazanmanın özverili bir yolu olan zekat, sadaka ve bağış kapsamına giren her türlü sosyal yardımlaşmanın öneminden söz etmek istiyoruz. Kur’an ve sünnet anlayışında bu tür yardımlaşmalar "infak" kavramıyla açıklanmıştır. Bilindiği gibi kul, Allah’a üç şekilde ibadet etmektedir. Birincisi; beden ile yapılan ibadetlerdir. Buna namaz ve oruç örnek gösterilebilir. İkincisi; mal ile yapılan ibadetlerdir. Zekât, sadaka, bağış ve diğer sosyal yardımlar bu bölümden sayılmıştır. Üçüncüsü; hem mal hem beden ile yapılmaktadır ki bu tanıma hac ibadeti uygun düşmektedir. Çünkü hac; hem malî yeterliliği hem de beden sağlığını gerektirmektedir. Tarihin her döneminde olduğu gibi çağımızda da sosyal yardımlaşma, eşit ve adil paylaşım önem arz etmektedir. Fert ve toplumun bir bütün olarak eğitimi, kültürü, medeniyeti ve kalkınması ancak malî imkânlarla mümkündür. Bu hedefe ulaşmak için çalışmak, kazanmak, azim ve gayret göstermek ortak bir görev ve sorumluluktur. İşte bu görev ve sorumluluk dışımızdaki insanların konumunu da gündemde tutmaktadır. Toplumda fakir, düşkün, dul, yetim, kimsesiz, hasta, yaşlı ve yardıma muhtaç nice insan bulunmaktadır. Bunların sıkıntılarına yardımcı olmak ve problemlerini çözmek gerekmektedir. Bu cümleden olarak; bir canlıya su vermek, bir öksüzün elinde tutmak, bir öğrencinin eğitimine katkıda bulunmak, bir hastayı tedavi etmek, bir yaşlıya hizmet etmek gibi malî desteğe bağlı iyiliklerle Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu elde etmek kadar yararlı ve sosyal içerikli bir kazanç düşünülemez. İşte bu sınırsız ve karşılıksız yardımlaşmanın kitap ve sünnet literatüründeki adı infaktır.

İnfak; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle harcamada bulunmak, para veya malı elden çıkarmak anlamına gelmektedir. Dinî ve ahlâkî bir terim olarak genellikle, “Allah’ın rızasını elde etmek amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. Bu durumda infak, farz olan zekâtı, sadakayı ve gönüllü olarak yapılan her türlü bağışı kapsamaktadır. Diğer bir ifade ile; Allah’a itaat ve ibadet niyeti taşıyan, İslâm’a ve Müslümanlara fayda sağlayan her harcama Allah yolunda infak sayılmıştır. Bu yüzden Kur’an da; Allah’a samimiyetle inanan müminlerin özellikleri sayılırken gayba iman ve namazdan hemen sonra infak zikredilmiştir: “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara, 2) Şu ayeti kerime de; infak imkânına sahip olanların sevinç, coşku ve bu örnek davranışlarını övmektedir: “Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Bakara, 274) Hemen yeri gelmişken sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in bu ayetin mealini açıklayan şu hadisin anlamını da birlikte okuyalım: “İki kişi gıpta edilmeye şayandır. Birisi Kur’an öğrenmiş olup onunla gece gündüz meşgul olan ve gereği gibi amel edendir. Diğeri de Allah’ın kendisine mal ihsan ettiği kimsedir ki, gece gündüz o malı Allah yoluna sarf eder.” (Müslim, c. 1, hadis no: 266) Bu ayet ve hadisin aydınlatıcı müjdesine nail olmak için İslâm medeniyet tarihinde örnek ve kalıcı uygulamalar olmuştur. Bunlar; Allah rızasını elde etme uğruna bugün hâlâ birçoğu ayakta duran çeşmeler, köprüler, yollar, hanlar, hamamlar, medreseler, kütüphaneler, hastaneler, camiler ve bakım evleri gibi gönüllü olarak yapılmış hayır kurumlarıdır. Şüphesiz ki bu eserlerin yapımı için gösterilen gayretlerin tamamı, Allah yolunda verilmiş birer infak olarak değerlendirilmelidir. Bu amaçları gerçekleştirmek ve Allah rızasını kazanmak için birçok alanda vakıf ve tüzel kişilikler kurulmuştur. Tarih içinde bu gönüllü kuruluşlarla toplum hayatında önemli boşluklar doldurulmuş, ihtiyaçlar karşılanmış, yaralar sarılmış ve nice gözyaşları dindirilmiştir. Dünyada hiçbir şey kalıcı değildir, düşüncesi etkileyici olmuş ve insanı geleceği için önlem almaya sevk etmiştir. Çünkü mal; öldükten sonra sahibinin mülkü olmaktan çıkar. Artık kendisine faydası yoktur. Her şeyini geride bırakıp gitmektedir. Yunus Emre bu hususu bir beytinde şöyle ifade etmiştir:

“Bir imaret göster bana kim sonu viran olmaya,
Kazan şol malı kim, senden geri dökülüp geri kalmaya.”
O halde önemli ve ideal olanı, malın ölümden sonra da sahibine yararlı olmasıdır. Bunu kalıcı hale getirmenin yolu ise; onu hayatta iken Allah yolunda eliyle harcamasıdır. İnsanın yaratılışı gereği malını sevmesi doğaldır. Bu sevgi ve duygu insanların yaratılışında vardır. Onun kendisini aşarak sahip olduğu mal ve serveti bağışlaması veya vakfetmesi gıpta edilmeye değer bir olaydır. Böylece bir anlamda elinde emanet olarak bulunan mal ve servetin imtihanını başarmış olacaktır. Yüce Allah kimini doğrudan zengin yaratmış veya sonradan verilen nimetlerle başarılı kılmıştır. Kimini de sınırlı ve dar imkânlarla başbaşa bırakmıştır. Her ikisi de O’nun lütuf ve ihsanıdır. Ancak bu imkânlar ve nimetler hiç kimsenin elinde kalıcı değildir. Bugün birilerine ait olan mülk yarın bir başkasına intikal edebilir. Böylece sahip olunan mal, servet ve zenginlik gibi nimetlerin birer imtihan olduğu unutulmamalıdır. Asıl önemli olan Allah’ın verdiği bu nimetin, yerine ve usulüne göre harcanıp harcanmadığıdır.

Bağışlamanın gıptaya değer diğer bir yönü de, kendisi ihtiyaç sahibi iken başkasına yardım ederek fedakarlıkta bulunmaktır. Kur’an-ı Kerim bu özelliğe sahip olanları şöyle övmektedir. "Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (yedirdikleri kimselere şöyle derler:) Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz." (İnsan, 8-9) Görüldüğü gibi bu tamamen Allah rızası için yapılan bir harcamadır. Hiçbir çıkar beklemeden karşılıksız olarak yapılan yardımlardır. Üstelik kendileri ihtiyaç sahibi iken bu gayreti göstermişlerdir. Haliyle bu duyarlılık içinde olanların muhataplarını incitmeleri düşünülemez. Gerçekten böylesine bir davranış biçimi gıptaya şayandır. Bu duyarlılığın devamı olarak verilen zekat, sadaka ve diğer bağışlar da usulüne uygun olmalıdır. Ehil ve gerçek muhtaçlar aranıp bulunmalıdır. Yapılan nakdî veya aynî yardımın kalitesine özen gösterilmelidir. Bu alanda; "sadaka-i cariye" olarak ifade edilen kalıcı ve yararlı eserler bırakılmalıdır. Ancak asıl önemli olanı, insana doğrudan yapılan katkıdır. Bu katkı; gençler için eğitim ve öğrenimlerine destek olmak, burs vermek, iş bulmak ve çalışma imkânı hazırlamak şeklinde düşünülmelidir. Hastalar hemen tedavi edilmelidir. Ayrıca toplumun zayıf kesimi olan dul, yetim, kimsesiz, yaşlı ve muhtaç kimseler bakıp gözetilmelidir. Mümkünse çeşitli alanlarda istihdam imkânı sağlayarak insanların iş sahibi olmalarına imkân hazırlanmalıdır. Zira bu gayret ve samimiyetle yapılan her iyiliğin karşılığı bire on olarak müjdelenmiştir. Ancak Allah rızası için yapılan infakın karşılığı ise; yedi yüz kadar bereketlenip artacağı belirtilmiştir:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir." (Bakara, 261)
"Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." (Bakara, 262)

Görüldüğü gibi ilk ayet, Allah yolunda harcanan malın bir iyilik ve ibadet olduğuna işaret etmektedir. Bir çiftçi yere ektiği tohum ve mahsulün karşılığında bire yedi yüz aldığı gibi, mallarını hak yolunda harcayanlar da bunun karşılığında yedi yüz veya daha fazla sevap ve mükafat alacaklardır. Çünkü Allah’ın hazinesi geniş ve boldur. O dilediğine çok daha fazlasını verebilir. İkinci ayette ise, yardımların Allah rızası için yapılmasına dikkat çekilmiştir. Özellikle başa kakılmaması ve kimsenin incitilmemesi istenmiştir. Zira yardım yapmaktan dolayı hiç kimse minnet altında bırakılmamalıdır. Söz ve davranışlarla da olsa kimse rahatsız edilmemelidir. Yapılan iyilik Allah rızası için yapılmalıdır. Karşılığı da sadece O’ndan beklenmelidir.

Milletimizin bu hayır, hasenat ve infak anlayışı batılılar tarafından da takdir edilmiştir. Önemi ve ilgisi bakımından yazımızı, bir Fransız gezgini olan Du Loir’ın 1654 yılında Paris’te yayınlanan seyahatnamesindeki şu açıklamasıyla tamamlayalım: "Türkler inançları gereği sadece insanlara değil, hayvanlara da iyilik etmektedirler. Türkiye’de imaret denilen misafirhaneler vardır. Buralarda hangi dinden olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları kadar yardım yapılır. Onların atları için de ayrı barınaklar vardır. Şehirlerde ve yol boylarında herkese açık kervansaraylar yapılmıştır. Buralarda su ihtiyacını karşılamak üzere çeşmeler ve sebiller hizmete açılmıştır. Hatta isteyenlere su vermek üzere aylıklı memurlar görevlendirilmiştir. Zenginler hapishanelere gidip borç yüzünden hapsedilmiş olanları kurtarmaktadırlar. Türklerin felâketzedelerle ilgilenmeleri sadece teselli sözleriyle sınırlı olmayıp fiili olarak destek vermektedirler. Mukadderata iman ettikleri için vebalılar dahil bütün hastaları büyük bir şefkatle ziyaret edip muhtaç oldukları ilâçları göndermektedirler. Zaruretlerini söylemekten utanan fakirlerin ihtiyaçlarını hemen karşılamışlardır. Hasılı Müslümanlar, gök kubbenin altında baki kalanın ancak hoş bir seda olduğunu takdir ederek, hayır kazanmak ümidiyle fert ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya ve dertlerini dindirmeye çalışmışlardır. Bu da Türk ahlâkının yüksek vasıflarından biridir. Çünkü dünya ve ahiret mutluğunu kazanmaya yönelik bağış ve infakın temelinde, Allah rızasına ulaşmanın şevk ve heyecanı yatmaktadır."