Makale

SOSYAL YARDIMLAŞMA ŞUURU


SOSYAL YARDIMLAŞMA ŞUURU
Mustafa Ateş


ESKİLERİN ifadesiyle insan, "tab’an medenidir" yani yaratılışı itibariyle hem cinsleriyle ülfet ve ünsiyet etme durumundadır. Diğer yaratıklar gibi, münferit yaşama eğilimi onda yoktur. Onun için insanların birbirlerine yardım ve muavenete ihtiyacı vardır. Cemiyet halinde yaşamak, aile kurmak, millet olmak ve yurt edinmek insanın cibilliyetinin iktizasıdır. Dolayısıyle cemiyet halinde yaşamak insanın fıtrî ve tabiî halidir. Vahşet ve infirad hali, insana mahsus bir hayat tarzı değildir.
Gerçi fıtrat, insanları farklı yeteneklerle donatmıştır. Bu farklı yetenek (tefavüt), farklı nimetlere sahip olma keyfiyetini doğurmuştur. Bu sebeple de servet dağılımında farklı sınıflar ortaya çıkmıştır. Zengin-fakir, yoksul-miskin, amir-memur, işçi-patron... Bu farklı mali yapı dolayısıyle sınıf mücadeleleri körüklenmiştir. Zamanla, sınıf kavgasına meydan verecek gerilimler, yine semavi dinlerin getirdiği çok ciddî tedbirlerle ta’dil edilmiş; birbirine bağlı, say-gılı ve dengeli bir cemiyet hayatına zemin hazırlanmıştır. Gelir dağılımındaki bu farklı yapı, gelişen teknolojiye muvazi olarak, gayr-i müslim ülkelerde, çok erkenden sınıf kavgasının doğmasına ve özellikle de işçi-patron arasında mücadelenin kızışmasına sebep olmuştur. İslâm dünyasında bu kavga, teknolojik gelişme de yerinde saydığı için, son yıllarda körüklenmiştir. Çünkü islâm haksızlıkları önleyici tedbirler almış, mağdurun ve mazlumun yanında olmuştur. Zenginin, servetini bir haksızlık aracı olarak kullanmasına müsaade etmediği gibi, fakrû zaruretin de mahkûmiyet sebebi olarak algılanmasına da müsaade etmemiştir. Esasen İslâm, Zekat, fıtır sadakası ve diğer nafile sadakalar, Karz-ı Hasen müessesesi, her türlü keffaretler, kurban ve vakıf müesseseleri ile sınıflar arası melhuz mücadeleyi, tarafları memnun edecek esaslar koyarak kökten halletmiştir.
Zekat, mali bir yükümlülüktür. Ve ibadettir. Zekatın bir adı da Sadaka "dır ve daha genel bir anlam taşır. Ve kulun Allah’a bağlılık derecesini yani ilahî buyruklara karşı sadâkatinin ne ölçüde olduğunu ifade eden bir imtihan demektir. Zekat, sadaka ve diğer bağış-lar, kişinin mal ve servete karşı kabaran ihtirasını söndürdüğü gibi, dünya hayatının kıvamı sayılan servetin de muayyen ellerde terakümünü önler ve servetin yalnız zenginler arasında dö-nüp-dolaşan bir devlet ve mutluluk aracı olmasını da engeller.
İslâm, insanın iç ve dış dünyası arasında dengeyi sağlamış yegane nizamdır. Aşırı servet ve zenginliğin ruhlarda ’açacağı tahribatı, fakr-u zaruretin ahlakî değerler üzerinde oynayacağı menfi tesiri hiç dikkatten uzak tutmamıştır. Çünkü insan denen müçhûlü bütün boyutlarıyla malum kılan İslâm dinidir. Evet insanın geliştirmiş olduğu bazı sistemler de insanı konu al-makta ve insana ağırlık vermektedir. Fakat bu sistemler, vahye dayanmadığı için bazan insanın lehine, bazan da aleyhine gelişmeler gösterir. Hatta bazan aleyhteki gelişmeler büyük münhaniler çizerek yükselebilir. İnsanın mutluluğu için geliştirildiği söylenen bu tür sistemler, gerçekten maddî yönleriyle insanı mutlu edebilecek seviyeye ulaştığı halde, insanın kişiliğini rencide edecek kaymalara da sebep olmaktadır. Nitekim, gelişen silah teknolojisi ve medya denilen iletişim araçları, son yıllarda insanı ve insanın meydana getirdiği kültürü ve medeniyyeti tahrib etmekle kalmamış, bizzat insanı ve insanî değerleri de çürütmeye yö-nelmiştir. Fakat İslâm, insanı bütünüyle kucakladığı için kadın-erkek, çoluk-çocuk, sağlam-sakat ayırımı yapmadığı gibi, zengin-fakir tefriki de yapmamıştır. Hepsini "takva" noktasında buluşturmayı hedeflemiş, "ihsan" potasında meczetmek istemiştir. "İslamın tezgahında şahsiyetini bulan böyle mutlu insanlar, hemcinslerine yardım etmenin, darda kalmışların imdadına yetişmenin manevi hazzını tadar. Çünkü "in-fak" kadar insanı yücelten ahlakî bir haslet daha yoktur. Almadan vermek yüce yaratanın sıfatıdır. Onun fiilidir. Bu ilahi sıfatın kullarda tezahürü, kullukta kemal ölçüsüdür". Bu kemal noktasına erenler, içinde yaşadıkları cemiyete ruh verenler ve dinamizm kazandıranlardır.
Bugün dünyada "Sosyal adalet ve sosyal yardımlaşma" kavramı dillerden düşürülmediği halde, "ölü kavramlar" arasına girmek üzeredir. Çünkü "EGOİZM" maddi refah, onlara bağlı olarak artan sefalet ve sefahet insanlığın şefkat ve merhamet hislerini kemirmektedir. Aynı iman kutbuna bağlı olması icab eden fertler ve cemiyetler içinde ayrıcalıkları olan sınıflar oluşmakta ve "Sünnetullah" çizgisi zorlanmaktadır. Zengin-fakir ayrımı, şimdi bir de işçi-patron ayrımına dönüşmektedir. Şimdinin zenginleri birçok ahvalde artık eskinin "Agniya-i Şakir’in"i olmadığı gibi, fakirleri de "fukara-i Sabi-rin"den değildir. Materyalist felsefe, insanımız arasında bu sınıf mücadelesini körüklemiş, zenginler de, işçiler de, patronlar da bu tuzağa düşmüşlerdir. Çare: İslâm’ın kurmuş ve geliştirmiş olduğu Sosyal adaleti ve içtimaî tesanüdü yeniden hayata geçirmek ve onları, aslî fonksiyonlarını ifa edecek duruma getirmektir.
Vaktiyle İslâm, nasıl bir toplumsal düzen inşa etmiştir? Gerçekleştirdiği Sosyal adaleti ve içtimai tesanüdü hangi temeller üzerine oturtmuştur? Bugün bu temeller elan Kitap ve Sün-nette mevcut bulunduğu ve uzun asırlar uygulama alanı bulduğu halde niçin şimdiki cemiyyetimiz, hatta bütün İslâm dünyası açlığın, yokluğun, sefaletin ve bigâneliğin pençesinde kıvranıyor?.. Tarihte gerçekleşmiş bu büyük yardım organizasyonu zamanla niçin duraklamış?.. Temeller mi sarsılmış yoksa İslâm Dünyasında bir takım siyasî, içtimaî, ahlakî ve ekonomik çalkantılar neticesi müessese işlerliğini mi kaybetmiştir?. Bütün bu olumsuzlukları doğuran sebepler ele alınmalı, yıpranmış gibi görünen Sosyal yardım müessesesine yeniden hayatiyet kazandırılmalıdır. Çünkü bu tür yardım kuruluşlarının özünde dinî buyruklar bulunduğu esasen gelişmeşini dine borçlu olduğu ve her dini buyrukta da ibadet neşvesi bulunduğu için halkımız, bu kadim dini müesseseye ibadet heyecanıyla sarılacaktır. Gelişen dinî ve hayrî vakıflar bunun en canlı örneğidir. Yeter ki onun duyguları istismar edilmesin.
Çünkü dini kaynaktan sulanan yardımlaşma ve dayanışma müesseseleri, ayrıca uhrevî bir mükafatla da taçlandığı için maşeri vicdanda daha çok hüsnü kabul görmektedir. Akl-i selim, dinin özünden süzülüp gelen bu tesanüd ve teavü-nü, nasıl sistemleşmesi lazım ise öylece sistemleştir-miş ve zamanla inkişafına vüsat kazandırmıştır. İslâm dünyasındaki bu müsbet gelişmeler ferdin vicdanına veya cemiyyetlerin maşerî vicdanına bırakılmış ve dinden mülhem olmamış olsaydı, vaktiyle İslâm dünyasındaki medeni hamleler bu kadar sür’atle inkişaf edemezdi. Ama sırf ilahi ve Rabbanî ölçülere dayandığı için bu ilerlemeler kaydedilmiş, zamanla idari bir takım kısıtlamalara rağmen gelişmesini sürdürmüştür. Bu günkü vakıf kuruluşlarının gösterdiği mesud netice, bunun en güzel örneğidir denilebilir. Esasen cemiyet halinde yaşamanın asıl maksadı da budur.
Şurası bir gerçektir ki, Dinden mülhem olmayan ve fakat bir takım sosyal hizmetleri gerçekleştirdikleri bilinen yardım kuruluşları, devamlarını ve gerçekleştirdikleri hizmetleri, da-ha çok bir kuvvete, bir millî otoriteye başvurarak elde etmişlerdir. İnsan sevgisine ve dini şuura sahip olamadıkları için kuvvete dayanmak zorundadır. Çünkü Dinin ve halkın desteğini ön plana almamışlardır. Dolayısıyla halkın hizmetine de gereği gibi uzanamamışlar-dır. Bir şirket, bir holding havasıyla yaşamlarını sürdürmektedirler...
"İslâm insanın insanca yaşaması için sağlıklı bir ortam hazırlamıştır. İnsanın geleceği demek olan şuurlu nesiller, tarih boyunca kendilerini bu müsbet ve olgun vasat içinde bulmuşlardır. Kendilerine bu imkanları hazırlayanları şükranla yâdederek islâm toplumunun geleceğine vücut vermişlerdir". Onun için islâm aleminde, belli bir tarih süresine girinceye kadar bu gelişmeler devamlılık gösterir. İnkıta söz konusu değildir. Bu sebepledir ki, bir taraf-tan devlet eliyle, devlet imkanlarının yetersiz kaldığı sahalarda da "infak ehli’nin gayret ve himmetleriyle abidevî eserler meydana gelmiştir. Müslim-gayr-i müslim ayırımı yapılmaksızın öncelikle büyük merkezlerde yaşayan insanları hatta hayvanları da mutlu edecek imkanları insan onurunu zedelemeden, kişiliğini rencide etmeden ona yaşanacak bir ortam hazırladı. Vakıflar kurdu. Hanlar, hamamlar, kervansaraylar inşa etti. Mektepler, medreseler, darüşşifalar açtı. Kütüphaneler kurdu. İlmin inkişafını sağladı. Çeşmeler, sebiller yaptı, halkın yanık yüreğini kandırdı. Camiler, şadırvanlar, mescitler yaptı. Deruni susuzluğu giderdi. Medreseler de çağının ilmi ve teknik gelişmelerini izledi. Dış dünyaya açılırken, ruhların fethini ihmal etmedi. Resmî ve sivil mimari, vatanın her köşesini süsledi, silinmeyecek mühürler bastı. Bunların hepsini dini ve hayri bir şuurla insanlığa hizmet için yaptı. Bu abidelerin burçlarını, kubbe ve kemerlerini, alınlıklarını ayetlerle, hadislerle Kuranın hendesesi demek olan hat sanatıyla süsledi.
Şunu tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki, bütün bu müsbet gelişmelerin yaşandığı ortamın ciddi manada hazırlayıcısı yine o insandır. Eşref-i mahlukat olarak yaratılan insan, bugün her-şeye rağmen bu ortamı yeniden hazırlamalıdır. Çünkü zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe derinleşmekte; iyi olan doğru olan ve güzel olan herşeyi, bugünün gençliği "müzelik’1 bir eşya gibi seyretmektedir. Materyalist felsefe, insan ruhunda ne varsa hepsini işportalık yapmıştır. Paranın açmayacağı kapı. dejenere etmediği değer, helak etmediği iffet kalmamıştır, "para mabut, banka mabet’" bilinmiştir.
İnsanımız artık bir karar verme, kendisini bulma safhasına gelmiş olmalıdır. Zahmetli ve çileli de olsa "Akabeyi iktiham etme"’ zoru kucaklama devresine girmelidir. Kur’an’ın ve islamın önüne bizzat ya gafil müslümanlar tarafından veya modern müslümanlar tarafından gerilen engelleri bertaraf ederek dini yapıyı yeniden kurup içtimaî adaleti tekrar te’sis etmeliyiz. Bu çalışmalar yapılırken, Is-lâmın ve İslamın kurduğu müesseselerin eskidiği ze-habını uyandırmadan, geçmişin müsbet icraatından ve tecrübelerinden istifade ederek geleceği kucaklama-lıyız. Milletin bu tür ciddî müesseselere çok acil ihtiyaç duyduğunu kabûllenmeliyiz. Esasen fakr-û zaruret içinde kıvrananların bu tür faaliyetlere ihtiyaçlarından çok, ruhi tatmin arayan varlıklı insanların buna ihtiyacı vardır. Çünkü insanın benlik madenini olgunlaştıran bu ruhi ve deruni tatmindir. Bu da ancak hemcinslerine varlığını bezletmesine bağlıdır. Bunun da tezahürü işte bu sosyal yardım kuruluşlarıdır. Eğer kitleleri yöneten kanun ve düzen koyucular, insan ruhunda meknuz olan bu fıtrî istidada, bu hayır duygusuna aşina olsalardı, geliştirdikleri sistemleri daha kolay tatbik edebilirlerdi. Daha kolay vergi toplayabilir, gerçekleştirmek istedikleri sosyal hizmetleri daha kolay topluma sunabilirler, toplumu can evinden yakalayabilirlerdi. Fakat ne çare ki, yönetici kadronun konulara bakış tarzı değişiktir.
İnsan bir bütündür, bir terkibtir. Hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz ruhumuz bir yana, vücudumuz da girift bir yapıdır. Biyoloji ve genetik mühendisliği insan bünyesinin teşekkülünü henüz bütün boyutlarıyla incelemiş ve neticeye ulaşmış değildir. Bu girift yapısıyla insan büyük ruhi gelişmelere namzettir.
Ancak Batı, insanın sahip olduğu bu kıymet hükümlerini, kendi aslî hüviyetinden tecrid ederek, insanın bu girift yapısına zıt, yepyeni bir değerler yargısı(!) çıkarmıştır: EGOİZM!.. "Maddeyi mana ile, dini ilimle, aklı imanla, kültürü medeniyetle, ferdi cemiyetle, ahlakı ekonomiyle, hürriyeti disiplinle çarpıştıran" batı, geliştirdiği batıl sistemlerle, içgüdüyle ruhi muhtevayı çarpıştırmış, insanı kendi deruni varlığıyla savaşır hale getirmiştir. İşte İslâm, bütün bu menfi değerlendirmelere karşı, dün olduğu gibi bugün de, çağın bütün problemlerine cevap verecek niteliktedir.
Kur’an-ı Kerim, vakıf ve infak, karz-ı hasen, sadakayı fıtır, zekat ve keffaretler, nezir ve teberru’lar hakkında, pekçok hükümler ihtiva etmektedir. İslâm’ın sırf bu hükümleri bile uygulansa, insanlığın bugün maruz kaldığı ekonomik sıkıntılar, yokluktan ve yoksulluktan doğan sancılar bertaraf edilecek ve rahmet muştusu ruhlara ferahlık verecektir.