Makale

Tasavvuf Edebiyatı

MURAT ADALI

Tasavvufî edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri de Hoca Ahmet YESEVÎ’dir. Türk boylarını aynı halka etrafında toplayan YESEVÎ günümüzde de etkinliğini sürdürüyor...

Tasavvuf Edebiyatı


İslam Dini, doğuşunu izleyen yıllar içinde büyük bir gelişme göstererek Arap Yarımadası’ nın dışına çıktı. Bununla da kalmayarak Kuzey Afrika, Orta Doğu, Iran ve Orta Asya taraflarına süratle yayıldı. Bu durum, onu kaçınılmaz olarak bir takım farklı kültürlerle de karşı karşıya getirdi. Bir anlamda, dağ başında saf bir konumda olan kar topu, bir çığa dönüşüp aşağı doğru yuvarlanır ve büyürken, o nisbette de başlangıçtaki hususiyetlerini belli ölçüler içinde değiştirdi. Bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan İslâmî hareketlerden biri de, “haşyet" (korku) yerine "muhabbet"i (sevgi’yi) tercih eden tasavvuf düşüncesidir. Eldeki bilgilere göre sûfî adıyla ortaya çıkan ve Suriye’de ilk zaviyeyi kuran kişi h.150 (m. 767) yılında ölen Ebu Hâ- şim’dir. Ondan sonra Süfyan-ı Sevrî (ö. 168 h. / 784 m.), Zü’nnûn-ı Mısrî (ö. 245 h. / 859 m.) Bayezîd-i Bistâmî (ö. 261 h/875 m.), Hal- lâc-ı Mansur (ö. 309 h/921 m.) ve Cüneyd-i Bağdadî (Ö.310 h./922 m.), bu hareketin ilk ve en önemli temsilcileridir. Başlangıçta müslüman âlimler tarafından pek hoş görülmeyen tasavvufî görüşler, Kuşeyrî (ö. 1073) ve Gazalî’nin (ö. 1112) gayretleri sonucu kamuoyunda itibar kazanmaya başladı. Giderek toplumun en alt seviyesindeki insanlarından en üst seviyesindeki yöneticilerine kadar teşvik gören, desteklenen bir görünüm kazandı.
İslâm dünyasında bu denli itibar kazanan tasavvuf düşüncesi, tabiatıyla bir süre sonra bir anlamda düşüncenin aynası olan dile ve edebiyata yansıyacaktı. Fuad Köprülü’nün ifadesi ile; "insanı, mutlak hakikat ile yüzyüze getiren kainattaki umumi ahengin, derin sırlarını ruhlara duyuran süfiyane ilhamın, bu İlâhî ve yüksek aşk ve nikbînî felsefesi, şairane tahayyüller için de pek mükemmel bir zemin teşkil ediyordu." Nitekim kısmen Arap edebiyatında, ama geniş oranda Fars edebiyatı ve Türk edebiyatında tasavvufî şiir neredeyse dinî şiirin tek temsilcisi oldu.
Asıl gelişmesini Fars ve Türk edebiyatlarında gösteren bu tasavvufî şiiri de kendi arasın-da bazı tasniflerle sunmak gerekecektir. Şer’î kurallara da fazla bağlı kalmadan gerçeği gördükleri ya da hissettikleri gibi yalın bir şekilde ifade eden, bir başka söyleyişle fikri, duygu planına yükselterek anlatanlar, ilk sınıfı meydana getirirler. Bunlarda lirizm son derece yüksektir. Bu tarz şiirler adeta ruhtan kopan bir feryadı andırırlar. İkinci kategoride yer alanlar ise öğretici tarafları ön plana çıkmış, tasavvuf yoluna yeni girenleri eğitmek amacıyla yazılmış örneklerdir. Bunlardan, birinci kısımda yer alanların sayısı İkincilere oranla daha azdır. Ama hemen ifade edelim ki, tasavvufî şiirin asıl örneklerini de bunlar meydana getirir. Bu tarz örneklerin meydana gelebilmesi hem işlenmiş bir dilin varlığına, hem de büyük dahi sanatçıların mevcudiyetine bağlıdır.
Yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan tasavvufî hareket yayılmaya başlayınca, özellikle belli merkezlerde kurumlaştı. Bu merkezlerin en önemlilerinden biri de Horasan’dır. Daha sonra Horasan Erenleri adıyla tasavvuf dünyamızda çok sözü edilecek bu şehir, milletimizin tasavvuf düşüncesini öğrendiği en önemli merkezdir. Bu şehirle münasebeti olan atalarımız arasında sûfî düşünce hızla yayılmaya başladı. Sonuçta da baba adı verilen şeyhler, kendi dilleriyle tasavvufu yaymaya başladılar. Köprülü’nün ifadesiyle; "İlahiler, şiirler okuyan, Allah rızası için halka bir çok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türkler, eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hareketle kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların yerini ata veya baba ün- vanlı bir takım dervişler almıştı." İşte bu nitelikteki dinî tasavvufî edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri Ahmet Yesevî’dir.
Yesevî, XI. yüzyılın sonunda Sayram’da doğdu. Hayatını ören menkıbelere bakılacak olursa, babası Şeyh İbrahim, annesi Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Küçük yaşta anne ve babasını kaybedince ablasıyla Yesi’ye göçtü ve orada, yukarıda hususiyetleri anlatılan Türk babalarından biri olan Arslan Baha’ya bağlandı. Kısa bir süre sonra şeyhi vefat edince Buhara’ya göçtü ve orada Yusuf-î Hemadânî’nin (ö. 1140) müridi, şeyhinin ölümünden bir süre sonra da o postun şeyhi oldu. Daha sonra buradan ayrılıp Yesi’ye döndü ve irşat faaliyetlerine orada devam etti. 63 yaşına gelince de Hz. Peygambere bağlılığından dolayı bir kuyu kazdırıp, ömrünün geri kalan kısmını orada inziva halinde geçirdi ve 1166 yılında öldü. Rivayete göre 99.000 müridi vardı ve öldüğü şehir olan Yesi’ye istinaden Yesevîlik adını alan tarikatı, önce Türkistan’da sonra da Anadolu’da hızla yayıldı ve pek çok tarikatin ana kaynağı oldu. Yesevî, düşüncelerini, hikmet adı verilen şiirleriyle dile getiriyordu. Bunlar, sade bir dil ve çoğu Türk halkının İslâmiyet öncesi edebî gelenekleriyle ifade edildikleri için, Türk halkı tarafından kolaylıkla benimsendiler. Bu yüzden, hikmetlerin, hem islâmiyetin, hem de tasavvufun Türkler arasında yayılmasında büyük rolü ol- ( muştur. Bu özelliklerinden dolayı da Ahmet Yesevî her devirde, her sınıf insanın hürmetini kazanmış, türbesi asırlardan beri mukaddes bir ziyaretgâh olmuştur. Yine bu özelliğiyle de Yesevî, siyasi ve sosyal şartlardan dolayı çeşitli coğrafyalara yayılmak zorunda kalmış çeşitli Türk boylarını bir arada tutan önemli bağlardan biridir. Günümüzde yeniden bir araya gelme mücadelesi veren Türk dünyası için de en önemli müşterek unsurlardan biri, Ahmet Yesevî’dir.
Yesevî’nin şiirlerinin çoğu dörtlükler halinde ve "koşma" tarzındadır. Hikmetlerin bir bölüğü ise gazel şeklinde olup aruzla yazılmıştır. Bu şiirlerin konuları ise tamamen dinî ve tasawufidir. İslâm Dini’nin esasları, şer’î hükümler ve tasavvuf adâbı başlıca mevzularıdır. Diğer benzer örneklerde görülen dünyadan şikayet, Peygamber sevgisi ve ta- savvufî semboller, bu şiirlerde de dile getirilir. Bu şiirlerin çoğu, zikir esnasında makamla da okunmaktadır. Bu yüzden onlar canlı ve hareketli bir üslûpla söylenmişlerdir. Şimdi sizi, dilimizin bu ilk sa-yılabilecek dinî-tasavvufî örnekleriyle baş başa bırakalım:
"Yâ İlâhım hamdıng birle hikmet ayttım Zâtı ulug hâcem sıgnıp kildim sana Tevbe kılıp günâhımdan korkup kayttım Zâtı ulug hâcem sıgnıp kildim sana"
(Allahım, şükrün ile hikmetler söyledim, ey zatı ulu hâcem, sana sığınıp geldim. Günah-larımdan korktum ve tevbe edip onlardan vaz geçtim, ey zatı ulu hâcem, sana sığınıp geldim.)
"Sizni bizni Hak yarattı tâat üçün Ey bü’l-aceb içmek yimek râhat üçün Kâlû belâ didi ruhum mihnet üçün Edhem bolup astığa kirdim muna"
(Ey tuhaf kişi, Allah hepimizi ibadet etmek için yarattı, yemek içmek ve rahat etmek için değil. Ruhum mihnet için kâlû belâ dedi ve işte ben Edhem olup yer altına girdim.)
"Tevbe kılıp Hakka yangan âşıklara Uçmah içre tört arığda şerbeti bar Tevbe kılmay Hak yanmagan gâfillerga Tar lahidde katığ azab hasreti bar"
(Hakk’ın tevbe edip kendisine dönen aşıklarına cennetteki dört pınarda şerbeti var; tevbe etmeyip kendisine dönmeyen gafillere ise dar lâhidde katı azap hasreti vardır.)
Kaynaklar:
M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980, 1976.
Büyük Türk Klasikleri, C. I, İstanbul, 1985.
Kemal Eraslan, Di- van-ı Hikmet’len Seçmeler, Ankara, 1983.