Makale

İHRACAT MESELESİ

EKONOMÎ

İbrahİm Ural
Din İşleri Yüksek Kurulu Baş Uzmanı

İHRACAT MESELESİ

Ülkelerin başka ülkelerle olan iktisâdî ilişkilerinde en önemli konulardan biri de ihrâcât ve ithalât konusudur. “Dış Ticâret" kelimesiyle ifâde edilen bu faaliyetler, uluslararası ilişkilerin en mühim konularından birini oluşturmaktadır. Bazı Güneydoğu Asya Ülkelerinin ihrâcât ve dış ticâret sahasında büyük atılımlar gerçekleştirmesinden sonra, Islâm ülkelerinde de ihrâcât (dışsatım) kavramının önem kazandığı, özellikle petrol ihrâcâtçısı olan bazı Islâm Ülkelerinin petro-dolarlarını tasarruf amaçlı yatırımlara yönelttikleri görülmüştür. 19731eki ve 1979 yılındaki birinci ve ikinci petrol krizi sırasında yüksek gelirler elde eden Arap Ülkelerinin birçoğu bu finansman gücünü yeterince değerlendiremediler...Lükse ve tüketime yöneldiler.
İhrâcât ve ithâlât terimleri özellikle 1980 yılından itibâren Türkiye ekonomisinin aktüel olayları arasındaki yerini almaya başlamıştır. Tarif olarak ihrâcât kelimesi; ülke içinde üretilen malların dış ülkelere satılmasıdır. İhracât seviyesi yüksek olan ülkeler gerçekleştirdikleri dış ticâret sayesinde bol döviz geliri elde ederler. Devletlerarası rekabet ve güç gösterisi Araçlarından biri de döviz, yani uluslararası itibârı haiz yabancı paradır. Artık günümüzde ülkelerin gücü anlatılırken dış ticâret hacminden de bahsedilmekte, sahip oldukları döviz kapasiteleri zikredilmektedir. İhraç olunan mallar ülke dışına çıkmış olduğu halde, bunların üretim ve satışından doğan gelirler iç talebe eklenir. İhracât bir yandan ihtiyaç fazlası; malların dış piyasalarda değerlenmesini sağlarken, bir yandan da iç piyasa talebini besleyen satınalma gücünü artırır. İhracâtın ithâlâttan az olması halinde dış ticaret açığı ortaya çıkar. Bu ise dövize olan ihtiyâcı artırır.
Dünya ticaret tarihi hakkında eser veren Batı’lı bilginler-genellikle- onbeşinci asırda gerçekleştirilen coğrafî keşiflerden sonraki uluslararası ticarete gereğinden fazla değinmişler, Ortaçağ’da İslam Dünyasının gerçekleştirdiği ülkelerarası ticarî atılımı ve coğrafî entegrasyonu gömıezlikten gelmişlerdir. Oysa, Islâm Ülkelerinin çeşitli bölgelerinde ele geçen yabancı paralar, vaktiyle bu bölgelerin ne kadar yoğun bir ticarî faaliyete sahne olduğunun somut belgesidir. Basra ve İskenderiye kentleri Ortaçağ’da en aktif ithâlât ve ihrâcât merkezleriydi...
İslam’ın doğuşu sırasında, Arabistan, Uzakdoğu ile Akdeniz arasındaki ticaretin transit merkezlerinden biriydi. Hind ve Çin’den gelen mallar büyük kervanlarla kuzeye sevk olunurdu. Müsteşrik H. Lammens, araştırmaları sırasında Mekke’nin o dönemlerdeki ticarî önemini belirtmiştir. Kur’an-ı Kerim’in yorumcuları olan müfessirler "Kureyş Suresinin tefsiri sırasında, Mekke’nin o devirdeki uluslararası ticâret açısından taşıdığı önemle ilgili bilgileri nakletmişler- dir. Ziraat ve gıda üretimi sahasında yetersiz bir bölge olan Hicaz Bölgesinin halkı, tabiî olarak nakliye, taşımacılık ve ülkelerarası ticaret vb. mesleklere yönelmişlerdir. Bu zahmetli ve hareketli hayat onları çevre ülkeler hakkında bilgi sahibi yaptığı gibi, ülkelerarası ticaret (ithâlât, ihrâcât, transit, ortaklık çeşitleri vs.) konularında bilgi ve tecrübe sahibi yapmıştır. Para, borç ve kredi ilişkileriyle, birçok ticârî ilişkilerin o dönemde mevcut olduğunu biliyoruz. İslam fıkıh bilginleri, böyle yoğun bir ortamda yetiştiler...
İslam Hukukçuları yabancı-gayr-i müslim- bir ülkede bulunmak durumunda kalan müslüman kişilerin şartlarını da incelemişlerdir. Bu statüdeki kişilerin o ülkelerdeki hukukî davranış biçimini de belirlemişlerdir. Daimî elçilik ve temsilciliklerin o devirlerde henüz bilinmediği dikkate alınırsa, bu durumun ticaret ve iş adamlarıyla ilgili olduğu anlaşılır. Islâm Ülkeleri, gayr-i müslim ülkelerde ancak onsekizinci asırdan itibaren daimî elçiler göndermeye başlamışlardır. Osmanlı devlet ricalinin Batı’yı tanıması, büyük çapta, bu elçilerin yazdıkları “Sefâretnâ- me‘ler sâyesinde mümkün olmuştur. Oysa ki, küçük bir şehir devleti olan Venedik bile, onbeşinci asırdan beri İstanbul’da “Balyos" unvanlı elçiler bulunduruyordu. Bu ünvanlı görevliler, âdeti, Ticârî Ataşe olarak çalışıyorlar, ülkelerinin İktisâdî faaliyetlerini destekliyorlardı. Ibn Fazlan, fbn Cübeyr, Ibn Batuta gibi gezginlerin seyahatnamelerinin bu açıdan yeniden incelenmesi İktisat Tarihi ne yeni bilgiler kazandıracaktır. Osmanlı döneminin son iki asrında, Batı’yı tanıtan birçok rapor (sefa- retnâme) yazılıp neşrolunduğu halde, ülke ticâretine gayr-i müslim unsurların hâkim olması sebebiyle, dış ticâret açısından bu eserlerden faydalanamamıştır. Tanzimattan itibaren azınlıkların, dış ticâretteki etkinliği artmış, geleneksel Anadolu Sanayii ise gerilemiştir. Batı’lı Devletlerin sömürgesi durumuna düşen İslâm Ülkelerinde ise durum daha kötü olmuş; bu ülkeler ucuz hammadde sağlayan kaynaklar haline dönüşmüştür. Kapütülâsyonlar başlangıçta diplomatik amaçlarla verilmiş olsa bile, müteakip devirlerde Osmanlı dış ticâretinin aleyhine olarak gelişmiştir... Osmanlı’nın tarım gelirleri; dış borçlarını bile ödeyemez duruma gelmiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti ülkenin imar ve kalkınması için köklü atılımlar başlatmıştı. Mükrimin Halil Yinanç ve Osman Turan gibi Selçuklu Tarihi uzmanlarının yazdıklarından da öğreniyoruz ki, Anadolu Selçuklu Devleti yöneticileri dış ticâreti teşvik için gerekli önlemleri almışlardı. Yabancı tüccârlar Anadolu toprakları içinde mal ve paralarını kaybederlerse, devlet onların zararını karşılamayı taahhüd ediyordu. O dönemlerde Maraş yakınlarında her yıl kurulan Yabancı Pazarı-birçeşit- uluslararası fuardı. Antalya ve Alanya limanları Akdeniz’in en hareketli ihrâcât merkezleriydi. Haçlı Seferleri sırasında Anadolu’nun Karadeniz’deki şehirleri de dış ticâret üniteleri olarak geliştiler. Moğol İstilâsı sırasında bile, bu güvenli ortam devam etti. İslam Fıkhı’nın yabancılara (müste’min-müste’men) tanıdığı hak ve yetkiler ticâret için ülkeye gelen tüccarlara güven sağlıyordu. Batılı tacirlerin bazıları gezi anılarını kitap haline getirip, yayınlamışlardır. Bu eserlerin birçoğu Türkçe’ye de çevrilmiştir. Marco Polo, bu tür eser veren gezginlerin en eskisidir. İslam Dünyasında yabancı (gayr-i müslim) tüccârla- ra-genellikle-toleranslı ve âdilâne davranılmıştır. Geçmiş devirlerde casusluk ve haberalma faaliyetlerinin mühim bir kısmının ithâlât ve ihrâcât işiyle uğraşan tâcirlerce yürütüldüğü dikkate alınırsa, Osmanlı devrinde ecnebi (Avrupa’lı) tâcirlere karşı zaman zaman, emniyet mülâhazasıyla, tedbirli davranılmış olması normal karşılanmalıdır.
İslam bilginleri ihrâcât ve dış ticâret konusunda gerçekçi ve ılımlı bir yaklaşımda bulunmuşlardır. İnsanların ihtiyaçlarının çok çeşitli olduğunu ve her ülkenin değişik ürünlerinin bulunduğunu dikkate alan fıkıh bilginleri mâlî mü- tekavvim (meşru) malların ülkeler arasında mübâdelesinde sakınca görmemişlerdir. Hattâ gayr-i mütekavvim (Dinen meşru sayılmayan) malların bile Dâru’l-Harb olarak tarif edilen yabancı ülkelere götürülerek oralarda satılmasının câiz olduğu fıkıh kaynaklarında ifâde edilmiştir. Osmanlı Kanunnâmelerinde zaman zaman bazı malların dış ülkelere satımının yasaklanışı, stratejik askerî sebeplerle ve mesâlihin korunması gibi gerekçelerle izah edilebilir. Esâsen bu tür kısıtlamalar; silah, at, demir vs. maddelere münhasırdı. Kıtlık ve felâket dönemlerinde gıda maddeleri konusunda da bu çeşit kısıtlamalar getirilmiştir. Buna mukabil tarım ve hayvancılığın gelişme gösterdiği ondukuzuncu asırda Anadolu’dan Avrupa’ya bol miktarda tahıl ihrâc edilmiştir.
İslam-Türk aydınları darlık ve kıtlık buhrânlan sırasında tutumluluğu ve tasarrufu öngörmüşler, tüketimde itidâlli olmayı tavsiye etmişlerdir. İki asır önce yaşamış bilgin Muhammed ibn Yusuf er-Rahûnî (V:1230) ecnebî ülkelere mal satmanın bereketi giderici bir iş olmadığı hakkında müstakil bir risâle* yazmıştır. II. Mahmud devri bilginlerinden Keçecizâde İzzet Molla, sunduğu lâyihasında dış ülkelere mal ihrâcâtının durdurulmasını, İstanbul çevresine kurulacak fabrikalarda üretilecek mallar sâyesinde ithâlâta gidecek paranın tasarruf edilmesini önerirken devletin mâlî krizine, çâre bulmayı düşünmüştü. Kültürümüzde, ithâlât ve ihrâcât düzeyinde ticâret yapanlar için "bezir- gân" ve "tüccar" tâbiri kullanılırken, küçük iş sahipleri için "esnâf mâku- lesi" denmiştir.
Günümüzde İslam Ülkelerinin sayısı elliyi, toplam insan nüfusu bir milyarı geçtiği halde birbirleriyle olan ilişkilerinin yeterince gelişmiş olduğu iddia edilemez. Bu ülkelerin toplam dış ticâret hacminde Batılı ülkeler birinci sırayı işgal etmekte, öteki İslam Ülkeleri ise ikinci, üçüncü derecede önem arzetmektedir. 1974 yılında Cidde’de İslam Kalkınma Bankasının kurulmasından sonra, İslâm Ülkeleri birbirlerini daha yakından tanıma imkânını elde ettiler. Islâm Konferansı Teşkilâtına bağlı olarak çalışan Islâm Ülkeleri İstatistik Müdürlüğümün çalışmaya başlamasından sonra sayısal ve aktüel bilgiler İlmî düzeyde tesbit edildi. Devlet Plânlama Teşkilâtı’na bağlı olarak çalışan İSE- DAK Sekreteryası, İslâm Ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerin gelişmesinde önemli hizmetler ifâ etmektedir. Tercihli ticâret sistemi, Kliring Birliği, Enformasyon Ağı, Gıda Güvenliği gibi projeler gerçekleştirildiği takdirde önemli bir darboğaz aşılmış olacaktır. İslam Ülkelerinin birbirleriyle ilişkileri sadece mal mübâdelesine dayanan ticâri bir bağlantı değildir. Bilim ve teknoloji ilişkileri çağımız ülkelerinin en önemli ihtiyaçlarındandır. İletişim teknolojisi çağımızın en yaygın endüstri dallarından biridir. Türkiye, Mısır, Pakistan gibi sanayide daha ileride olan ülkelerin öteki Islâm Ülkelerine bilim ve teknolojisini ihrâcetmesi, yetişmiş uzman personeliyle bu konuda önderlik etmesi beklenir.
Kültürel, siyâsî ve iktisâdî ilişkilerin birbiriyle girift olarak gelişip, yaygınlaştığı çağımızda; Islâm Ülkelerinin, geleneksel tüketim pazarı olmaktan çıkıp, dışa dönük, üretim ve aktif bir konuma gelmeleri; beklenen bir gayrettir.
İslam Kültürü de bundan olumlu etkilenecektir!

(’) er-Rahûni’nin; "er-Risâletü‘l-Vecize el-Muhayyere Fi Ennet-Ticârele ilâ Arzı’l- Harbi ve Ba’si’l-Mâli İleyhâ Leyse Müzil’il- Bereke ’ (Rabat) adlı eseri Prof. M. Hami- dullah’ın kaynakları arasındadır. (İ. Ural)