Makale

Takvim ve Yılbaşı

CEMAL ANADOL
Gazeteci - Yazar

Takvim ve Yılbaşı

Her yılın Aralık ayının son günü gece saat 24.00’te, dünya târihinde bir takvim yılı daha sona eriyor.
Tarihi araştırmalara göre;
Türkler, tarihin çok eski devirlerinde; dünyanın yaratılışını başlangıç alan bir takvim kullanıyorlardı.
Türkler, o zamanlar olayların tarihlerini, ayırdıkları zaman dilimleri olan "devir"lere göre kaydediyorlardı.
Bunun için de, bir "devir"i meydana getiren oniki yıla, ayrı ayrı adlar vermişlerdi. Bunlar, her yıl için ayrı bir hayvan adı olduğundan, bu takvime "oniki hayvanlı takvim" denilmişti.
Bu takvimin, ne zaman kullanılmaya başlandığı, kesin olarak bilinmemekle beraber, Türk- ler’den başka; Moğollar, Çinliler, Hindliler, Tibet ve Çin-Hindi kavimleri de zaman zaman kullanmışlardır.
Bu adlar; sıçan, öküz, pars, tavşan, ejder, yılan, kısrak, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuz’un, Ortaasya Türk lehçeleri ile söylenilen şekilleri idi.
O yıllarda meydana gelen olayların, hayvanların karakterleri ile ilgili olması, Türkler’i, hayvan adlarını takvimlerinde kullanmaya sevk etmişti. Çünkü; sıçan yılında kan dökme ve karışıklıklar çok oluyor, halk böcek gibi haşarattan çok zarar görüyor, hırsızlar çoğalıyor, kış uzun sürüyordu. Ud yılında savaş çok oluyor, havalar değişiklikler gösteriyor, başağrıları, hastalıklar artıyordu.
Bu takvimde; aylar ise, sıralarına göre; birinci ay, ikinci ay, şeklindeadlandırılmışlardı.
Selçuklular’da; asıl adı Celâ- leddin Ebü’lfeth olan, Sultan I. Melikşah’ın hükümdarlığı zamanında (1072-1092 yıllarında) dünyanın güneş etrafında dönmesi esasına göre tertiplenilmiş ve yılbaşını "Nevruz/Yenigün" kabul eden “Celâl?" adı altında bir takvim yapılmıştı. Kısa bir zaman kullanılan bu takvimde; başlangıcın dinî günlere göre esas alınmayışı, din adamlarının tepkileri ile karşılaşınca, yerine Arap takvimi kullanılmaya başlanmıştır.
Osmanlılar, XVII.yy’in ikinci yarısına kadar Hicrî-Kamerî takvimi kullandılar.
İlk zamanlar kullanılan Hicrî takvim; Şemsî ve Kamerî, yâni Güneş’e ve Ay’a göre olmak üzere, iki kısma ayrılıyordu.
Hicrî takvim, Hazreti Ömer (r.a) tarafından kabul edilmiş olup, Hazreti Muhammed (s.a.s.) Efendimizin, Mekke’den Medine’ye hicreti olayı başlangıç olarak alınmıştı.
İslam devletleri, bu takvimi resmî takvim olarak kabul etmişlerdi. Bu iki takvim arasında 10 gün 20 saatlik bir fark bulunuyor, başlama zamanının aynı olmaması, devletin malî işleri bakımından aksamalara yol açıyordu.
Bu farkı ortadan kaldırmak için, Osmanlı İmparatorluğumda ciddî çalışmalar yapılmış, 1697’de Defterdar Morali Osman Efendi adına malî yahut Rûmî yıl denilen bir takvim sistemi meydana getirmişti.
Hicrî takvimde ise, ayların kısaltılmış şekilde harflerle ifâdesi, yanlış okunulması hâlinde güçlüklere sebep oluyordu. Orduda "ulûfe" denilen ve üç ayda bir verilen asker ve memur aylıkları için bu ayların ilk ve son harfleri birleştirilmek sûretiyle, rümuz hâlinde; Ma- sar, Recec, Beşen ve Lezez gibi kısa adlar meydana getirilmişti.
Bunlardan başka; yine devlet işlerine âit belgelerde, gün sayısı gösterilmeden; ayın ilk on günü için "evâil", ikinci onuncu günü için "evâsıt", üçüncü on günü için "evâhir", ayın ilk günü için “gurre" ve ayın son günü için "selh" gibi deyimler kullanılıyordu.
Mâlî yahut Rûmî takvim sisteminde ise, ay adları; Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrinievvel, Teşrinisâni, Kânunuevvel, Kânunusâni ve Şubat idi.
Osmanlı A’yan Meclisi, 28 Şubat 1912 günü, yalnız devlet işleri için "batı takvimi"nin kullanılmasına karar vermişti. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin, devlet takvimi olarak beynelmilel takvimi kabul edişi, 26 Aralık 1926 târihinde olmuştur.
Bu takvim, Hazreti Isâ’nın doğum gününü başlangıç almış olup, Papa XIII.ci Gregoius tarafından düzenlenmiştir.
Ancak, Hristiyan dünyasınca bilinen, Hazreti Isâ’nın doğum günü, Aralık ayının yirmidördüncü gününü, yirmibeşinci gününe bağlayan gecedir. Bu tarihte
Hristiyan geleneklerine göre, Noel yortusu yahut bayramı başlar ve hafta boyunca sürer. Aslında Hazreti Isâ’nın doğum günü, kesin olarak belli değildir.
Bütün dünyada Hristiyanlar, Aralık ayının son geceyarısı, saatler 24’ü gösterdiği sırada, âyinler, İlâhiler ve çeşitli eğlencelerle, içki âlemleri yaparak, çanlar çalarak yeni yılı karşılarlar.
Hristiyanlığa liderlik edenlerin, çok tanrılı paganların kış gündö- nümü törenlerinden vazgeçirmek için, Hazreti Isâ’nın doğum bayramı olan 25 Aralık yerine, Noel’i yerleştirdikleri muhakkaktır.
Bunun için de Hristiyan çocuklara; karla örtülü, kırmızı başlıklı paltosu ve kocaman sa-kalı ile temsil edilen ve Noel Baba denilen kişinin; oyunca, şekerleme ve çeşitli hediyeler dağıttığı telkin edilerek, bu gece câzip hâle getirilmek istenilmiştir.
Bu yüzden çocuk, Noel Babanın o gece kendisine hediyeler getireceği hayâli ile yatar. Çocuğun annesi, babası ve yakınları, önceden aldıkları oyuncak ve hediyeleri, çocuğun pabuçlarının içine yerleştirirler.
Böylece, Hristiyan çocukların en saf çağlarında, kendilerine öğretilenler, bu koskoca yalanlardır.
Noel yortusu dolayısiyie, çam ağaçları kesilerek, süslenir ve ışıklandırılır.
Hristiyanlara âit olan bu dinî gelenek, bilhassa sosyete muhitlerinde gittikçe daha çok benimsenip yayılmakta ve batı taklitçiliğinin kötü bir örneği olarak, millî varlığımızın karşısına dikilmektedir. Bizim, Batı’dan alacağımız şey, ancak ilim olabilir. Zirâ, Yüce İslam Peygamberi; "İlim nerede olursa alın..’1 buyurmuşlardır.
Halbuki, Noel’i kutlama, Hristiyanlar için olan "dinî" yönü bir yana, Batı’ya âit bir gelenektir. Her toplumun kendisine has bir yaşama tarzı, düşünce ve inanışları vardır. Batı’nın aile ve ah-lâk anlayışını da, Müslüman Türk toplumuna tatbik etmek mümkün değildir. Zirâ, bunu kabul etmek, millî ahlâkımızın değişmesi ve bozulması demektir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen o yüce Resûl;
"Kim, bir topluluğa benzemeye özenirse, o da onlardandır.” buyurmuştur.
İslam’ın yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de;
"Bir toplum, kendilerinde bulunan yüksek meziyetleri değiştirmedikçe, Allah onların meziyetlerini değiştirmez." buyurulmuştur.
Müslümanlar’ın Hazreti Isa’yı da, Cenâb-ı Hakk’ın elçisi olarak tanımaları, Hristiyan geleneklerini benimsememizi, sabahlara kadar içki içip, kumar oynamamızı gerektirmez.
Kur’ân-ı Kerîmin Bakara Sûresinin 120.ci âyetinde;
"Ne Yahudiler, ne Hristiyanlar, sen onların dinine uyun- caya kadar asla senden hoş-nut olmazlar."
Nisâ Sûresi 89.cu âyetinde;
"Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi, sizin de küfredip, onlarla beraber olmanızı arzu ederler."
Âl-i Imrân Sûresi 149.cu âyette;
"Ey iman edenler, eğer küfr (ve inkâr) edenlere itaat ederseniz sizi ökçelerinizin üstün-de (gerisin geri küfre) çevirirler de (dünyada da âhirette de) büyük zarara uğrayanların hâline dönersiniz." buyurulmuştur.
Bu yüce buyruk ve hadîslerin ışığında, bir mü’minin, Noel yortusu, paskalya ve benzeri Hristiyan âdetlerine kendisini kaptırması, elbette ki, utandırıcı ve düşündürücü bir gaflettir.
Milletlerin ayakta durabilmeleri, ancak millî hasletlerini korumaları ile mümkün olabilir. Millî haysiyetlerini, gururlarını inkâr edenler ise, taklitçisi oldukları toplulukların birer uydusu hâline gelirler.
Ne yeşil çamların kesilmesi, ne alkol, ne kumar ve rezâletlerin, İslâmiyet ve onun getirdiği sosyal ahlâk ile ilgili hiçbir yanı yoktur.