Makale

CAMİLER KAPATILIYOR MU?

HARUN ÖZDEMİRCİ - DR. MEHMET BULUT

CAMİLER KAPATILIYOR MU?

Geçtiğimiz günlerde basında; “Camiler Diyanet’e Devredilecek”, “Camiler İzinle Yapılacak”,Cami Yapımına İzin Zorunluluğu ”, “Camilere Devlet Denetimi”, “Camiler Resmileşiyor”, “Camilerin Diyanet’e Devri Sorun Oldu”, “Camiler Kıskaca Alındı”, “24 bin Cami- Mescit Kapatılacak mı?” gibi manşetten başlıklarla haberler yer aldı. Bu haberlerin yanında birçok köşe yazarı da “Camilere İlişmek”, “Camileri İbadet Edenlere Bırakalım", “İbadet İzne Bağlanamaz”, “Fada Kapıda” ve benzeri başlıklarla bu konuyu kamuoyu önünde tartışmaya açtılar ve tartıştılar. Basın aracılığı ile halkın dikkatlerinin çekildiği ve yoğunlaştırdığı bu hadise, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 31.07.1998 tarihinde görüşülerek kabul edilen 4379 ve 4380 sayılı iki kanun idi.
Bazı köşe yazarlarımız, bu iki düzenleme ile camilerin devlet kontrolüne geçeceği, cami yapımının zorlaşacağı, kadro verilemeyecek bazı camilerin kapatılacağı, hatta bu uygulamalar ile ülkemizde insanımızın inanç ve ibadet hürriyetlerinin kısıtlanacağı gibi düşünce ve görüşler ileri sürdüler. Ülke gündeminde sıcak tartışmaların yapıldığı o günlerde, bahse konu uygulamalarla getirilen yeniliklerin basınımızda serdedilen sonuçları doğurmayacağına dair Başkanlığımızca gerekli basın açıklamaları yapılarak, kamuoyunun bilgilendirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunuldu ise de, konunun basında geniş ölçülerde yer almış olması ve bazı siyasi ilgilendirmeler nedeniyle vatandaşlarımız nez- dinde oluşan birtakım tereddüt ve kaygıların varlığım sürdürebileceği endişesini taşımaktayız.
Ekim ayının ilk haftasının ‘’Camiler Haftası" olarak kutlanması münasebetiyle konuyla ilgili geniş bir araştırmamızı dergimizin bu sayısında yayınlamayı ve okuyucularımızın dikkatlerine sunmayı düşündük. Hemen şunu ifade edelim ki, amacımız yeni tartışmaları gündeme getirmek değil, yüce milletimizin manevi değerlerine bağlılığı ve hassasiyetini göz önüne alarak bu düzenlemelerin asıl maksadını kamuoyunun bilgilerine sunmaktır.
İçerisinde bulunduğumuz Ekim ayı, Cumhuriyetimizin ilan edildiği bir aydır. 75. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyete, topyekün milletçe el ele ve gönül gönüle vererek amansız bir mücadele içerisinden çıkarak ulaştık. İsterseniz bu araştırma yazımıza da Milli Mücadele yıllarımız ve hemen öncesinden bazı anekdotlarla başlayalım.
Yıl 1914. Rıza Tevfik, İstanbul’un Edirnekapı semtindeki Mihrimah Sultan Camii’ne gider. Caminin harabe halini ve şadırvanının suyunun akmadığını görür. Bu manzara karşısında fevkalade hüzünlenir. Hemen oracıkta bir taşın üzerine oturur, "Harab Mabed" başlıklı şiirini yazar:

Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış-,
Ulu mihrabında yazılar gördüm,
Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?

Batan güneşlerin ölgün nigâhı,
Karartıp bırakmış o kıblegâhi;
Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı
Viran kubbesine gölgeler salmış!

İslâm’ın bahtiyar bir zamanında,
Âb-ı hayat varmış şadırvanında,
Şimdi harap olan seyebânmda,
Dem çeken kuşların ömrü azalmış!

Ayât-ı hikmet var kitabesinde,
Bir ders-i ibret var hitabesinde;
Bağ-ı cennet olan harabesinde,
Tekbir sadaları artık bunalmış. (...)

Milli Mücadele yıllarında ülkemiz genelinde birçok cami ve mescidin yürek dağlayan perişan durumları, bu şiirde anlatılanın da ötesindedir. Bir kısmı yıkılmış, bir kısmı harabe haline gelmiştir. Ayakta kalabilenleri ise bakımsız, donatımsız; mabet olma vasfını neredeyse yitirmiş vaziyettedir. Devrin yetkililerinin ifadesiyle, caminin duvarındaki “en-Nezafetü mine’l- iman" yazılı levha, kir ve toz tabakasından okunamaz duruma gelmiştir. Pencereleri örümcek ağlarından ışığı içeriye sızdırmaz durumdadır. Bütün bunlardan daha acısı, camide namaz kıldıracak, hutbe okuyacak, halka va’z ve nasihatte bulunacak görevlilerin sayısı iyice azalmış, öyle ki, yer yer cenazeleri kıldıracak görevli bulunamaz olmuştur.
Bu acıklı duruma şanlı ecdadımızın seyirci kalması düşünülemezdi. Bir taraftan düşmana karşı çetin mücadeleler verirken diğer taraftan milleti maddi ve manevi çöküntüden kurtarmak için çareler düşündüler. İnançsızlık ve cehalet tehlikesine karşı tedbirler aldılar. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışını müteakip oluşturulan Millî Meclis Hükümetleri bünyesinde yer alan Şer’iye ve Evkaf Vekaleti, manevi alanda yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldırmak için var gücüyle çalıştı. Bu gayretinde Meclisin tam desteğini gördü. Hayırla yad etmeye layık önemli hizmetler verdi. Mihrabı imamsız, minberi ve kürsüsü hatipsiz, minaresi müezzinsiz ve ezansız camileri bu durumdan kurtarmak için bütün bir millet elele verdi. Bilahare yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da kendine verilen yetkiler çerçevesinde ülkemizde dini hizmetleri en iyi şekilde yerine getirme gayreti içinde oldu.
Neslimizin cami ve mescitlere, kısaca mabede atfettiği önemi uzun uzadıya anlatmaya ne hacet var? Yedi düvele karşı verdiği hürriyet ve istiklâl mücadelesini zaferle sonuçlandırdıktan sonra yazdığı İstiklâl Mar- şf’nın şu dörtlüğüne bakmamız yeter ve artar bile. Milli Şairimiz deruni bir yakarışla Yüce Rabbimize şöyle yalvarıyor:

“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak
emeli;
Değmesin ma ’bedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar-ki şehadetleri dinin temeli-
Ehedî yurdumun üstünde benim inlemeli. ”

Yüce Milletimizin, Âlemlerin Rab- binden en büyük niyazı, kendisini . vatansız, mabetsiz, ezansız bırakmamasıdır. Bu niyazı bütün çağlarda t varola gelmiştir. Günümüzde de du. rum aynıdır. Çünkü, her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış bu coğrafyanın insanı için mabed, “olmazsa olmaz” değerlerinden biridir. Camilerin “Beytullah=Allah’ın evi" olduğu idraki’ içindedir; onları, ülkesinin tapu senetleri gibi görmektedir. Kısaca cami ve mescitlere milletçe gösterilen ihtimam ve hürmet, belki de hiçbir toplumda görülemeyecek boyuttadır.
Peki, öyle ise-, bu hassasiyet ve anlayışta olan bir milletin yaşadığı " Türkiye’mizde camilerin kapatılması, ezanların susturulmaya kalkışılması, t hatta böyle bir şeyin düşünülmesi mümkün müdür? Elbette mümkün ’ değildir. ’
Bu araştırma yazımızda camiler konusunda yapılan küçük bir düzenlemenin, camilerin kapanması şeklinde anlaşılmasının yanlışlığını vurgulamaya çalışacağız. Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, basın özgürlüğü, düşünce ve kanaat hürriyeti, demokrasinin vazgeçilmez hussusiyetlerindendir. Her mesele kamuoyu önünde tartışıldıkça demokrasi anlayışımızı sağlıklı bir zemine oturtma imkanına kavuşmuş oluruz. Ancak dini konu ve mü- esseselerimizle ilgili tartışmaların dini kaynaklara dayalı bir zeminde yapılması doğru bir neticeye ulaşmak açısından çok önemlidir. Bu bakımdan söz konusu meselede de öncelikle tarihi süreç içinde cami ve mescitlerin idare şeklini irdelemek istiyoruz. Bu amaçla yaptığımız incelemenin bir özetini sunuyoruz.

TARİHİ SÜREÇ İÇİNDE CAMİLERİN İDARESİ

Asrı Saadet Dönemi:

Hz. Muhammed (s.a.s.), İslam dininin tebliğcisi ve bütün insanlığa bir rehber olarak gönderildi. O, Allah’ın buyruklarını insanlığa tebliğ eden bir peygamber, aynı zamanda da diğer insanlar gibi bir kuldu. Ailesiyle ilgilenen bir eş, bir baba-, toplum işlerine nezaret eden bir lider, müminlere ibadetlerinde rehberlik eden bir imam, minberde hutbe okuyan bir hatip, toplumunu din ve dünya işleri konusunda aydınlatan bir mürşid, bir mübelliğ, bir öğretmendi. O’nun imamlığında namazların kılındığı mescid (cami), dini ve dünyevi bütün işlerin planlandığı, anlaşmaların yapıldığı, gerektiğinde suçluların sorgulandığı, eğitim-öğretim işlerinin yerine getirildiği... bir mekandı.
Asrı Saadet’in Mekke dönemindeki şartlar, Hz. Peygambere Kabe’nin dışında bir mabet edinme imkanı vermemişti. Hz. Peygamber ve ilk Müslümanlar, içinde putların olduğu Kabe’de namaz kılmışlar, putperest Mekkelilerin tavaf ettiği Kabe’yi onlar da tavaf etmişlerdi. (Hamidullah, İsi. Mües. Giriş: s.51.) Kabe’de ibadetlerin engellenmeye başlanmasıyla ashabtan bazı kimselerin evlerinde de ibadet edilmişti.

Medine Dönemi:

Mescidin (Camiin) Ortaya Çıkışı

Hz. Peygamberin Medine’ye hicretinden önce Akabe biatlarında Müslüman olanlarla, Peygamberimizden önce hicret edenlerin Medine ve civarında küçük mescitler yaptıkları hatta Hz. Peygamberin hicret esnasında ilk Cuma namazını Beni Salimin mescidinde (Mescid-i Atike) kıldığı rivayet ediliyor ise de (DİA, c.7, s.47), Hz. Peygamberin Medine’ye hicretiyle dini teşkilatlanma ve devlet teşkilatlanması birlikte gerçekleştirilmiştir (Pedersen, Mescid, i.A., c.8, s.4).
Yine hicret esnasında Medine’ye varmadan Küba’da Hz. Peygamber bir müddet kalmış ve burada Kur’an-ı Kerim’de "takva üzerine tesis edilen mescid" olarak nitelenen (Tevbe, 9/108) Kuba Mescidi’nin inşasına başlanmıştır (Hamidullah, s.60). Ancak İslam tarihinde bütün cami ve mescid- lerin nüvesini, bizzat Hz. Peygamberin yol göstericiliğiyle yapılmış olan Mescid-i Nebevi teşkil eder. Bu mescidin projesini Hz. Peygamber bizzat kendisi belirlemiş, inşaatında da, muhacir ve ensar ile birlikte çalışmıştır.
Mescid-i Nebevi’de imamet görevini bizzat sürdüren Hz. Peygamber, eğitim-öğretim faaliyetlerinde ise ashabından bir kısmını görevlendirmiştir (Kazıcı, 83, s. 14; Baktır, 90, S.40).
Rasulüllah hayatta iken Mescid-i Nebevi’den başka, hem Medine içinde, hem de Medine civarında birçok mescid açılmış ve Peygamberimiz de buralara görevli tayin etmiştir. Vakit namazları bu yeni açılan mescidlerde de kılınmışsa da, Cuma namazları sadece Mescid-i Nebevi’de kılınmıştır (DİA. c.7, s. 48; Hamidullah, İsi. Mües. Giriş, s.61).
Görevli tayin etme ve cuma namazının bütün mescitlerde kılınma- ması, takdir edileceği gibi, belli kurallar dahilinde hareket etmenin ifadesidir. Bu durum, mabetlerin belli bir düzen içerisinde kullanıldığını ve idaresinin de Hz. Peygamberde olduğunu ortaya koyar. Ancak, dini ve dünyevi hizmetlerin organizesinin oldukça genel ve sade olduğu Asrı Saadet’te, sırf dini hizmetlere ve camilerin idaresine yönelik özel bir bürokrasiden söz edilemez. Şu kadarını ifade etmeliyiz ki, Hz. Peygamber döneminde, din hizmeti de dahil, topluma yönelik bütün hizmetler "Mescid Merkezli" faaliyetlerdir.

Hülefe-i Râşidin Dönemi:

Hülefa-i Râşidin döneminde Mescid-i Nebevi’de yenileme ve genişletme faaliyetlerinde bulunulduğu gibi, yeni fethedilen yerlerde de cami ve mescidler inşa edilmiş, bazı eski ma- bedler de camiye tahvil edilmişlerdir. Müslümanlarca yeni kurulan şehirlerde ise, şehir planları önce caminin yeri tespit edilerek oluşturulmuştur (DİA, c.7, s.49).
Bu dönemde her şehirde Cuma namazı kılınan büyük bir cami ve ayrıca semt mescidleri bulunuyordu. Büyük camiin dışındaki mescitlere hutbe okumak için minber konulmuyordu. (Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.2, s.281). Hz. Ömer (r.a.), yeni kurulan yerleşim merkezlerinde bir merkez caminin bulunmasını ve kabileler için ayrı mescidler inşa edilmesini istemiştir. Vakit namazlarının kabile veya mahalle mescidlerinde kılınabileceğini belirtmiş, Cuma günü ise herkesin büyük camide toplanmasını emretmiştir (DİA, c.7, s.49). Bu durum, özellikle Cuma namazı ve hutbe için özel bir düzenlemenin ve sınırlandırmanın yapıldığını ortaya koymaktadır.

Emevi ve Abbasi Dönemleri:

Emeviler ve Abbasiler döneminde camilerin sayısı çoğalmış ve mimari açıdan da önemli aşamalar kaydedilmiştir. Bu dönemde şehirlerin büyümesi ve şehir nüfusundaki artışlar nedeniyle Hülefa-i Râşidin dönemi aksine şehirlerde birkaç Cuma camiinin bulunmasına ihtiyaç duyulmuştur (DİA, c.7, s.49).
İmar konusuna büyük önem veren Emevi halifelerinden I. Velid, Şam’da dünyaca ünlü Emeviyye Ca- mii’ni inşa ettirmiş, bu camiinin bir kilise binası üzerine inşa edildiği söylendiğinde, Velid, "kilisenin Hristiyan- lara bırakılan kısmının kendilerine satılmasını istemiş ve bu iş için de büyük bir servet teklif etmiştir. Ancak, Hristiyanlar bunu kabul etmemişler, Velid de aradaki duvarı yıktırarak kilisenin tamamını mescide katmıştır. Ömer b. Abdülaziz halife olunca Hris- tiyanların şikayeti üzerine ilave kısmın geri verilmesini emretmiş, fakat bu defa da Müslümanlar buna razı olmamışlardır. Zamanın fakihlerinden Süleyman b. Habib el-Muharibi, Dı- maşk’ın savaşla fethedilen Gota adlı mahallinde önceden camiye çevrilen kiliselerin tekrar eski statülere kavuşturulması şartıyla Hristiyanları razı etmiş ve cami olduğu gibi kalmıştır.” (Beiazüri, Fütuhu’i-Buidan, s.122’den naklen, DİA. c.7, s.49)
Abbasiler döneminde, önceki dönemlerden farklı olarak camilerde namaz kıldırmak için maaşlı görevliler, Cuma hutbelerini irad etmek için hatipler tayin edilmeye başlanılmış, hutbeler halife adına okunur hâle gelmiştir (Pedersen, “Mescid", İA, s.81- 82, ’‘Hatip’’, İA. S.363-365).
İmamlığın ve hatipliğin özel bir meslek haline geldiği Abbasiler döneminden itibaren, organize bir din hizmetleri teşkilatlanmasından söz etmek mümkündür. Bu teşkilatlanma Devletle iç içe olmuş, dolayısıyla da dini hizmetler sürekli olarak devletin destek ve denetimi altında yürümüştür.
Asrı Saadet ve onu takip eden dönemlerde, İslam’ın yayılışına paralel olarak sayı ve mimari itibariyle camilerin sürekli olarak geliştiği açıktır. Fonksiyonlarında ise, dönemlere göre genişleme ve daralmalar olmuştur. Ancak cami ve mescidlerin ibadet yeri ve cemaati din konusunda aydınlatma ortamı olma özellikleri değişmeyen fonksiyonlarıdır. Öte yandan devlet yönetiminde idari bürokrasinin ve iş bölümünün detaylanmasıy- la cami ve mescidlerin ve buralardaki görevlilerin idare biçiminde yeni yeni t bazı düzenlemeler yapılmış ve günümüze doğru gelindikçe de kapsam genişlemiştir.

Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri:

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde büyük şehirlerde camiler daha çok birer külliye şeklinde yapılmıştır.
Bu dönemlerde genel eğitim-öğretim \ hizmetleri önemli ölçüde camilerden 1 ayrılarak yürütülmeye başlanmıştır.
Bu dönemin en büyük özelliklerinden f biri de camilerde görev yapacak imam, hatip ve vaizlerin yetiştirilmesine ilişkin açılan eğitim kurumlandır. Cami ve mescidlerde nitelikli görevli istihdamı için bu kurumlarda özel ders programları ve eğitim metotları ’ uygulanmıştır. (D. Mustafa ERGÜN-Örgün Eğitimin Kurulmasında Medreselerin Rolü, "Tebliğ").
Önceki Müslüman devletlerden „ farklı olarak Osmanlı Devleti dönemi, din hizmetlerinin tam anlamıyla kurumlaştığı bir dönemdir. Osmanlı dev’ let bürokrasisinde dini nitelikli hizmetler Şeyhülislamlığa (Meşihat) bağlı kurumlar eliyle yürütülmüştür. Şeyhülislamlık, bir yandan fetva hizmeti verirken, diğer taraftan başında bulunduğu “İlmiye Teşkilatını” da yönetmiştir. Fetva hizmetleri için merkezde ve taşrada müftüler görevlendirmiştir. İlmiye teşkilatını oluşturan hiyararşik yapı içerisinde cami ve mescidlerde görev yapan imam ve hatipler de yer almıştır.
Osmanlı döneminde camilerin birer ibadet yeri ve yaygın din eğitimi ortamı olma özelliği daha belirgindir. Bu dönemde yapılan camilerin mimari ihtişamı da zirveye ulaşmıştır. Camilerde hizmeti yürütecek görevlilerin tespitinde ve camilerin idaresinde yeni bir takım düzenlemelere gidilmiştir.
İ.H. Uzunçarşılı, "İlmiye Teşkilatı” adlı eserinde; Osmanlı devletinde zamanla müftülerin tayinleri gibi imam, hatip ve müezzinlerin tayin yetkilerinin de Şeyhülislamlığa verildiğini kaydeder. Ayrıca bu işlemin usulü ile ilgili olarak da merkezde, imam, hatip ve müezzinlerin tayinleri için bağlı bulunduğu caminin vakıf mütevellisi tarafından Şeyhülislamlığa dilekçe ile müracaat edildiğini, dilekçenin nihai olarak padişaha arz olunduğunu ve görevlendirmenin yapıldığını, taşrada ise bu görevlere mahallin kadısının ilamı üzerine atamaların gerçekleştiğini anlatır (Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, ss. 175-185).
Bir başka kaynakta ise-, "Osmanlı döneminde camiler banilerinin kurduğu vakıfların mütevellileri tarafından yönetiliyordu. Bu vakıfların hukuki statüsü vakfiyelerinde belirlenmekteydi. Camiye ait vakıfların yönetiminden sorumlu olan mütevellilerin her yıl muhasebe sonuçlarını mahalli kadı aracılığıyla merkeze gönderip tasdik ettirmeleri gerekiyordu. Camide bir görev boşaldığında mütevellinin doğrudan tayin yapma yetkisi olmadığından kadıya münasip birini teklif eder, kadı da bir ilamla durumu İstanbul’da Divan-ı Hümayun’a arz eder, teklif edilen şahsın durumu incelendikten sonra uygun olursa kendisine görev verilirdi." denilmektedir (DİA, c.7, s.53).
II. Mahmud döneminde, 1826’da Evkaf Nezareti kurularak İmparatorluk içindeki bütün vakıfların gelirleri bu nezaretin denetimine verilmiştir.
Başlangıçtan itibaren devlet başkanlar! camilere nezaret etmişler, eyaletlerde ise halifenin temsilcisi olan valiler ve görevlendirdikleri kadılar camilerin idaresine bakmışlardır.
Şahıslar tarafından yaptırılan camilere, camiyi yaptıran kişinin bizzat kendileri veya vakfiyesinde yazılı şartlara göre mütevellisinin nezareti de söz konusu olmuşsa da, kadılar özel camilerdeki görevlilerin denetimini yapmışlar ve cami idaresinde söz sahibi olmuşlardır (DİA, c.7, s.53).

Türkiye’de Camilerin İdaresi:

TBMM Hükümetleri Dönemi: (Şeri- ye ve Evkaf Vekaletince Camilerin İdaresi):
TBMM hükümetleri döneminde (1920-1924), camilerin idaresi Şeriye ve Evkaf Vekaletine verilmiştir. Şeriye ve Evkaf Vekaleti, kabineyi oluşturan bakanlıklardan biridir ve ülkemizde din hizmetleri, din eğitimi, vakıflar ve camilerin idaresi bu vekalet tarafından yürütülmüştür. Bu vekalet, Türk dini-idari kurumlar arasında üzerinde durulması gereken önemli bir tecrübedir. Türkiye’de sözü edilen yıllarda, ilgili alanlarda önemli hizmetleri olmuştur.
Cumhuriyet Dönemi (Camilerin Diyanet İşleri Başkanlığınca İdaresi):
3 Mart 1340 (1924) tarihli ve 429 sayılı "Şeriye ve Evkaf ve Erkanıharbi- yei Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun", Siirt Mebusu Hoca Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının imzasını taşıyan bir önergenin Mecliste görüşülüp kabul edilmesi sonucu çıkarılmıştır. Bu düzenleme ile şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak Diyanet İşleri Reisliği, Erkanıharbiyei Umimiye Vekâleti kaldırılarak da Genel Kurmay Başkanlığı kurulmuştur (Düstur,
III, 5 (1931), 665-TBMM Zabıt Ceridesi, II, 7(1968), 21-24).
429 sayılı kanunla, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin bir kısım hizmetlerinin yeni bir statü ile yürütülmesi Diyanet İşleri Reisliği ne bırakılmıştır. Türkiye’de İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek yanında cami ve mescidle- rin idaresi de bu kuruluşa verilmiştir (Md.5). Aynı kanunla vakıfların yönetimi önce Başbakanlığa, daha sonra da 1935 yılında Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bağlanmıştır.
429 sayılı Kanunla başlayan yeni süreç içinde cami ve mescitlerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yönetilmesine ilişkin gelişmeleri şöyle özetlemek mümkündün
Biraz önce değindiğimiz gibi 429 sayılı Kanun, camilerin ve görevlilerinin idaresini Başkanlığımıza vermiştir. 18 Mart 1924 tarihli ve 442 sayılı Köy Kanunu’nda ise, köy camii, köyün ortak malı kabul edilmiş (Md.2), ayrıca köylülerin zorunlu işleri arasına köyde bir cami yapmayı da katmıştır (Md.13-14). Aynı kanunun 83’üncü maddesi ile, köy imamlarının, köy derneğinin (ihtiyar heyeti) teklifi ve müftünün "buyrultusu" ile tayin olacakları hükmünü getirmiştir.
1935 yılına kadar Başkanlığın teşkilat kanunu çıkartılmamış, ancak bu tarihe kadar cami görevlileri (hademe-i hayrat) ile ilgili tüzükler hazırlanmıştır. 1928’de çıkartılan “Cami Hademeleri Nizamnamesi” ne kadar camilerin ve cami görevlilerinin idaresinde, Osmanlı döneminde, 1913’de çıkartılan “Tevcih-i Cihat Nizamnamesi ’nin bazı hükümleri uygulanmıştır.
8 Nisan 1931 ’de kabul edilen 1827 sayılı, ”1931 Yılı Vakıflar Umum Müdürlüğü Bütçe Kanunu” ile camilerin ve cami görevlilerinin tayin ve azil gibi idari yetkiler bu müdürlüğe devredilmiştir (Md. 6, 7, 8). Aynı Kanun cami görevlileri kadrolarının yeniden tespitini de öngörmüştür. 4 Ocak 1932 tarihli bir “Heyet-i Umumiye Kararı" ile cami görevlilerinin Vakıflarca idareleri konusunda bir açıklık getirilmiş, buna göre, görevlilerin sadece "tayin ve azle mütealllik merasim itibariyle” Evkaf Umum Müdürlüğü’nün yetkili kılındığı belirtilmiştir (Bkz. Düstur, 3. Tertip, c. 13, ss.72-73).
1935 yılında Vakıflar Umum Müdürlüğünce hazılanmış olan yeni bir "Cami Hademeleri Nizamnamesi” kabul edilmiş, bu nizamname ile de, camilerin idaresi ve cami görevlilerinin seçimi, tayini, azli, cezalandırılmaları gibi idari yetkiler de Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiştir (Düstur, 3. Tertip, C16, S.726).
Aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığının ilk Teşkilat Kanunu olan 2800 sayılı kanun kabul edilmiş, Doğal olarak camiler ve cami görevlileriyle ilgili hükümler bu kanunda yer almamıştır. 11 Kasım 1937’de "Diyanet İşleri Reisliği Teşkilatının Vazifelerini Gösterir Nizamname" yayınlanmış, bu nizamnamede de sadece merkez teşkilatı birimlerinin görevleri ile iller kuruluşundan müftü, müsevvit, vaiz ve dersiamların görevlerine yer verilmiştir.
1931’den 1950’ye kadar süren bu uygulama, Başkanlığımızın hizmet alanlarını ve yetkilerini daraltmış, ayrıca Türkiye’de camilerin idaresi ve din hizmetleri alanında iki başlılığı ortaya çıkartmıştır. Söz konusu yetkilerin yine bir devlet kuruluşuna verilmiş olması bile mahzurları ortadan kaldırmamıştır. Bu hizmet ve yetkilerin, asli mercii olan Diyanetin dışına çıkmış oluşu, tabii olarak bir takım sıkıntıların doğmasına neden olmuştur. Örneğin cami görevlilerinden vaizlerin idari yönü Vakıflara, ancak camilerde yapılan vaazların murakabesi Müftülüklere yani Başkanlığa ait hale getirilmiştir. Yakın tarihimizde yaşanmış olan bu tecrübe de gösteriyor ki, ülke çapında camilerin ve sunulan din hizmetlerinin belli merciden idaresinde çok yönlü zaruret vardır.
23 Mart 1950’de kabul edilen ve 2800 sayılı Teşkilat Kanunu’nda değişiklik yapan 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı yeniden oluşturulmuştur. Bu kanunla, cami ve mescitler ile cami görevlilerinin idaresi Diyanet işleri Başkanlığı’na iade edilmiştir. Merkez Teşkilatında yeniden “Hayrat Hademesi işleri Müdürlüğü” kurulmuştur. Cami görevlileri ile ilgili işlere bakmak üzere il ve ilçelerde Müftünün başkanlığında komisyonlar oluşturulmuştur (Md.5). Köylerde imamlık yapabilmek için Başkanlığın veya yetkili kıldığı Müftünün yazılı müsadesi şartı aranmıştır (Md.6).
Camiler ve cami görevlilerinin idaresinin 19 yıl aradan sonra Başkanlığa iadesi hem teşkilatta, hem görevliler ve hem de vatandaşlar arasında memnuniyet ve büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Bu münasebetle Baş’ kanlık, Başkan A. Hamdi Akseki imzası ile teşkilata kapsamlı bir genelge yayınlamıştır (18 Nisan 1950 tarih ve 3048 sayılı Genelge). Genelgede ilgili kanuna temas edilerek, din hizmetleri ve camiler açısından yeni bir dönemin başladığı vurgulanarak, camilerde ve din hizmetlerinde öncelikle alınması gereken tedbirler sıralanmıştır. Bu cümleden olarak cami ve mescitlerde geniş çaplı bir temizliğin yapılması istenmiş, görevlilerden fedakarlık beklendiği belirtilmiştir. Bu genelge, yakın dönemde her yılın 1-7 Ekim tarihlerinde kutladığımız “Camiler Haftası” için de önemli bir örnek teşkil etmektedir.
1965 yılında 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” çıkartılarak, ibadet yerlerinin yönetimi Başkanlığımıza verilmiştir (Md.1). Bu Kanunda, “Özel hizmetlerin kadroya alınması" başlığı altında “Özel veya tüzel kişiler tarafından yaptırılan ve idare edilen cami ve mescit görevlilerini, Diyanet işleri Başkanlığı lüzum gördüğü takdirde kadrosuna almak yetkisini haizdir” hükmü de yer almaktadır (Md. 35).
Verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi, Cumhuriyet döneminde cami hizmetleri bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş ve idaresi devlet hiyerarşisi içinde yer alan ve Anayasal bir kuruluş olan Diyanet ileri Başkanlığıma verilmiştir. Toplumun dini ihtiyaçlarını karşılamayı devlet kendi görevleri içerisinde telakki etmiştir. Halkımız devletin Diyanet aracılığı ile din hizmetlerine katkı sağlamış olmasından memnundur. İbadet ettiği camiinde, maaşı devlet tarafından verilen bir görevlinin bulunması onu mutlu kılmaktadır. Bu keyfiyet, onun devlete olan güvenini pekiştirmektedir.
Halkın bizzat kendisi de ibadet ettiği camisinin ihtiyaçlarını karşılamaya destek olmuştur. Çünkü asırlarca Türk insanının manevi dünyasına hayat üflemiş olan mabed (cami-mescid), çağdaş insanımız için de lahutiliğin, sükunetin, ruh huzurunun eşsiz mekanlarıdır. Bu huzurununu bozulmasını istememektedir. Zira cami ve mescidler ibadet, dua gibi kulluğun en güzel bir şekilde yerine getirildiği, tevhid ve tesanüdün oluştuğu kutsal alanlardır. Aynı zamanda da dini ve dünyevi bilgilerin edinildiği yaygın eğitim kurumlandır.
Basına da Yansıyan Son iki Düzenleme:
Görülüyor ki, İslam tarihi boyunca ve Türk Devlet geleneğinde Din hizmetleri ile devlet hep iç içe olmuştur. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkemizde bugün de durum aynıdır. Bunun aksi de düşünülemez. Devlet-Din ilişkilerinin nasıl yürütülmesi gerektiğine ecdadımız, 75. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizin ilanı anında en doğru kararı vermiş, tarihi tecrübelerini de göz önüne alarak Devlet İdari yapısı içerisinde Diyanet İleri Başkanlığı gibi bir teşkilatın kurulmasını sağlamış, ibadet yerlerinin yönetimini de bu kuruma bırakmıştır.
Basında eleştirel mahiyette yorumlara yer verilen düzenlemelerden ilki "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun Bir Maddesinin Değiştirilmesine Dair Kanundur. Aslında bu düzenleme 633 sayılı teşkilat kanunumuzdaki bir çelişkiyi düzeltmekten ibarettir. Şöyle ki, söz konusu kanunun 1 ’inci maddesinde ibadet yerlerini yönetmek görevi Başkanlığımıza verilmiş, aynı kanunun değişmeden önceki 35. madde metninde ise, yukarıda da zikredildiği gibi, "Özel ve tüzel kişiler tarafından yaptırılan ve idare edilen cami ve mescit görevlilerini, Diyanet İşleri Başkanlığı lüzum gördüğü takdirde kadrosuna almak yetkisini haizdir." hükmüne yer verilmiştir. Bu hüküm uyarınca, söz konusu camilerde görev yapanların Başkanlığımız kadrolarına alınmasına imkan verilmekte ise de, 633 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 1965 yılından bu yana, zikredilen 35’inci madde hükmünün uygulanması pratikte pek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla özel ve tüzel kişilere de ibadet işlerini yürütme ve toplumu din konusunda aydınlatma görevi verilerek 633 sayılı kanunun Vinci maddesi ile eski 35’inci maddesi arasında çelişki oluşmuştur. Bu sebeple 633 sayılı Kanunun Vinci maddesinin açık hükmü karşısında 35’inci maddede de değişiklik yapmak zarureti doğmuştur.
Başlığı ile birlikte değişen 35’inci maddenin yeni şeklinde-, cami ve mescitlerin Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile ibadete açılacağı ve Başkanlıkça yönetileceği, hakiki ve hükmi şahıslar tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin yönetiminin üç ay içerisinde Başkanlığımıza devredileceği, buralara imkanlar nispetinde kadro tahsis edileceği, kadro tahsis edilinceye kadar buralarda görev yapanların mesleki ehliyetleri ile ilgili esas ve usullerin yönetmelikle düzenleneceği hükmü yer almıştır. Söz konusu yönetmelik çalışmaları Başkanlığımızca tamamlanmak üzeredir.
İkinci düzenleme ise, 4380 sayılı Kanunla 3194 Sayılı İmar Kanunu’na bir ek madde eklenmesidir. Bu ek madde ile de imar planlarının tanziminde, planlanan beldenin ve bölgenin şartları ile müstakbel ihtiyaçları göz önünde tutularak lüzumlu cami yerleri ayrılacağı, il, ilçe ve kasabalarda müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla cami yapılabileceği hükme bağlanmıştır.
Özellikle 1950’li yıllardan itibaren ülkemizde hızlı bir cami inşaatına gi- rişildiği bilinmektedir. Şehirlere göç olayının yoğunlaşması sebebiyle belirli bir plan ve programa, çevre düzenlemesine, estetik ve görünüme uygun olmayan camiler de yapılmaktadır. Mahalle aralarında, gece kondu içlerinde, derme-çatma, estetik ve mimâri özelliklerden uzak, birbirine yakın camiler inşa edilmektedir. Bunlardan bir kısmında, mekan ve ihtiyaç konusunda titiz hareket edildiğini söylemeye de imkan bulunmamaktadır. Bazen küçük yerleşim yerlerinde çok büyük camiler inşa edildiği gibi, bazen de en yoğun yerleşim birimlerinin camisiz olduğu veya küçücük, yetersiz bir caminin bulunduğu göze çarpmaktadır. Diyanet işleri Başka- nımız Sn. Mehmet Nuri YILMAZ’ın da belirttiği gibi, "Fiziki yapıları itibariyle camilerin imar ve in- şaası şahısların ve cemaatlerin sorumluluğuna bırakıldığı için, mazi ve istikbali düşünmeye fırsat bulamadan, ancak günün ihtiyacını giderecek vasıfsız, sanat değerinden yoksun, üslupsuz, zevksiz, her köşebaşına gecekonduvari camiler ya- pildi <Diyanet Aylık Dergi, Sayı 59, Kasım 1995, ss.56-57). Gelecek kuşaklara abidevi eserler bırakma endişesi taşınmadı. Küçücük bir camiye kocaman minareler eklendi. Eskiden minareli camilerimiz varken, şimdi camili minareler yapılır hale gelindi.
Camiler toplumda birlik ve beraberlik şuurunun oluşmasına katkıda bulunan dini mekanlardır. Plansız ve programsız olarak ihtiyaçtan çok cami yapılmasıyla toplumdaki birlik şuuru zarar görmekte, gruplaşmaların meydana gelmesi suretiyle cami ve cemaat anlayışı zedelenmektedir. Şunu da kaydetmeliyiz ki, Cumhuriyet dönemimizde, önceki tarihimizden daha çok cami inşa etmiş olmamıza rağmen, şanlı ecdadımızın iman ve birlik anlayışını nakış, nakış işleyerek bizlere miras bıraktıkları abidevi eserlerin yanına yakışır camiler yapmış değiliz. Bu gidişle de bu dönemden gelecek nesillere Kocatepe Camii dışın da abidevi eserler bırakacak gibi gözükmüyoruz.
Burada söz mimariden açılmışken, Aydın Kezer’in "Türk ve Batı Kültürü Üstüne Denemeler" adlı eserinden bazı alıntılar yapmak istiyoruz. Kezer söz konusu eserinde dini anlayışlarımızın Batı kültüründen farklı hususiyet1erini uzun uzun anlattıktan sonra, insanımızın hayat felsefesi ve dünya görüşünün önce İslam, sonra Türk-İslam, sanat ve mimarisine nasıl yansıdığını şu satırlarla dile getirmektedir:
“ Benzersiz, öncesiz, sonrasız Tanrıya ait sonsuzluğun, beka’nın, antitezi, insanın faniliği, İslam sanatının değişik biçimlerinde ifadesini bulur. Özellikle, fiziki mevcudiyetten etkilenmeksizin, küçük bir kutu kapağından, geniş bir kubbeye kadar uygulanabilen sonsuzluk örneklerinde bu durum açığa çıkar. Örnekler adeta objenin biçimini reddeder ve öyle bir dünya yaratılır ki, burada, mesela duvarları, kemerleri, kubbeleri ile somut mimari strüktürler-, ince bir hayal aleminin parlak süslemelerinin potasında erir. Bu anlayış Avrupa’nın artistik geleneklerinden tümüyle farklı, hatta aslında onların tümüyle karşıtıdır" (D.M. Field, Great Masterpieces of World, Art, published by Optimum Books 1979, s.136’dan nakil).
“ İslam sanatının bu özelliği ve Batı sanatından olan farkı, Sinan’ın XVI. yüzyılda bina ettiği camilerde doruğuna varır. İslami inançlar, evren bütünlüğü, Allah’ın sonsuzluğu, sınırsızlığı-, yüksek, geniş ve tek bir orta kubbenin çevrelediği iç mekânda toplanır. Kubbeyi destekleyen sütunların, duvarların yanı başına konumlandırılması, bunların strüktürel işlevini gözlerden gizler. Böylece kubbe, binanın üzerinde, göklerin sonsuzluğunda yüzer gibidir... Bu, mimari yeniliklerin, İslâmî idealleri sembolleştirmesidir. Burada Hıristiyanlıktaki gibi, beşerî idealler, taştan bir potanın içinde eriyip, yok olmaz. Aksine bu heybetli taş yapı-, İslam’ın insana sıcak, yumuşacık yaklaşımı içinde ısınır, felsefi bir abide olur ve Yahya Kemal ile şiirleşir:
“ Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en
sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gök yüzüne.
Ta ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları...
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı. ”
(Aydın Kezer, a.g.e., s.60-61)
İşte, buraya kadar, yapılan düzenlemelerin arkasındaki gerçeğin bu duygu ve düşünceler olduğunu, örneklerini İslam tarihinden aldığını, camileri kapatmak veya din, vicdan ve inanç hürriyetini ortadan kaldırmak gibi gayeleri gütmediğini anlatmaya çalıştık. Zaten sağduyu sahibi olan aziz milletimiz yapılan işlerdeki asli maksadı her zaman görmüş ve sezmiştir. Düşüncelerini iğfal etmeye, toplumda fitne ve fesat çıkartmaya yönelik hiçbir hareketi de tas- vib etmemiştir, etmeyecektir de.
Bu ülkede camilerin ve din hizmetlerinin “cemaatlere" bırakılmasını isteyenler de vardır. Bu anlayışta olanlar bu düzenlemelerden belki de rahatsızlık duymuş olabilirler. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, camilerimiz tarih boyu tevhid inancımızın sembolleri olmuştur. Hatta bu anlayışımız, mimaride de kendini göstererek ey- vanlı ve çok mekanlı mimariden tek, büyük bir kubbe altında toplu mekana geçişi sağlamıştır. Bununla Allah’ın huzuruna bir tek gök kubbe altında tüm dünya insanlığını birlik ve kardeşlik ruhu içerisinde toplamaya çalışmışızdır.
Camilerin idaresinin ve din hizmetlerinin cemaatlere bırakılması fikri dini temelden de yoksun bir anlayıştır. İslam’da inançla ilgili temel hususlar ve mabed düşüncesinde farklılıklar söz konusu değildir. Hangi mezhebten, hangi anlayıştan ve hangi düşünceden olursa olsun İslam’ın tek bir mabedi vardır, o da camidir. Cami de toplayan, bir araya getiren, cem eden ve birliği sağlayan mekanlardır. Bunun dışındaki nüanslar, ayrı mabed veya ayrı cami fikrini hiçbir zaman ortaya koymaz.
İslam alemini Batı inanç sistemlerinden ayıran en büyük özelliklerden biri de budur. Diyanet İşleri Baş- kanımız Mehmet Nuri YILMAZ’ın da bir konuşmalarında belirttikleri gibi, "Hıristiyan kiliseleri ile bunlara bağlı cemaatler, inançlar ve ibadetler konusunda birbirinden kopmuş gibidirler. Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık başta olmak üzere, diğer küçük kilise ve cemaatler de dahil adeta birbirinden ayrı dinler imiş gibi farklı dini uygulamalara girmişlerdir. Müslümanlar arasında ise böyle bir ayrılık-gayrılık söz konusu değildir. Her Müslüman her camiye gider. Hıristiyanlık ve diğer bazı dinlerde teşekkül etmiş cemaatleri "ruhban’’ sınıfı temsil etmektedir. İslam’da ise, ruhban sınıfı yoktur; yasaklanmıştır. Bugün Türkiye’de, dini bazı uygulamalar için gerekli olan yetki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda toplanmıştır. Bu müessese olmasa, bu dini yetkileri kim kimden alacaktır? O takdirde, dini bir anarşi doğmaz mı? İslam buna izin vermemiştir. Müslümanlar, “cemaatler” değil, bir tek “cemaattir. Müslümanları cemaatlere bölmeye çalışmak, her şeyden önce İslam’ın gerçeği ile ters düşmektir. Hangi dini kaynakta Müslümanların “cemaatler" oluşturdukları kayıtlıdır? Tek cemaat oldukları ise Kur’an ile sabittir.” (DİB. Etrafında Sürdürülen Bazı Tartışmalar, Diyanet İşleri Başkanı M.N. YILMAZ’ın Röportaj, Basın Açıklamaları, Konuşma, Konferans ve Makaleleri, 1995, SS.6)
Diyanet İşleri Başkanlığımız, bu uygulamalar ile camilerin kapatılmasını değil, İslam Tarihi boyunca yüklenmiş olduğu asli fonksiyonlarını muhafaza etmesini, birliğimizin ve beraberliğimizin sağlandığı yegane mekanlar olarak kalmasını istemektedir. Bu, hem dini değerlerimize ve hem de milletimizin arzularına uygun olanıdır. Kubbeleri, gökkubbe altında bir tek vücud oluşumuzu, minareleri de tevhidi simgeleyen camilerimizi bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın merkezleri haline getirmek isteyenlere de milletçe fırsat vermemeliyiz.