Makale

İSLÂM ve EKONOMİK DENGE

İSLÂM ve EKONOMİK DENGE

Yazan: Dr. Ali ABDÜRRASÜL

Çeviren: Osman ESKİCİOĞLU

Bütün iktisadi çalışmaların nihai gayesi, cemiyetin fertlerine refah ve saadet temin etmek olduğuna göre; iktisadi mevzuları içtimai açıdan ele almış bulunan eserlerin incelenmesi, bir zaruretin ifadesidir. Sosyal iktisad işte buradan doğmuştur.

Sosyal iktisad, genel iktisadın bölümlerinden biridir; yeni doğmuştur. Bil­hassa son senelerde önemi oldukça artmıştır. Kapitalist düzende işçi hareketlerinin gelişmesi ve daha sonra da sosyalist prensiplerin yayılmaya başlamasının bir neticesi olarak meydana gelmiştir.

İktisadın bu bölümü, özellikle servet gelir dağılımı ve geçim seviyesinden bahsedip sosyal zulümleri hafifletmeye ve iktisadi yönden zayıf olanların elinden tutmaya çalışır.1

Bu tür çalışmalar, son devirde meydana çıkadursun, İslâmiyet bu sahada da esaslarını on dört asır önce vazetmişti.

Biz bu etüdümüzün birinci kısmında, İslam’da servet ve gelir dağılımını; ikinci kısmında, İslâmî toplumda karşılıklı dayanışmayı; üçüncü kısımda istih­lâk düzeninde, İslâmî esasları ve dördüncü kısımda, son olarak adli ücret, işçi hak ve vazifelerinde İslâm düstûrlarını anlatmaya çalışacağız.

SERVET ve GELİR DAĞILIMI

Yaratıp meydana getirmesi sebebiyle, bütün malların yalnız Allah’ın mül­kü olduğu ve Allah’ın bu mallarda beşere, haleflik (vekillik) verdiği hususu, İslâmiyet’in ortaya koyduğu prensiplerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, beşerin, mallardaki mülkiyeti, bir nevi Allah’ın bunlardaki aslî mülkiyetinden çıkarılmış bir mülkiyettir. Nitekim İslâm’da bir takım mallar vardır ki, bunların mülkiyetini her hangi bir insana vermek caiz de­ğildir. Bu mülkiyetin muayyen bir ferdin dışında, tamamen toplumun eline verilmesi gerekir. Servetin devamlı olarak yavaş yavaş bölünmeye tabi tu­tulması da, İslâm esaslarından biridir. Bu durum, İslâmî yetin getirdiği miras sisteminde açıkça görülmektedir. Ve yine İslâm’da ekonomik denge bozulduğu zaman, servet ve gelir dağılımını yeniden düzeltme prensibi de vardır ki, bu, İslâm’ın ilk devrinde Peygamberin eliyle gerçekleştirilmiş bir esastır. Meselâ, Benî Nadir’den elde edilen ganimetleri muharip askerler arasında dağıtmayıp, hepsini cemiyete bırakmıştır.

Nitekim servet ve gelir dağılımı sahasında, şartları tahakkuk ettiğinde, el-masâlihu’l-mursele (faydalı olanı celp, zararlı olanı ise, defetme hususundaki serbestlik) ve seddü’z-zerayi (faydalı olana götüren vasıtalara sarılmak zararlı olana götüren vasıtalardan kaçınmak) prensiblerinin ihdas edilmesi; bu mevzuda toplumun yararına olan şeylerin gerçekleştirilmesi için veliyyü’l-emre (başkan) geniş salahiyetler vermektedir. Bunları aşağıda mufassal bir şekilde açıklıyoruz.

1 — Mal Allah’ındır; beşer onda vekil kılınmıştır:

Allah Taâlâ’nın varlıktaki bütün yaratıkların hâlik ve mâliki olduğu ve malların insanların elinde, kendisinden başka hiçbir sahip ve malik bulun­mayan Allah’tan vekil kılınmak suretiyle, ariyet bulunduğu, Müslümanların yanında derin bir inanç halindedir. Buna göre varlıktaki her şey yalnız Al­lah’ın mülküdür; Allah ise onun yaratıcısı göklerin ve yerin ve aralarındaki her şeyin hâlikidir. Gerçekten semavat ve arzın melekûtu yalnız ve yalnız Allah’a aittir. O bütün malların (ister iktisadî mallar isterse serbest mallar olarak ayrılsın aynıdır değişmez) malikidir. Mallardaki nedret prensibine dayanan bu ayrım, insanların bir tasnifidir.2 Bütün anlattığımız bu husus­larda, Kur’an-1 Kerim nasları kati ve sarih olarak gelmiştir:

“Göklerin ve yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü (hâkimiyeti) Allah’­ındır.”3 “Göklerle yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah’ındır.”4 “Bütün gökte olanlar bütün arzdakiler bütün bu ikisinin arasındakiler ve bütün yerin dibindekiler hep O’nundur.”5 “İşte rabbiniz, Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Her şeyi yaratan O’dur.”6

Yine Kur’an’ın ayetleri ifade etmiştir ki, insan sahip olduğu mallarda, Allah’ın kendisine tevdi ettiği bir emanete malik bulunmaktadır. Allah, insanı yeryüzüne halife tayin etmiş, onu orada yaşamaya memur etmiş, göklerde ve yerde olanı emrine vermiş ve bunlardan faydalanma imkânını hazırlamıştır. İnsanoğlunun elindeki mallar esasta Allah’ındır; insan bu mallar için asıl sahip değil, vekildir.

“O, o yaratıcıdır ki, yerde ne varsa faydalanasınız diye hepsini sizin için yarattı.”7 “Sizi topraktan O yarattı ve sizi orada imar yapmaya (ömür sürmeye) memur etti”8 “Allah, o dur ki, sizi arzın halifeleri yaptı ve derecelerle kiminizi kiminizin üstüne çıkardı. Bunun hikmeti ise sizi, size verdiği şeylerde imtihan etmek içindir.9 “Görmediniz mi ki Allah, göklerdekini ve yerde olanı hep menfaatiniz için birer sebep kılmıştır. Hem aşikâre, hem gizli olarak her türlü nimetlerini üzerine tamamlamıştır”10 “Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini Allah kendi katından sizin hizmetini­ze bağladı.”11 “Ve onlara Allah’ın size verdiği malından verin”12 “Allah’ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.”13 “Allah’a ve Rasûlüne iman edin de, sizi mirasçıları kıldığı maldan, Allah yolunda harca­yın.”14 Bu ayet-i kerîmelerin tefsirine misal olmak üzere, burada şu son ayetin tefsirini veriyoruz.

Zemahşerî tefsirinde der ki; “Sizin ellerinizde bulunan mallar aslında Allah’ın mallarıdır. Çünkü onları Allah yoktan var edip yaratmıştır. Sizi mallara idareci yaptı; size onlardan faydalanmayı lütfetti; mallardaki tasarrufta sizi kendisi adına hareket eden halifeler kıldı. Bu sebeple onlar gerçekte si­zin mallarınız değil, siz de onlarda ancak naip ve vekil durumundasınız.”

İşte bu sebeple beşerin mallardaki mülkiyeti, geçen ayet-i kerimelerin de delâlet ettiği gibi, ancak Allah’ın aslî mülkiyetinden çıkarılmış bir mülki­yettir.

Ancak bu mülkiyet, ferdlerin birbiri ile olan münasebetlerinde tam bir mülkiyet sayılır. İşte mal Allah’ın kullarına verdiği bir nimettir. Onu ferdlere tahsis etmiş, ferdleri de onda halife yapmış ve onlara tasarruf, istihlâk ve kullanma hakkı gibi faydalanmanın gerektirdiği her türlü hakkı tanımıştır. İslâm ferd mülkiyetini bu mananın hududları içerisinde mütâlâ edip malike mülkünden faydalanma ve hayatı boyunca ve ölümünden sonra da tasarruf hakkı tanıdığı gibi, hem bu mülkiyeti dışardan veya umumî otorite (hükümet) tarafından gelecek her türlü saldırılara karşı da korur. Hatta devlet, umu­mun menfaatini göz önünde tutarak, ferdin mülkiyet hakkını elinden almak istediği zaman, ona malının tam karşılığını adaletli olarak ödemek zorundadır. Allahü Taâlâ buyuruyor ki;

“Aranızda birbirinizin mallarını hırsızlık, kumar ve gasp gibi haksız se­beplerle yemeyin.”15 “Yetimlere baliğ oldukları zaman mallarını verin.”16 “Onların mallarından bir zekat al.”17 “Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı var; kadınların da kendi kazandıklarından bir payı vardır.”18 “Onların mallarında dilencinin ve ihtiyacını açıklamayan mahrumun bir hakkı vardır.”19 “Mallarınızla canlarınızla Allah yolunda muharebe edin.”20

İşte böylece İslâm fıkhı, mülkiyet hukuku ve mülkiyetin alış-veriş, hibe, vasiyet, İkraz, rehin şufa, vekâlet, havâle, kefâlet vakıf ve diğer müesseselerle devri hususunda birçok fasıllar meydana getirmiştir.

İslamiyet’in aslî mülkiyeti Allah Teâlâ’ya izafe etmedeki yüce hikmete gelince; bu, malın esasta ancak Allah’ın mülkü olması itibariyle ondan Al­lah’ın bütün kullarının faydalanmasının zaruri olduğunda, köklü bir vicdan borcu hissini doğurur. Yine böylece ferd, mecburi olarak sahip olduğu ma­lından faydalanırken, Allah’ın çizdiği hududlar dairesinde faydalanmaya çalışacak, Allah’ın bu mal ile ilgili emir ve nehiylerine boyun eğecek ve böy­le hareket etmeyi vicdanî bir borç bilecektir.

2 — Ferd mülkiyetine girmesi caiz olmayan mallar:

İslâm’da insanların topluca faydalanmaları mübah görülen bir takım mallar vardır. Bu konuda Ebu Harraş sahaba’dan bir hadis nakletmektedir : “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateşte.”21 Bu hadisi İmam Ahmet ve Ebu Davud tahriç etmişlerdir. İbn-i Hacer bu hadisin ravilerinin sika ve sağlam olduklarını söylemiş, İbni’s-Sükan da bunu doğrulamıştır. İnsanlar üç şeyden ortaktırlar... İlah, şeklinde rivayetler de vardır. İbn-i Mâce, Ebu Hüreyre’nin naklettiği hadisten Peygamberimizin şöyle buyurdu­ğunu tahriç etmiştir: “Su, ateş ve ota mani olunamaz.”22 İbn-i Hacer, bu­nun hakkında “İsnadı sahihtir.” demiştir. Hz. Ömer’den nakledilen bir rivayet­te, bu üç şeye “tuz” da eklenmiştir. Hz. Ayşe’den nakledilen bir rivayette de o, peygambere, men edilmesi, istenildiği zaman verilmemesi helal olmayan şeyler nelerdir? diye sormuş; Efendimiz de “tuz, su ve ateş” diye cevap ver­mişlerdir. Bunun isnadı ise, zayıftır. Bu mevzudaki hadisler toplam olarak sayıları fazla ve muhtelif varyantlardan geldikleri için delildirler.

Buradaki suyun kendiliğinden çıkmış, meralarda başıboş akmakta olan bir su olduğu hususunda, İslâm hukukçularının ittifakı vardır. Ancak insan emeği ile çıkarılıp elde edilmiş olan su ise, sahibinindir. Çünkü bu şahıs suyun çıktığı yere, ilk önce el koymuş ve Peygamberimizin hadisine göre orası onun mülkü haline gelmiştir. “Kimsenin el değirmediği şeye, ilk emek verenin sahip olması daha haklıdır.”23 Bu bir hükümdür. Yani ister ot ister tuz ve isterse bundan başka şeyler olsun, sahip olmak için, kim önce el koyup emek verirse, onun sahip olmaya daha çok hakkı vardır, demektir.

Buradaki ottan maksat da, ister yaş ister kuru, ister büyük ister küçük olsun, kimsenin müdahalesi olmadan meralarda kendiliğinden biten otlardır. Eğer ot sahipli yerlerde biterse bunun, yer sahibinin veya bir baş­kasının da olabileceği hususunda ihtilaf vardır. Bazı fıkıhçılar, otun hiçbir müdahalede bulunmadığı ve emek harcamadığı için, yer sahibinin mülkü olamayacağı kanaatındadırlar. Bazıları da toprağa sahip olup, onu her türlü şeye karşı savunabildiği için, suya da sahip olan mülkiyeti altına alabilece­ğini ileri sürerler.

Hadiste adı geçen ateş de ısı, ışık ve pişirmek için kendisinden faydalanı­lan ateş olmalı. Çünkü ateş havada bulunan yakıcı bir gazın adıdır. Yoksa yanmış bulunan köz ve kömür ateş değildir. Yanmakla köz ve kömür haline gelen odun, kimin ise ateş de onun mülküdür; odun kendisinin değilse, ateş de değildir. Artık bu ateşten herkes faydalanma hakkına sahiptir. Tuzdan maksat ise, kimsenin olmayan dağlarda ve tuz yataklarında bulunan tuzlardır.

Saydığımız bu üç şeyin hükmü, insan eli ulaşmamış ve üzerinde emek harcanmamış bulunan diğer bütün serbest mallar için de caridir. Böyle mal­lardan faydalanma işinde bütün İnsanlar müşterektir; birini bırakıp diğerine vermek olamaz. Ancak insan kazanır, elde ederse, kendi mülkü olur ve fay­dalanma işi de sadece kendisine mahsus olur.24

3 — İktisadi denge bozulduğu zaman, gelir dağılımının düzeltilmesi:

Bu esas, İslâm’ın evvelinde Peygamberin eliyle tarihî bir hadise olarak gerçekleştirilmiş, sonra da Kur’an-ı Kerim tarafından desteklenip teyit edil­miştir. Muhacirler, Peygamberleri ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde; fakir olanların malları yoktu ki, yanlarından götürsünler; Zen­ginler ise bütün varlıklarını, zaten arkalarında bırakıp gittiler. Ansar’ın kalpleri muhacirlere karşı, son derece yumuşak ve cömert idi. Fakat Nadiroğulları hadisesi vuku buluncaya kadar. Medineli servet sahipleri ile fakir muhacirlerin arasındaki fark, oldukça kabarık olup, kendisini muhafaza etmekte idi. Nadiroğulları harp yapmayıp Peygambere sulh ile teslim ol­muşlardı. Bu sebeple Hz. Muhammed, bunlardan alınan ganimetin hepsini, harpte alman ganimetlerin zıddına olarak, Allah ve resûlüne (yani cemiyet hazinesine) tahsis etti. Hâlbuki harpte alınan ganimetlerin beşte dördü, harp yapan askerlerin; beşte biri ise, devlet hâzinesinin oluyordu. Düşmanların harp yapmadan sulh ile teslim ettikleri arazi ve mallara “fey” denildiği ma­lumdur.

Rasûlüllah ilk planda, mülkiyet ve gelirde denge sağlamak için Müslü­man cemaate bir şeyler vermeyi düşündü. Bu sebeple Benî Nadir’den alınan ganimetin hepsini, Ensar’dan iki fakir müstesna, bütün muhacirlere tahsis etti. Bu vaka hakkında Kur’an-ı Kerim buyurur ki:

“Allah’ın, Peygamberine kâfir memleketler ahalisinden verdiği ganimet; Allah için, Peygamber için, ona yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Ta ki, o mal, sizden yalnız zenginler ara­sında dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size, ne verdi ise, onu alın; size neyi yasak etti ise, onu da almayın; Allah’tan korkun, çünkü Allah şiddetli azap sahibidir. Bilhassa bu ganimet, o fukara muhacirler içindir ki, yurtların­dan ve mallarından çıkarılmışlardır. Halleri şudur: Allah’dan dünyada bir rızık ve rıza isterler. Allah’a ve Peygamberine, yardım ederler. İşte bunlar sadık olanlardır.”25

Burada zikredilen ayette “Yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” diye geçen cümlenin manası; mal, hiçbir fakire isabet etmeden sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması şeklindedir.

Bu hal, cemiyete güç ve kudret sağlamakta ve onun varlığını tehdit eden ve bütün fertlerinin menfaatini yok eden musibet ve durumlara karşı kuvvet vermektedir. Böylece cemiyet bu desteğe dayanmaktadır. Artık zorluklar kalk­makta, sıkıntılar yok olmakta, millet için ebedilik, düşmana galip gelme, İslamiyet’in yayılması, medeniyetin kurulması gibi hususlar gerçekleşmekte ve İslâm toplumu için bunlar tamamlanmaktadır. Eğer dağılım meselesi karmakarışık olsaydı, muhacirlere zillet ve fakirlik çatacak, Ensar’ı ise zenginlik, kibir ve tuğyan bürüyecekti. Bu tabii bir netice idi.

Peygamberimizin gelir dağılımının şeklini değiştirmek için yaptığı bu ameli tatbikatından daha önemli birçok tavsiyeleri de bulunmaktadır. Umumi gelirdeki dengeyi sağlamayı hedef tutan bu tavsiyelerini, yine o vakitlerde yaptığı bu tatbikatını destekler mahiyette söylemişlerdir.

Cabir’den nakledilen bir hadiste Rasûlüllah buyurmuşlardır ki, “Tarla­sı olan eksin, eğer kendisi ekmezse, kardeşine ektirirsin.” Yine Cabir’den rivayet ediliyor ki Sahabe’den birçoklarının fazla toprakları vardı; bu konu ile ilgili olarak Peygamber şöyle buyurdular: “Kimin fazla arazisi varsa, ekip biçsin veya bir kardeşine versin.” Yine der ki, “Toprağı olan toprağını eksin, eğer ekip biçmeye gücü yetmeyip aciz kalıyorsa Müslüman bir karde­şine versin ve bundan da bir ücret atmasın.”26

Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem diyor ki Peygamber, Muhacirleri kast ederek Ensar’a: “Kardeşiniz mallarını ve çocuklarını terk edip size geldiler.” buyurdu. Bunun üzerine Ensar, bizim mallarımız muhacir kardeşlerimizle aramızda müşterektir, diye cevap verdiler. Rasûlüllah da “Sadece bu kadar mı?” dediler. Ensar; Başka yapacağımız bir şey var mı ya Rasûlüllah!

— Var tabi onlar burada nasıl çalışılacağını bilmezler bunun için onla­rı gözetiniz beraber çalışınız ve meydana gelen hasılayı da aranızda payla­şırsınız. Bunun üzerine Ensar “Peki ya Rasûlüllah”, dediler.27

Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmet Said el-Hudrî’den Peygamberimizin şöyle bir hadisini rivayet ediyorlar: Kimin yanında fazla bineği varsa, onu bineği olmayana versin, kimin yanında da fazla yiyeceği varsa, onu yiyeceği olmayana versin.” Ebu Saîd diyor ki: Peygamber fazla olabilecek mal çeşit­lerini o kadar saydı ki fazla mallarda hep biribirimize katılacağımızı zannet­tik. Buradaki fazlalıktan maksat, hiç şüphesiz insanın ihtiyacından arta ka­lan kısımdır.

Ensar’ın şu hareketi de, ilk İslâm toplumunun ne kadar diğergâm ve fedakâr olduğunu açıkça göstermektedir. Ensar hicretin ilk yıllarında malla­rının ve hurmalıklarının yarısını muhacirlere vermek üzere bıraktılar. Daha önce de geçtiği gibi, Hz. Muhammed gelir dağılımının şeklini değiştirmiştir. Beni Nadir’den elde edilen ganimeti yalnız Muhacirlere tahsis etmiştir. Ancak Nadiroğulları’nın ganimeti dağıldıktan sonradır ki Muhacirler el­lerinde bulunan topraklar ve hurmalıkları sahipleri olan Ensar’a geri verdiler. Böylece bu malların mülkiyeti ikinci defa olarak Ensar’ın eline geçmiş bu­lunuyordu. Zaruret ve sıkıntılar sona erip de, Medine halkının iktisadî den­gesi düzelince, Peygamber, Nadiroğulları’ndan alınan ganimetleri Muhacirle­re vermesine karşılık Ensar’a da Bahreyn’den topraklar payetti. Yalnız En­sar gönüllerinin huzuru ile bunu kabul etmediler. Bu arazileri sadece kendi aralarında değil, muhacirlerle birlikte paylaşmalarını istediler.

4 — Gelir dağıtımı sahasında faydalı olanı yapma; zararlı olanı uzaklaş­tırma; fayda doğuran sebeplere sarılma; zarar doğuran sebepleri defetme meseleleri:28

Daha önceki sayfalarda İslâmî iki esas olan; faydalı olanı yapma, zararlı olanı uzaklaştırma ve fayda doğuran sebeplere sarılma, zarar doğuran se­bepleri def etme esaslarından ve bunların üretim sahasında nasıl uygulandık­larından bahsetmiştik.

Şimdi ikinci defa olarak, faydalı olanı yapma ve zararlı olanı yapmama esasının, kendisi hakkında özel bir ayet gelmediği halde, ihtiyaç olduğu şer’an kabul edilen şeyleri temin ettiğini açıkça söyleyebiliriz. Bu faydalıyı yapma, zararlı olanı ise def etme prensibinin icabı olarak başkan, millet için zararlı olan şeyleri uzaklaştırmak, faydalı olan şeyleri ise yapmakla vazifelidir.

İkinci prensip olan fayda doğuran sebeplere sarılma, zarar doğuran se­bepleri uzaklaştırma esasının hükmü ise şudur: Vacip olan şeye götüren bütün vasıtalar da vacibtir. Yani iyiliğe sebep olan şey iyi olup, dolayısıyla yapılması, kötülüğe sebep olan şey ise, kötü olup dolayısıyla terk edilmesi lâzımdır.

Bu iki prensip, gelir dağılımı alanında uygulanırken başkana, millet için zararlı olan şeyleri uzaklaştırmak faydalı olan şeyleri ise yapmak hususunda, cemiyetin umumî menfaatına riayetten başka hiçbir kayıt ve şarta tabi ol­maksızın mutlaka bir yetki vermektedir.

Doğrusu eski İslâm hukukçuları, meselâ bunlardan Gazali, Şatıbi ve Kurtubî gibi şahsiyetleri tanıyoruz ki, bunlar, zenginlere vazife vermede devlete şerî bir hak tanırken, yine bu iki esasa dayanmışlardır. Vazife ver­me derken de, halk türlü tabii afet ve musîbetlere uğradığı zaman, devlet hâzinesinin kaynakları bunu karşılamakta aciz kaldığında, hâzineye yardımcı olmak için, sınır tayin edilmeksizin bir nisbet dâhilinde ferdlerin malların­dan bir kısmını almayı kast ediyoruz. Nitekim çağımızdaki İslâm Hukukçuları da bazı mevzularda kısmen veya tamamen millileştirmek suretiyle mülkiyeti sınırlama ve üretim vasıtalarında halk egemenliğini sağlama gibi hususlarda yeni devlete şerî bir hak tanırken, yine bu iki esasa dayanmışlardır ki, bun­ları aşağıda anlatacağız.

İslâm’da vazifelendirme mevzuu:

Vazifelendirmeden maksat, tabii afet ve musibetlerin vukuunda, devlet hâzinesinin kaynakları bunları karşılamaktan aciz kaldığında, hâzineye yar­dımcı olmak için, zenginlerin mallarından sınır tayin etmeden bir nisbet dâhilinde almaktır. Vazifelendirme hakkı, İslâm’da başkana verilmiş bir haktır. Bunu İslâm’da muhtelif sebepler yüzünden cereyan etmiş bulunan tarihi olaylar açıklamaktadır.29

İslâm hukuk şemasının birçok güneşleri bu gerçeğe ışık tutmuş ve bu zenginleri vazifelendirme prensibini teyit edip açıkça ortaya koymuşlardır ki, bunlardan, vatan müdafaası, iç isyanlar ve fitneler hakkında fikirler serd eden İmam Ebu Hamid el-Gazalî, (Hicri 505 tarihinde vefat etmiştir.); yine müdafaa konusunda söz eden İmam Ebu İshak b. Musa es-Şatıbî, (Hicri 790 tarihinde vefat etmiştir.) ve Müslüman esirlerinin fidye karşılığı kurtarılmasından bahseden Ensar’dan İmam Ebu Abdullah el-Kurtubî’nin (Hicri 671 tarihinde vefat etmiştir.) adlarını zikredebiliriz.

Gazali diyor ki:

Vatan müdafaası yapan askerlerin ellerindeki mallar tükendiğinde, devlet hâzinesinde bunların nafakalarını karşılayacak derecede bir mal bu­lunmadığında ve bu yüzden de İslâm topraklarına düşmanın tecavüz edip girmesinden veya şer kuvvetlerinin fitne ve kargaşalık çıkarmalarından korkulduğunda Başkanın, askere yetecek miktarda emtianın temin edilmesi hususunda, zenginlere vazife vermesi caizdir, salahiyeti dâhilindedir. Çünkü iki şer karşılaştığında veya iki zarar ortaya çıktığında, daha şerli olan ve daha zararlı olan def edilir; ehveni şer tatbik edilir. İşte bu durumda zengin­lerden her birinin yapacağı yardım, İslâm memleketinin güçten düşüp, dü­zeni ayakta tutan ve kötülükleri yok eden askerini kaybettiği zaman kendi canına ve malına gelecek tehlike ve zararların yanında çok azdır ve hiç bir değeri yoktur.30

Şatıbî diyor ki:

Kendisine itaat edilmesi gerekli olan bir Başkan bulundukta, sınır boy­larının beklenmesi, liman şehirlerinin ihtiyaçlarının karşılanması ve bir çok memleketleri içerisine alan bir hâkimiyetin korunması için, askerlerin çoğaltılmasına ihtiyaç görüldüğünde, devlet hâzinesi de boş olup, askerlerin nafakaları için daha fazla mala ihtiyaç duyulduğu zaman; adil bir başkanın hali hazırdaki duruma bakarak, hazine güçleninceye kadar askere yetecek olan meblağı vermeleri için, zenginleri vazifelendirme yetkisi vardır. Hem başkan bu vazifeyi şahıslara verirken onların gelirlerine, kaldırdıkları mah­sûllerine ve diğer şeylerine de bakmalıdır.

Ancak evvelkilerden, yani İslâm’ın ilk asırlarından, o zamanlarda bu gü­nün aksine olarak devlet hazînesi oldukça dolu olduğu için, böyle yardım gibi bir şey olmayıp, bize kadar da nakledilmemiştir. Bu sebeple oradaki hü­küm başkadır, buradaki zaruretin ve ihtiyacın şekli ise meydandadır. Eğer başkan bu vazifesini yapmazsa, İslâm’ın gücü zayıflar ve haşmeti yok olur. Kendilerinden istenildiği zaman kaçınanların bu hareketleri yüzünden eğer asker müdafaa vazifesinden aciz kalırsa, mallarının birazını feda etmekle kurtulacakları yerde, artık bütün mallarını harcasalar da yine uğrayacakları zilletten kaçamayacaklardır. Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sebeple, şimdiki uğranılacak bu büyük zarar ile biraz yardım yapmakla kendilerine gelecek olan zarar karşılaştırıldığı zaman, birinci ile ikinciyi tercih eşit olmayacak­tır. Hem delillere ve tecrübeye lüzum kalmadan şeriatın mana ve maksadı­nın önemi açıkça bilinmektedir.31

Kurtubi diyor ki:

Âlimlerin ittifak ettikleri bir husustur ki, müslümanlar zekât vergile­rini ödedikten sonra bile, ihtiyaçlarını kapatamazlarsa, açık kalan yerler için mallarını sarf etmek mecburiyetindedirler. Malik hazretleri de şöyle bu­yurur: Bütün mallarını ellerinden çıkarsalar da, fidye verip esirlerini kur­tarmak insanlar için bir vecibedir.32

Vazifelendirme hakkı, zekât vergisinde olduğu gibi, muayyen bir miktar­da tesbit edilmiş değildir. O kendisi için bir sınır tayin edilmemiş mutlak bir nisbet dâhilinde olup vazifelendirmeye sebep olan ihtiyaçlar muvacehe­sinde kendisini göstermektedir. Aynı zamanda bu vazifelendirme meselesinin tahakkuk edebilmesi için devlet hâzinesinin, meydana gelen ihtiyaç ve zaru­retleri karşılamaktan aciz kalması şarttır.

(1) Dr. Muhammed Hilmi Murad, Usûlü’l-İktisat, C. 1 sh. 52.

(2) Dr. Muhammet Abdullah el-Arabî, İslâm İktisadî ve Muâsır İktisad, sh. 209.

(3) el-Mâide: 17.

(4) el-Mâide: 120.

(5) Tâhâ: 6.

(6) el-En’âm: 102.

(7) el-Bakara: 29.

(8) Hûd: 61.

(9) el-En’âm: 165.

(10) Lokman: 20.

(11) el-Câsiye: 13.

(12) en-Nur: 33.

(13) Al-i İmran: 180.

(14) el-Hadid: 7.

(15) el-Bakara: 188.

(16) en-Nisa: 2.

(17) et-Tevbe: 103.

(18) en-Nisa: 32.

(19) ez-Zâriyat: 19.

(20) et-Tevbe: 41.

(21) Mesabihu’s-Sunnah, C. 2, Sh. 17.

(22) Mesabihu’s-Sunnah, C. 2, Sh. 18.

(23) Prof. Ali el-Hafif, İslâm Hukukunda Şirketler, Sh. 5.

(24) Prof. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Sosyal Dayanışma, sh. 67.

(25) el-Haşr: 7-8.

(26) Bu hadisleri İbn-i Kayyım, Ebu Davud’un Sünen’ine yaptığı tehziblerde zikretmiş­tir; C. 5, sh. 56-57.

(27) İbn-i Kesir tefsiri, c. 4, sh. 338.

(28) Yani, el-Mesalihu’l-mürseletü ve seddü’z-zerail prensibleri.

(29) İslâm tarihinde vazifelendirmenin tatbik edildi muhtelif vakalar için bak. Dr. Mustafa Sibai İştirakiyyetü’l-İslam sh. 124.

(30) el-Müstasfâ, C. 1, Sh. 303.

(31) el-İ’tisâm, C. 2, Sh. 104.

(32) Camiu Ahkami’l Kur’an, C. 2, Sh. 223.