Makale

Peygamberimizin Hayatından İki İbretli Olay

Peygamberimizin hayatından
İki ibretli olay…

İrfan YÜCEL

"Sözüm
gerçekleşti mi?"
Bilindiği üzere, namazlarımızda kıblegâh olarak yöneldiğimiz Kabe, Allah’ın emriyle, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından inşâ edilmiştir. Mekke şehrini ise, Kabe’nin inşâsından çok sonra, Hz. İsmail’in neslinden, Resûlüllah (s.a.s) Efendimizin, beşinci batındaki dedesi Kusayy kurmuştur.
Kusayy, şehrin yönetim ve Kabe ziyaretçilerine hizmetle ilgili, "liva" (savaşlarda bayrak taşıma), "nedve" (şura toplantılarına başkanlık etme), "sikaye" (ziyaretçilere zemzem ve su dağıtma), "rifâde" (ziyaretçileri ağırlama, doyurma) "hicâ-be" (Kabe’yi açıp kapama ve anahtarını muhafaza etme)... gibi bazı görevler ihdas etmiş; Araplar arasında büyük şeref sayılan bu görevler, zamanla Kureyş arasında dağıtılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s)’in nübüvveti esnasında "sikaye" görevi, amcası Abbas-ta; "hicabe" görevi ise, Ab-düddâr oğullarından Osman b. Talha’nın uhdesinde bulunuyordu.
Cahiliye döneminde Kabe, pazartesi ve perşembe günleri ziyarete açılırdı. Bir defasında Resûlüllah (s.a.s) de diğer ziyaretçilerle birlikte içeri girmek istemişti. Fakat Osman b. Talha kabalık etmiş; Hz. Peygamber (s.a.s)’in girmesine engel olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s) hiç kızmadan:
- Yâ Osman, yakında sen benim bu anahtarı dilediğim kişiye verebileceğim bir günü göreceksin, buyurmuş ve oradan ayrılmıştı.
Mekke’nin fethedildiği gün, Hz. Peygamber (s.a.s), Kabe’ye girmek için anahtarını istedi. Osman b. Talha "emânettir Yâ Resûlallah," diyerek, anahtarı teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.s), Usâme, Bilâl ve Osman b.
Talha ile birlikte uzunca bir süre içeride kaldıktan ve kâ-be kapısı eşiğinden, haklarında verilecek hükmü sabırsızlıkla beklemekte olan Mekke halkına hitâbedip, "bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok; hepiniz serbestsiniz" buyurduktan sonra, Harem-i Şerife otur-du. Bu esnada Hz. Ali, eline Kabe’nin anahtarını alarak, "sikaye" ile birlikte hicâbe hizmetinin de Abdülmutta-lib oğullarına verilmesini istedi. Fakat Resül-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz Osman b. Talha’yı çağırarak:
- "Ya Osman, bugün ahde vefa günüdür. Al, işte anahtarın", buyurarak anahtarı kendisine teslim ettikten sonra:
- "Sana söylediğim söz, gerçekleşti mi?" diye sordu. Osman olayı hatırladı:
- "Evet gerçekleşti. Ben, şehâdet ederem ki, sen Allah’ın Resulüsün, dedi. (İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd, 2/395, Kahire, 1373/1953)
"Kızım
Fâtıma da olsa..."
Günümüzün geri kalmış ilkel toplumlarında görüldüğü gibi, "câhiliye dönemi" denilen İslâm öncesi Arap toplumunda da, insanlar şahsî fazîlet ve üstünlükle-riyle değil; maddî güç, servet ve soyluluklarına göre değerlendiriliyordu. Büyük kabilesi, kalabalık ailesi olan zengin ve güçlü kişiler, ahlâkî faziletlerden yoksun bile olsalar, itibar görüyor; böyle olmayan yoksul ve güçsüz kişiler horlanıyor; kuvvetliler tarafından zulme uğramaları hoş görülüyordu.
İslâm Dini câhiliye döneminin bu kötü anlayışını yıkmış; bütün insanların, insan olma yönünden eşit olduğunu; takva ölçüsü dışında, Allah katında insanlar arasında bir fark bulunmadığını ortaya koymuştur. Nitekim, Resûlüllah (s.a.s) Efendimiz, Vedâ Hutbesinde:
" ... İyi biliniz ki, Rabbı-nız birdir, babanız birdir, hepiniz Âdem’den-siniz; Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiçkimsenin başkalarına soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üs-tünlük, ancak takva iledir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411, Kahire, 1313; Mecmeu’z-Zevâid, 3/266 ve 8/84, Beyrut, 1967) buyurmuştur.
Mekke’nin fethi esnasında Mahzûm oğullarından Fatı-ma isimli bir kadının hırsızlık yaptığı anlaşıldı. Kur’an-ı Kerim’in emrine göre (el-Mâide Sûresi, âyet: 38) elinin kesilmesi gerekiyordu. Ancak Fatıma soylu bir kişiydi. Böyle ağır cezalar, soylu kişilere değil; yoksul güçsüz, kimsesiz kişilere verilirdi. Soylu Fatıma affedilmeli, iş tatlıya bağlanmalıydı. Bu düşüncelerini, Resul-i Ekreme (s.a.s)e, O’nun çok sevdiği Üsâme b. Zeyd vasıtasıyla ulaştırdılar.
Resûlüllah (s.a.s)in, rengi değişti. "Allah’ın koyduğu cezanın uygulanmaması için, şefaatçi mi oluyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Allah’a hamd ve senadan sonra:
"Sizden önceki ümmetlerin helak edilmeleri, ancak şu sebepledir: Onlar içlerinden zengin ve soylu bir kişi hırsızlık ettiğinde onu bırakırlar, yoksul ve zayıf bir kişi çaldığında ise, onu cezalandırırlardı. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da çalmış olsaydı, muhakkak elini keser, cezasız bırakmazdım." buyurdu. (Buharı, 4/150, 4/212, 8/16, İstanbul, 1315)