Makale

MEHMET AKİF'İN MUSİKİ ŞİNASLIĞI VE BESTELENMİŞ ESERLERİ

MEHMET AKİF’İN MUSİKİ ŞİNASLIĞI VE
BESTELENMİŞ ESERLERİ

Hasan DAVUDOĞLUGİL

Millî mücâdelenin yılmaz dava adamı ve İstiklâl Marşı’mızın büyük şâiri Mehmed Akif’in bu yönünü ele almadan önce, O’nun yetişme tarzına ve o esnadaki siyasi hayata, kısaca bir göz almak faydalı olacaktır.

1873 yılında Sarıgüzel’de Tâhir Efendi ile Emine Şerife Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelen büyük şair, yetişmesini şöyle anlatıyor:1 “İlk tahsile Fâtih civarında Emir Buharî mahalle mektebinde ve dört yaşında başladım. Hocamı şahsen hatırlarım. Fakat ismini hatırlayamıyorum. Burada iki sene kadar bulundum.

Fatih’te Muvakkithânenin yanındaki iptidâi mektebinde ilk tahsile devam ettim. Bu, Maarif Nezaretine bağlı resmî bir mektepti. Birçok hocaları vardı. Hem bu mektebe gidiyordum hem de pederim bana yavaş yavaş Arapça okutuyordu. Bu mektebe üç sene devam ettim. O zamanki programa göre ders gördük...”

“Rüştiye tahsiline devam ederken, babamdan gene Arapça okurdum ve epeyce ilerletmiştim... Mektepte okunan Farisî ile iktifa etmezdim. Fâtih Câmii’nde ikindiden sonra Hâfız Divân’ı gibi, Gülistan gibi, Mesnevi gibi muhaledâtı okunan Es’ad Dede’ye devam ederdim... Dört lisanda da Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca-birinci idim, şiiri çok severdim.”

Dini terbiyesi hakkında da şöyle diyor2: “Bilhassa evin bu husus­taki tesiri büyüktür. Annem çok âbid ve zâhid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dini selâbetleri vardı. İbâdetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı...”

İşte böylesine köklü bir milli ve dinî terbiye almış bir gencin ilerde vatanı ve dini için elinden geleni yapacağı aşikârdır. Hemen ifade edelim ki, burada zamanın hükümetinin tâkip ettiği maarif siyâsetinin de bir hayli rolü olmuştur. Devir, Abdülhamit Han devridir. Abdülhamit Han, Devletin o sarsılış günlerinde, memleketi sessiz bir şekilde yenilemek ve kurtarmak istemiştir. Ancak her şeye rağmen bu üstün insan, pençesinden mahrum­du3. Pençe aydınlar kadrosudur. Batının devamlı çalışmaları ile memleket içinde babalar ve oğulların arası açılmış, durum nazik bir safhaya gelmişti. Yaşlılar hakikaten herhangi bir güce sahip değillerdi. Gençler ise nasıl hareket edeceklerini, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bu vaziyette O, şöyle bir program yaptı: Yaşlı kadroyla devleti yaşatırken, öte yandan vakit ka­zanıp, asıl kurtarıcı nesli yetiştirmek. İşte bu sebeplerdir ki, biz, Abdülhamit devrinde, geniş çapta bir maarif yeniliği görüyoruz. Yaptığı yenilikler içinde; sistemi düzeltmek mümkün olduğunca mektep açmak, üniversitenin çehresini değiştirmek ve mekteplerde hem klâsik, hem de batı kültürü ver­mek gibi, faaliyetler başta gelmekteydi4.

Bütün bunlardan sonra; Âkif’in gerek aile ve gerekse tahsil muhiti hak­kında, az da olsa bir fikir sahibi olmuş bulunuyoruz.

Akif tahsil hayatının sonunda, Halkalı Baytar mektebinden mezun olmuştur.

Görülüyor ki üstad Âkif; bugün dahi yüksek denecek seviyede bir eğitim devresi geçirmiştir. Nihayet böylesine tahsil gören bir zâtın, öz sesini, yani klâsik musikisini beğenmesi ve onu dinlerken cûş ü hurûşa gelmesi pek ta­biîdir. Bu neden böyle olmaktadır? A. Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal gibi yüksek kültür sahibi kimseler, neden bu ulvî musikînin havasından ayn kala­mıyorlar? Cevabı, günümüz üstatlarından A. Sami Toker’in ağzından verelim. Çünkü “Klâsik musiki daha çok, şehirlerde, kültür muhitlerinde ve halk mu­sikisi de Anadolu’da köylerde icra edilmektedir. Klâsik musikî, inkişaf etmiş, her şeyiyle kendini tamamlamış bir musikidir.”5 Bu sözü zikredişimiz, bir hakikati ifşa etmektedir: Eskiye nazaran bugün, bir kültür buhranının içinde bocalamaktayız. Eskiden hemen herkes en azından musikimizden zevk alır, genç kızlarımızın çeyizlerine-ailenin durumuna göre-bir musikî âleti konurdu. Bugün ise, bir yüksek tahsilli genç, ne olduğu bilinmeyen seslerden zevk almaktadır. Bundan kurtulmanın çaresi nedir acaba? “Genel çapta bir kültür kalkınması hamlesi yapılacak olursa, klâsik musikimizin durumu da aynı paralelde yükselecek ve geniş bir halk topluluğuna hitap edebilecektir.”6

Üstad musikiyi çok severdi.7 Musikî ile direkt olarak ilgilenmiş ve bir ara nısfiye-neyin aslından biraz daha kısa olan çeşidi-ile dahi meşgul olmuştur. Kendisi şöyle anlatıyor: “Tahsili bitirdikten sonra ney üflerdim. Kulağım sesleri iyi ayıramadığı için muvaffak olamadım bıraktım.”8

Öte yandan birçok ağır şarkı ve besteleri meşk etmiştim. Gençlik devrin­den itibaren musiki üstadlarının meclislerinde bulunmuş, yüksek eserleri dinlemiş ve çoğunu öğrenmişti.

Tanbûrî Ali Efendi, oğlu Tanbûrî Aziz, İzmirli Hafız Ahmet, Bursalı Hafız Emin, karantinadan Sadilerle çok zaman beraber bulunmuş, onlardan çok istifade etmiştir. Neyzen Tevfik’in Fatih’te O’ndan ney meşk ettiği ve ayrıca üstadın Ankara’da Tâceddin Efendi dergâhında yalnız kaldığı zaman­lar, bir Mevlevi dedesinin verdiği nısfiyeyi üflediği zikredilir.9

Eşref Edip şöyle diyor: Güzel sesli arkadaşlar gelince onlara ya bir gazel, ya bir şarkı, ya bir kaside yahut bir ilâhî... mutlaka bir şey okuttururdu. Basri (Merhum Hasan Basri Çantay)’nin yanık sesi, üstadın pek hoşuna giderdi. Basri üstadın “Amin”ini pek güzel okurdu. Üstad bu şiirini çok severdi. Basri, bunu pek müessir bir tarzda okuyunca üstad çok mütehassis olur­du.10

İstiklâl Marşı şairimizin sevdiği şarkılara gelince; Eşref Edip bu mevzuyu da şöyle anlatıyordu: Üstad vaktiyle Hilmi (Sarıyerli) Bey’le birlikte Tanbûrî Aziz’den birçok şarkılar geçmişlerdi. Üstad, Tanbûrî Aziz’in pederi Ali Efendi’nin Hicaz makamında bestelediği:

Şimşîr-i nigâhınla vuruldum ciğerimden;

Cânâ dökülen kanlara bak dîdelerimden!

Cellâd-ı kaza rahme gelir şerhalarımdan;

Cânâ dökülen kanlara bak dîdelerimden.

şarkısını çok sever, çok tekrar ederdi.

Yine Tanbûrî Aziz’den Hilmi Bey’le geçtikleri Kadıaskerin şarkılarından:

Doldur getir ey sâkî-i gül-çehre piyâle

Aks eyliye tâ bâde o ruhsâre-i âle

Şarkı faslı başladı mı bunlar hep tekrar edilirdi.11

Bu tip musikî meclislerinde gerek konuşanlar ve gerekse uyuyanlar, bu yüce ruh sahibini son derece kızdırırlardı. Onlara: — Be adamlar dinle­mesini bilmiyorsunuz, neye çaldırıyorsunuz? der, meclisi bırakır giderdi.12

Sevdiği ilâhîler ise, daha çok Yûnus Emre’den bestelenmiş olanlarıdır. “Yûnus Emre’nin bestelenmiş İlâhî şiirleri, O’nu vecd içinde bırakırdı. Bil­hassa şunları çok severdi.”13

Seni ben severim candan içeri,

Yolun vardır bu erkândan içeri!

Şeriat, tarikat yoldur varana,

Hakikat meyvası andan İçeri! (x)

Yine Yûnus Emre’ye âit olan ve 14 mısradan teşekkül eden, şu İlâhî

Bu akl ü fikr ile mevlâ bulunmaz;

Bu ne yâradır ki zahmı onulmaz.

Ve nihâyet:

Ben yürürüm yâne yâne,

Aşk boyadı beni kâne.

Ne âkılem ne divâne,

Gel gör beni aşk neyledi. (xx)

Millî şâirimiz Kur’an dinlemekten çok haz alır. Mevlid dinlemeyi de çok severdi. Mevlide bir şey katanlara çok kızar ve böyle mevlidhanları mevlid sonunda ikaz ederdi. Bursalı Hafız Emin’i ve Hâfız Kemal (Batanay)’i mevlide bir şey ilâve etmediklerinden çok sever ve takdir ederdi. O kadar ki bu iki hâfız için çeşitli kaside ve gazeller dahi yazmıştır.

Emniyet Sandığı mütekâidlerinden Salâhaddin Bey, yalısında geçen bir Boğaziçi âlemini şöyle anlatıyor:14

“Kalem arkadaşı Tanburî Aziz’le perşembe günü muayyen saatte vapur iskelesine geldik. Akif bizden biraz evvel gelmiş. Baktım, yanında iki de sarıklı hoca var. Biraz tuhafıma gitti. Tabii hiç belli etmedim. Biletleri aldık; güverteye çıktık. Akşamüzeri, Boğaziçi’nin güzel zamanı. Konuşa konuşa yeni köye geldik. Ortalık kararmaya başladı. Akif:

— Haydi, arkadaşlar, dedi, bir fasıl yapalım.

Sarıklılardan birisi torbasından çıkardığı neyini üflemeye. Öteki de, hey heye başlayınca ortalık alt üst oldu. Meğer bunlardan birisi Neyzen Tevfik, öteki de Bursalı Hâfız Emin’miş. Tanbûrî Aziz de zâten en meşhur sâzende. Derken yalının önüne sandallar doldu. Bursalı’nın sesi Boğaziçi’ni inletiyor. O derece ki karşı sahilden işitiliyor.

O gece sabaha kadar bir âlem ettik. Yalnız biz değil, Boğaziçi’nin bütün o civar halkı ayakta idi.”

Neyzen Tevfik’teki o büyük kabiliyeti sezen Akif’ti. Sarıgüzel de Mevlevî Hâlid Bey’den ney dersi alması için ön ayak olmuş, O’nun için çok çalış­mış, O’na çok büyük emeği geçmiştir. Neyzen de, O’nu dâima bir büyük bilmiş ve yanında saygıyla hareket etmiştir.

İstiklâl harbi kahraman şâirinin en çok sevdiği ve takdir ettiği musikî üstadlarından biri de, Şerif Muhittin (Targan) idi. Üstâd’ın O’nunla tanışması İzmirli İsmail Hakkı’nın delâleti ile olmuştur. Şerif Muhittin’in pederi birgün Üstadı görmek ister. Bunun üzerine İzmirli ile Üstad Çamlıca’ya gider­ler. O gece orada kalırlar. Muhittin Bey, udunu alıp çalmaya başlayınca, üstad gaşyolur. O zamana kadar böyle bir ud dinlemeyen üstadı, büyük sa­natkârın muhrik sesi mest eder. Üstad artık hemen her akşam Çamlıca’dadır.

Bundan sonra bu iki büyük sanatkâr, birbirlerini unutmamışlar, biri Amerika’ya, Irak’a diğeri Mısır’a gittiği halde mektupla da olsa, âlâkayı kesmemişler, bilâkis aralarındaki sevgiyi daha da büyütmüşlerdir. Üstad, Şerif Muhittin’in batı müziği vasıtası ile Türk musikisine teknik bakımdan bazı yenilikler getireceğine inanıyordu. Nitekim Muhittin Bey, üstad öyle bir değişiklik yaptı ki, bu yenilik ile piyano yanında sönük kaldı.

Üstad, büyük sanatkâra hitaben “Şarkın Yegâne Dâhisine” şiirini yazdı. Bu, O’na yazılmış hususi bir mektup kabilinde olduğundan neşredilmedi. 42 mısrada müteşebbil şiir, şöyle başlıyor:

Şerif Muhyiddin’e15

Yanık bağımda yıllardır, kanar mızrâbının yâdı,

Gel ey bîçâre Şarkın, Şarka küsmüş gitmiş evlâdı.

Safahat kitabının son şiiri de O’nunla ilgilidir. Şiirin ismi “Sanatkâr”dır. Üstad “Sanatkâr” derken Şerif Muhittin’i kastetmiş ve şiiri, O’nu Amerika’da iken yalnız bırakmayan, daima müşküllerini çözen Reisicumhur Theodore Roosevelt’in oğluna ithaf etmiştir.16

Büyük vatan şâiri Mısır’da iken vatana olan hasretini beraberinde götür­düğü plâkları dinlemekle giderirdi. En çok sevdiği plâklar; Şerif Muhittin ve Tanbûri Cemil Bey’in bestelediği eserlerden teşekkül edenler ile Hafız Kemal (Batanay)’in mevlûd plâkları idi.

Bütün bunlardan sonra büyük şairin eserlerindeki ritm ve ahengin kay­nağı, herhalde anlaşılmıştır. Aruzla Türkçeyi kaynaştıran üstadın eserlerin­deki musikî, olsa olsa kendi musikîşinaslığından ileri gelmektedir.

O’nun bestelenmiş eserlerine gelince:

a) Şüphesiz ilk akla gelen İstiklâl Marşı’mızdır. İstiklâl Marşımız 12 Mart 1337 (25 Mart Cumartesi 1921) günkü meclis toplantısında, saat 17:45’te ezici bir ekseriyetle kabul edilmiştir. Marşın ilk bestesi Ali Rıfat Çağatay’a aittir.17 1924’te kabul edilen bu beste daha sonra 1930 yılında Zeki Bey’inkiyle değiştirildi. Bugünkü beste o günden bugüne kadar çalınmakta olan bes­tedir.

Bu beste biri Akif’in 27 Aralık 1936 da (ölümünde) güfte yazarı oldu­ğundan ve ötekisi de Zeki (Üngör) Bey’in ölümünden (1 Mart 1958) olmak üzere, iki kere münhasıran cenaze törenlerinde çalınmıştır.

b) Ali Rıfat Çağatay’ın yaptığı diğer besteler: “Ordunun Duası” Niha­vent makamındandır. Dört kıtadan teşekkül eden eserin güftesinin birinci kıtası şu şekildedir:

“Yılmam ölümden, yaradan, askerim,

Orduma ‘Gazi’ dedi Peygamberim

Bir dileğim var, ölürüm isterim

Yurduma tek düşman ayak basmasın”

Beste her kıta arasında nakarat olarak söylenen bir bölüm vardır ki, o da şudur:

“Âmin desin hep birden yiğitler,

“Allahü ekber!” gökten şehitler.

Âmin, Âmin, Allahü ekber.

Bu eser Genel Kurmay Başkanlığı’nca kabul edilerek orduya tamim edilmiştir.

“Köse imam” ve “Bülbül” de Ali Rıfat Çağatay tarafından bestelenmişlerdir.

c) “Allah’a Dayan” adlı bir Rast ilâhi vardır ki, bunun ilk beyti Akif’e, ikinci beyti ise, Ali Ulvi Kurucu’ya aittir. Düyek usulündeki eser, Ali Kemal Belviranlı tarafından bestelenmiştir.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol...”

“Allah’a dayan gayene tevfikini versin,

Kur’an’a sarılmazsan eğer ye’se düşersin...”

d) Üstadın Mısır’da iken 1932 yılında yazdığı “Nerdesin” adlı bir kıtası da Ali Nihad Karamemişoğlu tarafından Nihavend makamında bestelenmiştir.18

Nerdesin (19)

“Lâ-mekânlarda mısın, nerdesin, ey gâib ilâh?

Dönerim enfüsü âfakı ezelden beridir.

Serpilip kubbene dönmüş, o ışık damlaları,

Seni yer yer arayan yaşlarımın izleridir! III

e) Çanakkale şehidlerinin bir bölümü de

(Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker ile

Seni ancak ebediyyetler eder istîab)

mısraları arası “Çanakkale Mersiyesi” adı altında Segâh makamında serbest serbest usulde Sadettin Kaynak tarafından bestelenmiştir. IV Esere giriş, “Tekbir” ile başlamaktadır.

f) Son olarak yine Üstad Akif’e ait bir güftenin, Şerif içli tarafından Hüseyni makamında, Aksak usulünde ve son derece hisli, dokunaklı bir şekilde bestelendiğini söyleyelim. Güfte şöyledir:

«Ezelden aşinanım ben ezelden hem zebanımsın,

Beraber ahde bağlardık ne olsan gar-i camınsın.

Ne olsam, zerrenim, kalbimde çarpar esrarın,

Gel ey cânâ, gel ey kalmasın ferdâya didarın”

Dini bütün millî şairimizin yüksek sanatkâr bünyeye sahip ruhundan fış­kıran sesler, umud ediyoruz ki, daha birçok bestekârımızın sanat kaynağı olacak ve Türk Milleti’nin sanat hâzinesine ilâve edilecektir.

(1) Eşref Edip, Mehmed Akif, Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, tab’ın so­nunda, Nevzad Ayesbeyoğlu’na Akif’in bizzat verdiği notlardan teşekkül etmiş “Meh­med Akif’in Zihniyeti ve Düşünce Hayatı” bölümü, s. 515-524.

(2) Eşref Edip, a.g.e., s., 515-524.

(3) Sezâi Karakoç, Mehmed Akif, s. 12-13.

(4) Sezâi Karakoç, a.g.e., s. 14

(5) Arif Sâmi Toker’le bir konuşma, Tohum mec., Sa, 79, s. 17-18.

(6) Adı geçen mecmua, aynı sayı, s. 18.

(7) Eşref Edip, Akif maddesi, İslâm-Türk Ansiklopedisi.

(8) Eşref Edip, a.g.e., I. tab’ının sonunda Nevzad Ayesbeyoğlu’nun notları, s. 549.

(9) Eşref Edip, a.g.e., II. tab’ı, s. 179.

(10) Adı geçen eser, aynı yer.

(11) Adı geçen eser, I. tab’ı s. 92.

(12) Adı geçen eser, s. 279.

(13) Adı geçen eser, s. 92.

(*) Bu ilâhi 10 mısradan müteşekkildir ve makamı Hüseynî, usûlü ise sofyandır.

(**) Balat Şeyhi Kemal Efendi tarafından, Acempûselik makamında ve düyek usulünde bestelenen bu ilâhî için Eşref Edip, Yunus Emre’nindir demekte, kezâ Fuad Köp­rülü de eserinde (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar) bunun Yunus Emre’ye alt olduğunu söylemekte ve son kısımda da, notasını vermektedir. Ancak Râif Yelkenci, Fuad Köprülü’nün eserinin sonunda verilen 12 ilâhî notasında adı geçen ilâhîlerin (aralarında yukarıdaki ilâhî de vardır) hiçbirinin Yunus Emre’ye alt olmadığını söylemektedir. (Bkz,: Râif Yelkenci, Şiirleri Yunus’a Mal Edilenler, Hayat Tarih, Mec. Yıl 8, Sıra No: 95 s. 68).

(14) Eşref Edip, a.g.e., II. tab’ı, s. 381.

(15) Mehmed Akif, Safahat, s. 527.

(16) Mehmed Akif, a.g.e., s. 511.

(17) Bu bestenin fotokopisi Eşref Edip’in a.g.e., nin I. tab’ının sonunda mevcuttur.

(18) Muhiddin Nalbandoğlu, Akif’ten beste yapanlar, M.T.T.B. Mehmed Âkif armağanı s. 34.

(19) Mehmed Akif, Safahat, s. 510.

III. Bu kıtadaki “dönerim” kelimesinin aslında “Ararım” ve yaşlarımın da “Gözlerim” şeklinde olduğu söylenmektedir. Bkz: Muhiddin Nalbandoğlu, a.g.e. s. 35.

IV. Eser Sofyan usulünde ise de, serbest ve ağır söyleyiş mersiye şekline daha iyi gelmektedir. Eserin notası Eşref Edip’in a.g.e. I. tab’ı sonunda fotokopi halinde mevcuttur.