1387. H. Yılı Münasebetiyle:
AŞURE (Âşûrâ’)
Arif Nihad ASYA
Arapça’nın (aşere: on) kökünden geldiği kabul edilen, Arap telâffuziyle (âşûrâ’), Türk söyleyişiyle (aşure) olan bu kelimenin Türkçe olması İhtimali de Arapça olması ihtimali kadar kuvvetlidir:
(Aş), (yenecek yemek) mânasına; (aşocağı, aşevi, aşdamı, aşçı, aşhane, aşyermek yahut aşermek) kelimelerinde başa; kaynaşmazdan ve sonraları değişmezden önceki hâlleriyle (sütlü aş, güllü aş) olan (sütlâç) la (güllâç) ta sona gelmiştir. ( Aşure) nin ise, ilk örneklerden daha çok kaynaşmış olarak, başında bulunmaktadır.
(Ûre) parçasına gelince; bu da (aş) kadar Türkçe’dir.. Şöyle ki:
(Söz Derleme Dergisi) nin de şehadetine göre (üreme) (çoğalma)dır, (bolluk)tur, (bereket)tir; (örene) (ziyafet)tir, (cem’iyyet)tir, (dernek) tir; (örmece) (ufak taneli buğday)dır; (ürgürmek) (ekmek mayasını, un da katma ve sulandırma suretiyle çoğaltmak)tır; (üre) (ihtilâl)dir, (kargaşalık) tır, (karışıldık)tır; (ürecik) (ceviz, badem veya fıstık sucuğu) dur; (urluk) (tohum)dur; (ura) (bulgur gibi küçük taneler hâline getirilmiş, tavlı toprak)tır ve ayrıca (açılmakta olan hamurun tahtaya yapışmaması için serpilen un)dur.
Bu müşahedede “zorlama” denecek bir taraf bulunduğunu sanmıyorum. Yoksa, zorlamalar yaparak, (arâre: çift sürmek) yoliyle Lâtince’ye, (agros: tarla) yoliyle Yunanca’ya çıkmak ve daha derinlere gidip, diller arası bir kelimeye varmak mümkündü.
Demek ki (aş) ; (ura) ve benzerlerinin başına, Türkçe’de az raslanan bir (préfixe: önek) olarak geçirilmiş, daha doğrusu, (ura) ile benzerlerinin sıfatı gibi kullanılmıştır.
NÛH Peygamber’in, toprağı gördüğü günü, gemisinde son kalan yiyecekleri harman edip onlardan bir aş yaparak, kutladığı söylenir.
Demek ki aşûre, önce, kurtuluş sembolüdür; sonra -en modern yorumiyle - ambar artıkları gibi birbirini tutmaz çeşitte önemsiz şeylerin atılmayıp değerlendirilmesidir.
Aşûrenin kuru yiyeceklerden yapılması, hem her mevsimde kaynatılmasını mümkün kılar, hem bir gemici aşı olması ve bu yoldan Denizciler Piri’ne bağlanması ihtimalini kuvvetlendirir.
Muharrem —bilindiği gibi— Türk halkı arasında (aşure ayı) adiyle anılır, Muharrem’in onu ise İslâm âlemindeki en büyük facianın yıldönümüdür ve (aşure günü) dür.
Demek ki (aşure), bir yandan (sahil-i selâmet) e çıkmanın kutlanması anlamını taşırken, bir yandan da ölü aşı oluyor.
Vaktiyle aşûre ayını aşûresiz geçirmemeye dikkat edenler çoktu. Herhangi bir sebeple Muharrem’de yapamadıklarını, başka bir ayda da olsa, ilk imkânda —bir vecibeyi kaza edercesine— mutlaka yaparlardı.
Ayrıca, bir ölüm vukuunda veya yıldönümünde, lokma gibi, helva gibi, aşûre dağıtmak âdeti vardı ki el’an yaşamaktadır… ve kurban eti için olduğu gibi aşûre için de “Allah kabul etsin!” denirdi... el’an denmekte, yâni ağızlar tadlandırılarak dua alınmakta, sevabı, ölmüşlere gönderilmektedir.
(Aşûre), Arapça sayıldığına göre, Hazret-i NÛH’un büyük çilesi düşünülünce (on çeşit maddeden yapılmış bir, türlü); Muharrem’in onu düşünülünce (onuncu gün tatlısı) mânasına gelir... Türkçe sayıldığına göre, (aş-ûre) de baştanbaşa (ör), (ur), (ür) köklerine dayandığını gördüğümüz kelimelerin hepsi, aşûrenin, âdeta, başlıca malzemesini saymakta; terkibini, reçetesini vermekte; (karışık şeylerden yapılmış, toplu bir hâlde yenen, bereketli bir ziyafet yiyeceği) olduğunu —(aş) la birleşerek— açıkça belirtmektedir.
Eskiden pişirilip kotarılması birkaç gün süren aşûre uğruna bir ev halkı seferber olur; böylece herkesin emeğinin karıştığı bir ortak eser meydana gelirdi ve evin en büyük tenceresi, konağın en büyük kazanıyla kaynatıldığından, konu komşuya da, fakir fukaraya da yeterdi. Az çok kutsal sayıldığından, sevmiyen dahi tadına bakar, duasını yapardı.
Muharrem, eski takvimin ilk ayıydı ve aşûre, bir bakıma, yeni yılı ağız tadiyle açmak, demek olurdu... Fakat arabî ayların dönüşü sayesinde her mevsimi tadlandırırdı.
Yarı kutsal mahiyetine rağmen, yılın herhangi bir günü yapılmasında hiçbir mahzur bulunmayan aşûre, zaten, dükkânlarda da satılır.
Bâzı yatılı okullar ise aşureleri ile meşhur olmuşlardır:
Muharrem’de yeniçeri ortalarında oda büyüklüğündeki kazanlarla kaynatıldığım hayal ettim, aşureleri görmedim, ama İstanbul’da Halıcıoğlu’nda Yedeksubay Okulu’nun zengin malzeme ile ve büyük bir itina ile sık sık yapılan meşhur aşuresinin tadı damağımdadır.
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun an’anevî (pudding royal) i —şahane pastası—, iptidaî maddelerinden herbiri ayrı bir ülkeden getirilerek imal edilir ve büyük imparatorluk camiasının sembolü olurmuş.
Bizim aşurenin de böyle bir izah götürür tarafı vardır:
İnciri, üzümü Aydın’dan, İzmir’den; hurması Bağdat’tan, Medine’den; baklası Mısır’dan; fasulyesi Niğde’den, Kırım’dan; buğdayı Sivas’tan, Konya’dan, Eskişehir’den; fındığı Bolu’dan; nohudu Safranbolu’dan; gülsuyu Isparta’dan, Kızanlık’tan gelen aşûre, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolü idi.
Pirincinin Hint’ten, İran’dan, Buhara’dan; şekerinin Cava’dan getirilebileceği ; —herkesçe aranmasa da arıyanlar için— tarçınının Hint’ten, Cava’dan, Seylân’dan getirildiği düşünülünce aşûrenin, imparatorluk anlayışını da aşarak bir panislâmizm ideolojisini sembolleştirdiği görülür ki, dört mezhebin dışında kalanları şümûlüne alması, dikkate değer.
Oruçta mahrumiyeti beraber yaşıyan; dilleri ayrı, ırkları ayrı; renkleri, mizaçları ve zevkleri ayrı milyonlarca insan; aşurede aynı zevki, aynı hâtıraları ve aynı tarihi beraber yaşardı.
Gerçekten, bir yorumla imparatorluk, hattâ İslâm camiasına, diğer bir yorumla Kerbelâ faciasına dayanan; Tufan ve NÛH tedaileriyle hem (Tarîh-i Mukaddes) e, hem tabiat tarihine çıkan aşûrenin sembolleştirdiği ideoloji, (pudding royal) inkinden, çok daha genişti.
Buna rağmen, aşûrenin bu anlamı, batılılara, ancak, (bizim pudding royal’imiz) olarak anlatılabilir.
(Muharrem) diye bir ay bulunduğunu bilenler gitgide azalsa da aşûre, sofraların süsü olma vasfını kaybetmemiştir... Turistlere de (Şark ispesiyalitesi) olarak ikram edilebilir... Takdiminde tarihçesi ve sembolik mânası da unutulmaz.
Ötedenberi, mecazen insicamsızlığı, karışıklığı da anlatan (aşûre) kelimesinin —çok yazık ki— bugün aramızda, yiyecek adı dışında, ancak, bu son anlamı kalmıştır.