Makale

İSLAM DİNİNDE İBADETE MUSİKİ REFAKAT ETMESİ CAİZ DEĞİLDİR

İSLAM DİNİNDE İBADETE MUSİKİ REFAKAT ETMESİ CAİZ DEĞİLDİR

Yazan: Çeviren:

Prof. Mustafa Ahmet El-Zerkâ Dr. Ali Aslan AYDIN

Şam Üniversitesi Hukuk Fakültesi Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslâm Hukuku ve Medeni Kânun Prof.

Yeni müslüman olan yabancı bir mûsikişinasdan, Şam Üniversitesi profesörle­rinden birine, şöyle bir soru naklediyor:

“Yeni müslüman olan bir yabana mûsikişinas Kur’ân-ı Azîm’in tilâvet ve terti­bine son derece hayran kalmış. Bâzı Kur’ân sûrelerini, mücerred mûsikî parçaları şeklinde “senfoniler” hâline getirmek istiyormuş. Böylece vücuda gelen bir senfoni parçası, Kur’ân’m filân sûresini mûsiki nağmeleri hâlinde canlandırarak, onu ebedi­leştirecekmiş!.. Çünkü kendisi şöhretli bir san’atkârmış. thtisâsı olan mûsikî san’atı vâsıtasıyla Kur’ân’a hizmet etmek arzusunda imiş; acaba böyle bir işi İslâm Dîni iyi görür ve kabul eder mi?”

Bu suâle şöyle cevap verdim:

“Böyle bir iş, şer’an câiz değildir. Çünkü: Kur’ân-ı Kerim’in ebedîliği; lâfzın­daki belâğat ve fasâhata, âyetlerinin ihtivâ ettiği yüce hakikatlara ve hikmet dolu ilâhi hükümlere İstinâd eder. Kur’ân’ın lâfzında da, ma’nâsında da ilâhı bir İ’câz var­dır. O halde Kur’ân’ın ebediliği elhan ve nağmelere dayanmaz.”

Profesör arkadaş dedi ki:

“Bu men’edişdeki hikmet nedir? Mûsikinin İslâm ibâdetine sokulması câiz de­ğildir, derken böyle bir şahsı nasıl iknâ edebiliriz? Belki bize der ki: Kur’ân, namaz­da tertîl ile okunmuyor mu? Bu tertilde Kur’ân’a güzellik veren ve O’nun te’sîrini artıran bir mûsiki yok mu? O halde, namaz esnasındaki Kur’ân tilâvetinde bulunan bu mûsikîye, ibâdet esnasında, haricî bir mûsikî ile refakat edilirse, İbâdetimizdeki nizâmla alâkası olmayan, acâyip karşılanacak bir iş yapmış olmayız. Böyle bir iti­raz karşısında, muhatabımızı iknâ edecek hüccetimiz nedir?”

Arkadaşıma dedim ki:

“İslâm’daki ibâdet nizâmını dikkatle incelersek, aradığımız hücceti buluruz. İs­lâm’da ibâdet nizâmı, iki esas üzerine binâ edilmiştir:

Birinci esas, ibâdetin gâyesiyle, ikincisi de ibâdetin tabiatı ile ilgilidir.

A) Birinci esas yönünden İslâmdaki ibâdetler incelenecek olursa, mükellef olan kimseleri, nefislerini terbiye etmek sûretiyle, insan topluluklarına zarar ve şer de­ğil, fayda ve hayır getiren iyi bir unsur kılmak üzere, onlan rûhî bir hayâta yönelt­me gayesi güttüğü görülür. Bu gâye ise; nefis muhasebesi, Allâh’a teveccüh ve yevm-i kıyâmeti tezekkür yolu ile elde edilir.

Bu sebepledir ki, İslâm, ibâdetlerden bâzısını, - Hacc gibi - ömür boyunca bir de­fa; bâzısını, - oruç ve zekât gibi - senede bir defa; bâzısını da, - namaz gibi - her gün beş defa tekrar edilmek Üzere farz kılmıştır. İbâdette aslolan tekrarlamaktır. Çün­kü İbâdetten gâye; İnsanın rûhen yükselerek, hayır cihetini şer cihetine galip kılabil­mesi 15in nefis murâkabesi ve Allâh’a teveccüh yolu ile vâcibât denilen vazifeleri hatırlaması ve onları yerine getirmesidir. Bunun içindir ki, İslâm’da, hacc ve zekât gibi İçtimâi ve siyasî ciheti olan ibâdetler vardır. Bu ibâdetler nefis tezkiyesi, ruh tasfiyesi, Allâh’a teslimiyet ve hayâtın sonunu tezekkür yolu ile insanı kemâle erdi­rir ve mânevi bir hayâta yöneltir, İbâdetler, hâiz olduğu meşakkat ve zorlukla mü­tenâsip olarak tekrarlanır. Meselâ hacc ibâdeti; uzun yolculuğu, geniş vakti ve mâlî külfeti gerektirdiği için ömür boyunca bir defa yapılır. Zekât ibâdeti, malın büyü­mesi ile ilgili ve bunun da tabiî olan müddeti bir sene olduğu için, senede bir defa yapılır. Oruç İbâdeti de, senede bir ay olarak tesbit edilmiştir. Çünkü oruç devamlı olarak tutulsa, âdet ve tabiat hâline getir, Rûhî, sıhhî ve içtimâi hayat yönünden kendisinden beklenen faydalar tahakkuk etmez.

Namaz ise, ibâdetler arasında meşakkat bakımından en hafif olanı, buna mu­kabil Allâh’ı daha çok zikretmeyi, O’na teveccüh ederek ta’zîm ve münâcâtta bulun­mayı gerektirir. Bu sebeple, her gün defalarca tekrar edilen bir ibâdettir.

Bu İbâdetler için esaslı merhaleler konmuştur. Bunlar, farz olarak ömür bo­yunca veya seneden seneye veya her gün yapılır. Bundan fazlası, nâfile ibâdet sa­yılır. Bu ibâdetlerdeki ölçü, yaşama hakkı ve hayat şartları muvâcehesinde kendi nefsine, âilesine ve cemiyete kargı olan hukuka riâyet etmektir. Mükellef olan şahıs ölçüyü kaçırarak, riâyet etmesi gereken bu hukuklardan birine diğeri hesâbına te­câvüz eder ve meselâ, İbâdet edeceğim diye nefsini veya âilesini veya çocuklarını ihmâl ederse, yaptığı bu ibâdet ma’sıyet olur. Nitekim Peygamberimiz Aieyhlsselâm kendini ibâdete veren bir şahsa hitâben:

“Muhakkak ki; nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Zevcinin senin üzerinde hakkı vardır. Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Bütün hak sâhiplerine hakla­rını ver.” buyurmuştur.

İnsanların beşeri arzularını, şehevî istek ve ihtiraslarını, hevâ ve heveslerini tah­rik eden ve onları gaflete sevkederek Allâh’ı tezekkürden alıkoyan sebepler pek çok ve devamlı ise de, her gün beş defa kılınan namaz, eğer uyanık bir kalble ve huşû ile edâ edilirse insanı doğru yola sevk etmeye, gaflete daldığa zaman onu uyararak Allâh’ı anmağa ve dâimâ O’nunla berâber olmasını te’mîne kâfî gelir. Gerçek şudur ki; İslâmiyet ibâdetten anlaşılan mânâyı genişletmiş, dünyâ nimetlerinden istifâde etmenin, yemek, içmek, evlenmek, dinlenmek, gezmek ve helâl olan diğer beşeri lez­zetlerden faydalanmanın, Allâh’a itâat niyyeti ile bir nevi İbâdete inkılâb edeceğini bildirmiştir. Çünkü Allâh bu nimetleri mubah kılmıştır. Ve onlar insanların vecîbe­lerini yerine getirebilmelerine yardımcı olan hayâtı unsurlardır.

İşte böyleee, mubah olan bütün lezzetlerden faydalanan, Allâh’ı tezekkür eden bîr mü’mln bu gibi insânî işlerini, yaptığı ibâdetlere ilhak edebilir. Halbuki, inanmayan bir kimsenin yapacağı aynı işler, hayvânî bir fül olmaktan öteye gidemez. Ni­tekim Hak Teâlâ bu gerçeğe işâreten:

“.. Kâfir olanlar, hayvanların yediği gibi yerler ve faydalanırlar.” buyurmuş­tur. Bu hüküm, nimetlerden faydalanırken mevcut olan niyetin yüceliği veya âdiliğine göre değişir.

O halde mühim olan cihet, mü’min kişinin dâimâ Allâh’la berâber olması ve O’ndan hiç gaflet etmemesidir.

B) İbâdetin tabiatı ile ilgili olan ikinci esasa göre: İslâm Dini, ibâdeti, birçok putperestlik mezhebleri ile bâzı bâtıl dinlerdeki şeklî merâsimler veya mûsikî nağ­meleri olmaktan çıkararak, aklın bir fiili ve tefekkürü hâline getirmek istemiştir.

İslâmiyetten önce ve daha sonra günümüze kadar, mûsiki ile yapılan birçok ibâdet şekilleri îcad edilmiş, san’at duygu ve sevgisi ile, ibâdet birbirinden başka ve ayrı şeyler olduğu halde, güzel san’at duygu ve şuuru ve bunlardan doğan zevk ve lezzet ile, Allâh’a ibâdet ve O’na münâcât birbirine karıştırılmış ve blrblrlyle bağdaştırılmıştır.

Halbuki, eğer İbâdet, mûsiki ve nağmeler hâline gelse, eğlence yerlerinde işit­tiği mûsikîden zevk ve lezzet duyan fâsık bir kimsenin de, bir mâbedde mûsikî din­leyen kimse gibi kendini müteâbbid (ibâdet eden) saymakta hakkı olurdu.

İşte İslâmiyet bu düşüncelerle ibâdeti, körü körüne yapılan kuru bir merâsim ve aklî, mânevi bir mânâ taşıma yerine vehimlerin hükmettiği mânâsız tukus ve şekiller olmaktan kurtardığı gibi, ibâdeti, meselâ: Musiki dinleme esnasında duyu­lan san’at ve neş’e ve zevkinin basit seviyesinin üstüne yüceltmigtir. ibâdeti bu yüceltiş, onu, aklı ve tefekkürü ile diğer mahlûklardan ayrılan İnsanın yüksek seviye­sine lâyık olan dereceye yükseltmektir.

Bunun içindir ki, İslâm’da ibâdetlerin her birinin tefekkür ve cüz’î irâdeye da­yanan kasıt ve azimet unsurlarını ihtiva ettiğini görmekteyiz. Tefekkür ve azimet, İslâm’da ibâdetin erkânındandır. Bu cihet, aşağıdaki izâhattan anlaşılacaktır:

1) İbâdetlerin hepsi, irade eseri olan fiillerdir. Azim ve kasıt bulununca, ira­deden ibâdet doğar. Bu, şeriat nazarında, akdolunan anlaşmalar (ukûd) gibi akde­dilmiş bir akittir. Bunun da şartları vardır. Anlaşmalar gibi sahih veya fâsit olma hükmüne tâbidir,

2) İslâm’a göre ibâdetlerin hepsinde niyet şarttır. Niyet, akıl ve kalb fiilidir ve fikrî bir azimettir.

3) Akıl ve kalb ile yapılan bu niyet, “Mülhak ibâdetler” adını verdiğimiz, ye­mek, içmek, evlenmek ve gezmek gibi hayvani fiiller olan mubah lezzetlerde her şey­dir. Çünkü, daha önce işâret ettiğimiz veçhile niyet, bu fiilleri, hayvânî fayda ve lezzetten, aklî bir ibâdet haline getirir. Bunun içindir ki, İslâm bilginleri; “Niyet, âdet ile ibâdeti birbirinden ayıran mümeyyiz vasıftır.” demişlerdir.

Bu tefekkür ciheti, İslâm’daki dört esas ibâdetin hepsinde açık olarak görül­mektedir. Şöyle ki:

Hacc ibâdetini yapacak kimsenin fiilinde, rûhî, igtimâî ve siyâsî bir tefekkür vardır.

Zekât ve oruçta, rûhî ve içtimâi tefekkürün bütün sûretleri en açık bir tarzda görülür.

Namazda ise bu aklî yüksek fiil, diğer ibâdetlerin hepsinden daha bâriz ve açık olarak müşâhede edilir. Namazın tamamı; duâlar, zikirler, Kur’ân tilâvetleri, münâcât, tazarru’ ve Allâh’a teveccühtür. O’ndaki hareketler, sekenâtlar, namaz kıla­nın zikrettiği mânâlarla mütenasibtir.

Kur’ân tertîll esnasında tebârüz eden mûsiki ise; güzel kırâat, harf ve kelime­leri iyi ve doğru telâffuz şeklinde tecellî eden tabiî bir edâ ile okuyuştan meydana gelmektedir ki, bu, tabiî bir güzellik, nezâfet ve tabiî ölçüler içindeki güzelliğin hüs­nü gibidir. İyi ve ahenkli söylenen her sözde, tabii ve zâtî bir musiki vardır. Bu mûsikî ise, müstakil bir san’at eseri olan harici mûsikîden başka bir şeydir.

İzah ettiğimiz bu esasa göre; İslâm Dini, Kur’ân sûrelerinin mûsikî kıt’aları haline getirilmesini kabûl etmediği gibi, ibâdete hariçten müzik refâkat etmesini de kabûl etmez.

Çünkü bu1 takdirde, İbâdet esasındaki aklî fiil, mûsikî san’atının verdiği lezzet­le zâyi olur; ibâdet, ibâdetllkten ve yüce bir tefekkür olmaktan çıkarak; akıldan çok hissi tatmin eden, maddî zevk ve eğlence haline gelir. Bu esnada, İbâdet etmiyenin duyduğu haz ve lezzet, İbâdet edenden daha fazla olur ve böylece ibâdetin mânâsı kalmaz. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm, câhiliye devrindekilerin Kâbe’de yaptıkları ibâdetin ibâdet olmayıp, ancak faydası olmayan gürültü ve kuru bir merâsim ol­duğunu bildirmektedir.

Sözümüzün özeti şudur:

İslâm Dîni, akıl ve tefekkür ile alâkanı bulunmayan ve fıtrî, nefsânî hisler olan san’at duygularını, nefisleri tezkiye ve terbiye eden ibâdetten ayırmıştır. O halde ibâdetlerin, teemmül ve tefekküre dayanan aklî bir fiil olması gerekir. İslâmiyet akîdeyi yükselterek, onu aklın bir eseri kıldığı gibi, İbâdetleri de yükselterek, her birini aklî, yüce bir fül, teemmül, tefekkür, niyet ve azimet (kast) kılmıştır.