Makale

TÜRKLER ARACILIĞI İLE İSLAMİYET’İN DÜNYAYA ETKİLERİ

TÜRKLER ARACILIĞI İLE İSLAMİYET’İN DÜNYAYA ETKİLERİ

Zeki ÜNAL

Şarklı bir millet olan Türkler, daha ziyade garba yani Avrupa’ya tesir ettiler. Eski dünyanın birçok bölgeleri Türk’ten olmayan Müslümanlar tarafından kazanılmış, İslâm’ın tesir gücü ve yüceliği buralarda kendini göstermiştir.

Ortaçağ Avrupası, o devirlerde en karanlık devrini yaşıyordu. 10. asırda Ortaçağ Avrupası insanları, bir takım sınıflara bölmüştü. Kilise ve derebeylerin dışında kalan halk, perişan, her çeşit zulüm, işkence haksızlık ve ada­letsizlik altında kıvranıyor, cahil olduğundan derdine derman da bulamı­yor, her an biraz daha sefalete sürükleniyordu. Derebeyler, bu insanlara zalim ve gaddarca davranıyor; kilise de aynı şeyi kilise menfaatlerine uymak kaydiyle ve koyu bir taassupla çözümlemeğe çalışıyordu. Bilhassa “Aforoz”, kralların bile burnunu papa önünde yerlere sürtüyordu. Bilhassa Avrupa teknik bilgiden, ahlâktan ve hukuktan yoksundu. 5. asırda Avrupa’da insan eti yenen bölgeler vardı.

Silâh ve topun ne olduğu bilinmez, barut sadece gürültüsü için eğlence yerlerinde kullanılırdı. Pusula, saat, kâğıt, gibi, özellikle gerekli malzeme­ler bilinmiyordu. Ahlâk çökmüş, Hristiyan doğmalariyle büsbütün bozul­muştu. Suç ve günahın affı para ile idi, para Hristiyan Avrupa’da cenneti bile satın alabiliyordu. İşte bu hal vicdanî sorumluluğu zayıflatıyor, dolayisiyle halk, ahlâktan yoksun hale geliyor, öte yandan “Ruhban” sınıfını da imtiyazlı bir zümre haline getiriyordu. Buraya, insanları eşit sayan, cezayı suça göre veren adil bir hukuk sistemi ne zaman gelecek? Bunun cevabını zaman verecekti.

I — Sene 711... Musa bin Nusayr’ın emriyle müslüman ordusunun ku­mandanı Tarık bin Ziyad İspanya’ya girdi. Fütuhat neticesi, İslâm’ın kültürü Avrupanın bu beldesinde, devamlı etkili ve kesin bir üstünlük elde ederek, madenleri işletmeğe açtı. Toprakları ziraate elverişli hale getirdi. Bayındırlık işlerini tamamladı, her çeşit güvenliği ile iç ve dış ticareti sağlam esaslara bağladı. Bunun yanında kültürel faaliyetten yoksun cahil bir Hristiyan diyarı olan İspanya’da, zengin kütüphaneler ve üniversite durumunda medreseler açtı. 10. asır başlarında yalnız Kurtuba’da katoloğu 44 cilt tutan 600.000 cilt­lik elyazma eserle dolu kütüphaneler meydana getirildi. Halbuki 860 yılların­da Avrupanın dillere destan en zengin kütüphanesi olan Sengal kütüphanesinde ancak 400 cilt kitap mevcuttu. İslâmi etkiler sonucu Hristiyan genç­ler, birçok İslâmî adetleri taklid ederken “Sen Versan” kütüphanesi de 11.000 cilt kitapla doldu.

II — Garbın ikinci büyük tesir kapısı Sicilya idi. Müslümanlar 9-11. asır­lar arasında burayı ellerinde bulundurdular. Halkına İslâm hukukiyle mua­mele ettiler. Hristiyan halkı, büyük bir serbestiye kavuştu; vergiler eskiye göre iyice hafifledi. Papas, kadın ve çocuklardan vergi alınmadı. Din işlerin­de herkes müsamaha gördü.

II. Frederik, İslâm kültürünü benimsedi, medreselere Hristiyan talebe göndermeğe başladı. Bu arada Müslüman alimlerden “Kâinatın ebediliği, ruhun mahiyeti, imanla ilmin ilişkisi” gibi felsefi sorular sorup ikna edici cevaplar alarak, kültür ve bilgi ufuklarını genişletti. Sarayında da birtakım İslâmi adetleri taklide çalıştı.

III — HAÇLI SEFERLERİ : Bu seferler, Endülüs Müslümanlarına hayran olan Hristiyanların, İslâmiyet aleyhine şuurlanması ve din gayreti gütmesini temin için, kilise tarafından tertiplendi. O, yalınayak, çıplak eşek­ler sırtında bağıran zavallı papalar, bunu temin etmek için epey gayret harcadılar. Hristiyan Avrupanın milyonluk ordularla körpe Anadolu Sel­çuklu Devleti üzerine yüklenmesi; sefaletten inleyen, adaletten yoksun ve her bakımdan cahil Avrupa halkına; parlak medeniyetler vücuda getiren, eş­siz ahlâk ve adil hukuk kurallarını uygulayan ülkeleri görmelerini ve neticede şuurlanmalarını sağladı. Artık Avrupanın gözü açılıyor, bu gerçekler karşı­sında uyanıyordu.

Papa “Kudüs mutlaka alınmalıdır.” diye tepinirken, defalarca tertiplenen seferler, imanlı Türkün önünde eriyor; bu seferler, yiğitlik, asalet ve şeref adına atılmış şövalyeleri hezimete uğratıyor; ordularını perişan ediyordu. Geçici bir süre için ellerine Küdüsü geçirebilmişler ve Akkâ kalesini zabta mukabil milyonlarca Hristiyanı mahvetmişlerdi. Ancak geri dönebilenler, avdetlerinde, Müslüman Türkün imanını, hükümdarlarına saygısını, temiz­lik, mertlik ve dürüstlüklerini anlatmağa başlamışlardı. Bu haberler, bu­günkü Avrupanın medeni yapısının temel olan ve kendisine büyük bir isim bahseden “Rönesans ve Refonm”un doğmasına sebeb oldu.

Haçlı seferleri esnasında Avrupada “Devlet” denen teşkilât yoktu. Batı, bu seferler sırasında Türklerden “Devlet Teşkilâtını” öğrendi. Haçlı sefer­leri devletsiz Avrupanın “Ruhban ve Derebey”denen bu iki kuvvetini sars­mağa kafi gelmişti. Papanın mutlak nüfusu azalırken, toplar şatolara yö­nelmiş, krallar kuvvet kazanmağa başlamıştı.

Kudüste 50 yıl kadar kalabilen haçlılar; bilhassa burada sayısız Müslümanın kanına girdiler. Fethin sarhoşluğu geçince; medeni Müslümanları taklide, eserlerini tecrümeye başlayıp, don ve gömlek giymelerinden tutunuz da, Arapçayı konuşma ve İslâm toplumunu taklid etmeğe varıncaya kadar, herşeyi öğrenme çabası gösterdiler. Costantine ve Adelar; İslâm âlemini anlatmağa ve buna dair eserleri tecrübeye başladılar. Hispanau (Yohannes) ise, büyük Türk tabibi İbni Sina’nın Kitabu’n-Nefs ve Şifa’sını terceme ederek işe başladı. Sonra Farabi ve Gazzali gibi filozoflarımızı Avrupaya tanıttı. Bu arada diğer mütercimler de tabiatiyle boş durmadılar, buldukları hazine Av­rupa için bulunmıyacak cinstendi.

Gene Avrupada hıfzıssıha, temizlik ve bunun için hamam, helâ, su, hasta­lar için tedavi usûlleri bilinmezdi. Ev sahibiyle köpeği aynı kaptan yemek yer, sokaklara leğenlerle insan pislikleri dökülür, bu pislikler ve pis kokular içinde bit-pire alabildiğine çoğalırdı.

Edebiyat, musiki, felsefe, sanat, hukuk, tıp v.s. gibi ilimler, Müslüman ve Müslüman Türk alimleri, Avrupada tanıtılınca, ilgi görmeğe ve benim­senmeğe başlandı.

12. Asır sonlarında Gerard de Croman, onun Kanun adlı tıp kitabını Lâtinceye terceme etti. Bundan sonra Fransuva ve Antuvan Şifa’yı Padone Üniversitesinde okunmak üzere kısaltarak, ders kitabı haline getirdiler. Bunu anlatan Havrean1 “Artık 13. asırda onun eserleri lâtinceye çevrilmiş oldu. Bütün Avrupa Üniversitelerinde İbni Sina’nın eserleri tedris ediliyordu. Bu faaliyet sonraki asırlarda da devam etti.” diyordu.

İbni Sina etkisini felsefe, fizik, biyoloji ilimleri yanında edebiyat ve hikaye sahasında da gösterdi yalnız “Hayy ibni Yakazan” adlı hikayesi, Avrupa için büyük bir kıymet olan Dante’nin İlahi Komedi’sini doğurdu. Daniel de Defeo’nin, şöhreti dünyayı tutan Robenson adlı eseri meydana ge­tirmesine sebeb oldu.

Farabi (870-950) ilim tasniflerini Avrupaya öğretirken, felsefe, mantık, matematik, astroni sahasında da garplı ilim adamlarına tesir etti. Mûsikiye dair meydana getirdiği eserle ve el-Ferec ile çalışmaları2 sonunda ilk defa sol anahtarı ve beş çizgili notayı dünyaya tanıttı.

Felsefe tarihçileri Gazzali (1058-1111)’yi çok iyi tanırlar bilhassa ahlâk felsefesi bakımından kendisinden sonraki bütün filozoflara örnek oldu.

İlk türk doktoru RAZİ (850-932) idi. Hastahaneleri havadar yerlere yaptı. Çiçek, kızamık, böbrek hastalıkları, kaytan yıkısı, kalp sektesine hacâmat, hummalı hastalıklara soğuk su tedavisi gibi, tıp tarihi bakımından kıymetli yüzlerce usul keşfeden bu bilginimiz, Avrupalılar tarafından İbni Sina ile beraber tıp fakültelerinde asırlarca okutuldular.7

Astronomi çalışmaları da oldukça eskidir. Memun zamanında (9. asır) dünyanın yuvarlak olduğunu ispat etmek için Şap denizi kıyısında bir dere­celik kavis ölçüldü. Bu ölçmeyi ŞAKİROĞULLARI denen üç Türk kardeş yap­tılar. Bu günkü ölçüye çok yaklaşık bir sonuca vardılar. Dünyanın çevresi için “24.000 mildir” dediler.8 Memun bunun daha kesin sonucunu aldırttı. AHMED b. FERZANİ adlı bir Türk de aynı yıllar da mezkûr halifenin emriy­le kesin neticeye vardı.8 Gene YAHYA BERMEKİ adlı bir diğer Türk de, Beytül-Hikme’yi (Felsefe akademisi) kurmuştu. Memun’un kütüphaneler müdürü ve devrinin de Astronomi ve hesap alimiydi. İlk defa esaslı iki Rasathane yaptırdı. Yıldızların hareketlerini tesbit ve hesab etti. Eseri daha 12. asırda Adelar debat tarafından Lâtinceye çevrilerek 16. asır rönesansçılarına temel oldu.1 Astronomi diğer Müslüman alimler tarafından da geliştirilirken ULUĞ BEY (1395-1449) Semerkant’da, 180 kadem yüksekliğinde bir rasathane yaptı. O devrin arstronomiye dair hesapları bugün bile hay­retler uyandıracak durumdadır.9

11. asırda meşhur kimyager ve astronom CÂBİR, Sevil şehrinde bir ra­sathane yapmıştı. Hristiyanlar, daha sonraları buraları fethettikleri zaman bunun ne olduğunu anlayamadıklarından ve olsa olsa çan kulesi olur di­yerek; onu çan kulesi yaptılar.9 Avrupalı hükümdarlar astronomiye ait zor bir meseleyle karşılaştıkları zaman, özel memurlar gönderip, durumu Müslüman alimlerden sordururlardı.8

BİRUNİ (973-1051) adlı Türk de “Acaba güneş mi sabit ve dünya güneşin etrafında mı dönüyor?” sorularını sorarak, Kopernik’ten 500 sene önce bir gerçeği haber veriyor ve (Yer çekimi)nden bahsediyordu.

9. Asırda hesabın temelini atan İBNİ TÜRK adlı Türk Harizmi’nin de aynı mevzuda çalışmalarıyla CEBİR denen ilim ortaya çıktı ve hemen Lâtinceye çevrildi.10 Bizde bu ilimler süratli gelişmeler kaydederken, batı, Ro­men Rakamı kullanıyor ve matematik için en lüzumlu sayı olan “sıfır’ı” bile bilmiyordu. Cebir, logaritma ve rakkamı da böylece bizden öğreniyorlar­dı. Trigonometri de cebir gibi gene bir Türk tarafından yapıldı. Bu Hora­sanlı EBÜL VEFA idi. Tanjant ve kotanjant da, gene kendisi buldu. Eserleri hemen Lâtinceye çevrildi. MERV’li HASİB AHMET de, sinüsü buldu.2 Fizik ve kimya sahasında da daha yüzlerce örnek ve önderlikler var. İşte bu saydıklarımızın hepsi de, garp dillerine çevrilerek onlara medeni âlemdeki bugünkü yerlerini hazırladı.

Müslümanlıktan önce Türklerde VAKIF denen bir teşkilât vardı. İslâ­mî kabulden sonra, insanlığa hizmet, emaneti koruma ve ekonomik denge kavramlarıyla tamamen İslâmlaşan bu müessese iyice gelişti. Ceninden tutu­nuz da, yolcusu, hastası, fakiri, talebe ile her çeşit din ve milletten insanlara yardım elini uzatan, karşılığında hiçbir şey beklemeyen bu teşkilât kurucuları, gene aynı millet gene Türktür.

Avrupadaki kilise vakıfları ise, bizlerdeki uygulamadan senelerce sonra doğdu. Bugün özellikle kendi dindaşlarına yardım ediyor.

Hukuk sahasında, bilhassa Türk halkının adaleti sevmesinden ve kadı­larla alimlerin âdil olmasından fevkâlâde canlı bir hukuk hayatı yaşandı. İnsanları Allah ve O’nun adaleti karşısında eşit sayan bu prensiple, Türklerin hâmi ve âdil davranışlarıyla dünyada tanınmaya ve birçok milletlerin fıkhımızdan faydalanmasına sebeb oldu.

Dünyanın hayran olduğu ve ancak asrımızda yayınlanan İNSAN HAK­LARI BEYANNAMESİ’nin şimdi söyleyebildiği, insanları eşit ve dininde hür sayan prensipleri, asırlarca önce dinimizce vaz’edilmiş ve Müslüman-Türk atalarımız tarafından en güzel şekilde tatbik edilmişti.

Bu iddiamızı ispatlayan deliller çoktur. Burada birkaçını, özellikle Müs­lüman olmayan ve milletimiz vasıtasiyle dinimizin etkisinde kalan bilgin ve seyyahların düşünce ve kanaatlarını zikredelim:

Rahip Michart: “Hristiyan milletler için utanılacak bir husus, milletle­rin birbirine karşı işleyebilecekleri hayır içinde en önemli olan dini müsa­mahayı kendilerine Müslümanların öğretmiş olmasıdır.10 diyor.

DU LOIR: de “Hiç şüphesiz ki ahlâk bakımından Türk siyaseti ile me­deni hayatı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.11 diyordu.

RISLER de: “Bizim Rönesansımızın matematik hocaları Yunanlılar değil, Müslümanlardır.” derken, BODLEY de aynı gerçeği “Rönesansı İslâmiyete borçluyuz” cümlesiyle teslim ediyordu.

Türklerin yaşayış ve ahlâkına da şu örnekleri okuyalım: “Memuriyet hayatı içinde ahlâkı bozulmuş olmayan Türkler, doğruluğu faziletin temeli sayarlar. Ve verdikleri sözü kudsi bilirler”.12

Tarihçi A. UBİCİ ise: “Hamalların namuskârlığı bizim Overniyallıları gölgede bırakır. Para torbalarını Galata veznelerinde harekete hazır gemilere ve gemilerden de veznelere taşıyan onlardır. Ve benim bildiğime göre şim­diye kadar hiçbir muayenede, hiçbir torba eksik çıkmamıştır. Bu vaziyete Türk milletinin darbı mesel haline gelen, müsamahakârlığının başlıca etken olduğu aşikardı.”13 diyor.

A.L. CASTELLAN : “Türkler başkalarının kadınlarına azami derecede saygı duyarlar ve gezinti yerlerinde rastladıkları kadınlara gözlerini dikip bakmayı haram sayarlar.” diyor.14

A. Brayer: “Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur yok gibiydi. Kur’an’ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur. (Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlara nazarlarını gururla çevirme, mütekebbir ve mağrur olandan Allah nefret eder-Harekâtında alçak gönüllü ol-yavaş şeşle konuş-Kibir cehaletten ileri gelir. Alim asla mağrur olmaz-Tevazu cennet kapısının anahtarıdır. Hakiki hakim (Filozof) mütevazi olur. Hem­cinslerine karşı daima alçak gönüllü ol )

İşte bundan dolayı Müslüman Türk’ün yürüyüşünde vekar ve ihtişam olmakla beraber, kattiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle ko­nuşur el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mühakkimane bir eda sezil­mez, hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır. Yalnız bir şeyle; diniyle mağrur­dur. Onun her emrini yerine getirmeyi bir izzet-i nefs borcu bilir. Bütün dünyanın İslâmiyeti kabul etmesini ister. Yegâne hak dini olduğuna inanır. Bütün diğer dinlerin bir sürü çocukca hurafelerle, batıl itikatlarla ve müşrikliklerle lekelenmiş olduğuna kanidir.”15

Gerolet adlı bir seyyah da şunları yazıyor: “Bu hamamlara Türkler gibi Hristiyanlarla Yahudiler de dahil olmak üzere her türlü insan kabul edilir. Çünkü bunlar kamu yararı ve herkesin temizliği için yapılmıştır. Öyle zan­nediyorum ki, bu çeşit hamamlar bütün şarklıların çeşit çeşit hastalıklara bizim kadar maruz kalmamalarının en önemli sebebidir.

Umumi helalar çok temizdi... burada şunu itiraf etmeliyim ki, o kadar zaruri ihtiyaç olduğu halde bütün Avrupa’da ve bilhassa temizliğin başlıca ziynet olarak korunması gereken büyük şehirlerde bizim için böyle bir kolay­lık ve rahatlıktan eser yoktur. Bizim bütün şehirlerimizde daimi bir hal olan ve halkı sıkan bu duruma, şarkta katiyyen rastlanmaz, oralarda ma­betlerin dış tarafları, ancak saygıyla yaklaşmaları gerekenlerin idrarları ve sair pislikleriyle kirletilmez. Halbuki Marsilya’da sokaktan geçenlerin baş­larına oturaklarla pislik boşaltılır.

Türkler Avrupada çoğunlukla tesadüf edildiği gibi insanların yemek yedikleri yahut yıkayıp temizledikten sonra tekrar yiyecekleri kablarda kö­peklerin yemesine müsaade etmezler. Frenklerin bu halı sık-sık câiz görmele­rinden dolayı onlardan köpekler diye bahsederler, çünki Avrupa’da çok defa sofraya köpeklerin de kullanmış oldukları kaplarla yemek getirilir.16

Dr. A. Broyer: “Kur’an, Müslümanların yalnız dini, ahlâki, askeri sınaî ve siyasi kanunnameleri olmakla kalmayıp, aynı zamanda şimdiye kadar bi­linen en mükemmel sağlık kanunudur. Dini binaların en güzel mevkilerde inşaası, mezarların şehir hariçlerinde bulunması, gayri sıhhi ve tehlikeli te­sisatın uzakta kurulmasına dikkatli itina gösterilmesi bakımından Müslüman Türkler, Frenk devletlerine birçok zamandanberi tekaddüm etmişlerdir. Hele ferdi hafzıssıha usullerini ve bunların sağlık üzerinde ve Müslüman kütlelerin huzur ve saadetleri alanındaki tesirlerini inceliyecek olursak, o kadar faydalı tedbirlerin gayri müslimler tarafından nasıl olup da, kabul ve tatbik edilmemiş olmasına şaşmamak kabil değildir.

Şark ülkelerinde birçok seyyahlar dolaşmış, Frenklerden bir çoğu şarka yerleşmiş ve ömürlerini hep oralarda geçirmişlerdir. Bütün bunlar o hıfzıssıhha sisteminin faydalarına bizzat kani oldukları halde, o usûller Avrupa’da adeta meçhul kalmıştı. Meselâ Paris’in birkaç hamama sahip olması, ancak 50 senelik bir meseledir. Londra’da, Dublin’de Edinburg’da, Berlin’de, Viyana’da, İtalya’da, Hollanda’da, ve İspanya yarımadasında hamamın ne olduğu malum değildi.

Şimdi Müslüman-Türklerin sıhhi tedbirlerinden hasıl olan huzur ve rahat üstünlüğü Frenklerle mukayese ederek anlamak için, her iki tarafın halkını ve yaşayışını gözlerimizin önüne getirelim. Bir tarafta sünnet olmak ve vü­cuttaki tüyleri gidermek, saçları kesmek, geniş elbiseler giymek, günde beş vakit abdest almak, tabii ihtiyacın defini ve önemsiz kirleri müteakip yıka­nıp temizlenmek, yemekten sonra el ve ağız yıkamak, her hafta ev temizle­mek, haftada bir defa ve hatta ekseriye bir kaç defa hamama girip gayet ucuz yıkanmak gibi adetleriyle Türkleri görürüz ve diğer tarafda da sünnetsiz, bütün vücuttan kıllı muhtelif derecede uzun kirli, saçları yağlı ve pomaklı, hava cereyanına mani olacak kadar daracık ve vücutlanna yapışık elbi­seli frenklerin günde ancak bir yahut iki defa ellerini yıkayarak, her türlü tabii ihtiyaçlannı def ettikten sonra hiçbir taharete riayet etmiyerek, üçüncü derecedeki şehirlerde pek malum olmadığı halde nüfusun onda dokuzunu temsil eden köylerle kasabalarda tamamiyle meçhul ve Avrupa hükümet merkezlerinde henüz pek pahalı olan ılık banyolarını ender yaparak arz-ı endam ettiklerine şahit oluruz.

Bir tarafda ne temizlik ne rahatlık, ne hoşluk; öte tarafta (Avrupa’da) yığınlarla pislik, murdarlık, bit, pire gibi haşerat ve pis koku... Ne kadar çok fenalık, rahatsızlık ve hastalık amilleri; bunları tafsilat ve teferruatı pek çirkin olduğu için bir türlü izah edemiyoruz. Doğru bir fikir edinebil­mek için Müslümanların da Frenklerin de çeşitli sosyal sınıflarını, köylüsünü çiftçisini, işçisini, zenginini6 ve büyüklerini tetkik etmiş ve özellikle iki tarafın hastanelerine devam etmiş olmak gerekir.

Aynı duruma sıhhat halinde değil, hastalık ve ölüm hallerinde bile, tesadüf edilir. Müslüman-Türk kendi başına yıkanıp temizlenmek iktidarına malik oldukça, hiçbir zaman ihmal etmez.

Daha 18. asrın sonlarına kadar Parisle Parislilerin pislik derecesini düşündükçe çok haklı olarak hayretler içinde kalıyoruz. O zamandan ve özellikle 1789 ihtilâlinden itibaren tahakkuk eden her türlü ilerlememizden dolayı, böbürlenmekteyiz. Ama bir yarım asır daha bekliyelim, o kadar hay­ranı olduğumuz bu devri, belki o zaman hafife alacağız. Terakki ediyoruz; bari gayretlerimiz biraz da genel sağlık ve bilhassa ferdi temizlik sahasına teveccüh etse.”17

Tarihçi Ubici de Türklerdeki doğruluğu şu cümlelerle anlatıyor : “Bu muazzam payitahtta dükkâncı, herkesçe malum olan namaz saatlerinde dük­kânını açık bırakıp gittiği ve geceleri evlerin kapıları alelade bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hristiyanlardan meydana gelen Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakalarının duyulmadığı gün olmaz. Taşralarda iffet ve doğruluk aynı de­recededir.”18

Daily News Gazetesinde bir İngiliz turistinin anlattığı şu hadiseyi hep beraber okuyalım:

“Birgün kendi eşyamla yol arkadaşım olan eski bir Macar zabitinin eş­yasını nakletmek üzere bir Türk köylüsünün yük arabasını kiraladım. Son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzle­rini koşumdan çıkarıp, bizi bütün eşyamızla sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığım görünce “Burada birisi kalmalıdır” dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu niçin? Eşyalarımızı beklemek için, Müslüman-Türk şu cevabı verdi: a, ne lüzumu var, eşyalarınız geceli gündüzlü bir hafta burada kalsa bile dokunan olmaz. Ve dönüşümde her şeyi yerli yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslâm askerleri mütemadiyen gelip geçmekteydi. Bu vaka bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden ilân edilse size inanmayacaklar, rüya gördüğünüzü söyleyeceklerdir. Artık biraz uyku­dan uyansalar, padişahın Bab-ı Ali’si o devirde gerçekten cihanın iltica yeri haline gelmişti. Katolikliğe nisbetle rafizi diye Avrupa’nın sinesinden söküp attığı talihsizler padişahin misafirleri olunca, emniyete ulaşıyorlardı. Aynı himaye bütün dinlerle mezheplere teşmil edilmiş ve Türkleri barbar sayan garp milletleri onlardan müsamaha ve insaniyet dersleri almağa başlamışlardı. 16. asrın bir ağırbaşlı yazarı şöyle diyordu: “İnanılmaz şey, Barbarlar diya­rında ve muazzam bir şehrin o muazzam batakhanesinde ne cinayet, ne ce­bir ne şiddet oluyor. Ne de haksızlık, herkesin hukuku eşitlik esasına göre sağlanıyor. Bütün talihsizler, hep ayni adalete tabi tutuluyor.”22 Türklerdeki arkadaşa güven duygusunun açık bir örneğini şu ifadelerden okuyalım: 18. asırda İngiltere’nin İstanbul sefiri olan Sir James Porter: “Kendi milli kıyafeti ile tek başına seyahat eden bir Frenkle tanıştım. Bu seyyah İran’a karşı sevk edilmek üzere toplanmış bir Türk ordusunun etrafında dönüp dolaştığı ve hatta boydan boya içinden geçip gittiği halde kendisinden tek bir sual sorulmamış ve bir an bile yolundan alıkonmamıştır.”19

Misalleri daha da artırmadan konuyu Leon Kahi’nun 1. Türk Tarih Kongresindeki şu sözleriyle kapatalım: “Eğer Türklerin himmeti olmasaydı İslâm medeniyeti o kadar yükselmez ve o derece geniş iklimlere yayılmazdı.”

(1) M. Şemsettin Günaltay, 1. Türk Tarih Kongresi (Sh. 289-306).

(2) H. Ziya Ülken, Tercümenin Rolü Sh. 238.

(3) İbni Haldun, C. 2 - Sh. 609.

(4) M. Saint Martin-Memorios Historiques et Georpaphiques Sul L’armenic.

(5) V. Langlois-Cartulaire de la cehancellerie Royale des Roupeni en Venise 1833 Sh. 41-43.

(6) M. Lorga le caracter Commun des institutions du sud-Est de L’Europe-Paris 1929 et Anciens Document de droit Rovmmain 1931 2. Cilt.

(7) a) Prof, Dr, Triccia-Royer, İbn Sina, 1. Kısım etüd 2.

b) Gustave Le Bon, Civilisation des arabe.

(8) Corci Zeydan-Fuat Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi.

(9) M.Ş. Günaltay, Zulmetten Nura.

(10) Voyages Religieuxen orient.

(11) Du Loir-Les Voyages du Sieur du Loir-Paris 1954.

(12) Th. Thornton Etat actuel de la Turquie Paris 1812. C. 2. Sh. 306.

(13) A. Ubuci La Turquie actuelle Paris 1855 Sh. 333.

(14) A.L. Castellan-Letters Surla Grace L’Hellespont et Constantinople C- 2. Sh. 226.

(15) Ab. Brayer-Neuf Annees a Coostantinople-Paris 1836-C. I. Sh. 198-199.

(16) Gerolet-Relation Nouvelle d‘un voyage Constantinople-Paris 1860 Sh. 232-244.

(17) Dr. Brader, Neuf annees a Constantinople C. I. Sh. 339.

(18) A. Ubici-La Turquie Actuelle Paris 1855 Sh. 329-330 ve 437.

(19) Sir James Porter Observations sur la Religion, les loix le gonvernement et les moéurs des Turca Londra 1769 Sh. 51-53.