Makale

KUM TANECİKLERİ

Abdulbaki İşcan

KUM TANECİKLERİ

Birçok insan gibi bizim kalbimiz de yanardağ çatlakları ile dolu, o çatlakların her birinden bir başka dünya fışkırır.
Bir başka heves, bir başka sevgi, bir başka istek süzülür her bir yarıktan.
Biz ne çöldeki mecnuna yabancıyız, ne yanardağ lavlarına.
Bazen ateşten sular alır götürür bizi, kendinden bir parça yapmak için eritmeye çabalar her yanımızı. Bazen de bir rahmet yağar üzerimize, ateşimizi söndürür, etrafımızdaki korlaşmış ateş parçacıklarından bizi temizler ve içimizi serinletir.
Mecnunu mecnun yapan duygulardan parçacıklar da var kalbimizde. Zaman zaman dudakları çatlatan, gözleri yaşartan, zaman zaman da yollara düşüren aşktan, sevgiden ve özlemden işaretler var yüreğimizde.
Bu özlem ve bu aşkla uçsuz bucaksız çöllerde Leylâsını arayan Mecnun gibi kutsal beldeye doğru çıkmıştık yola. Hasretini duyduğumuz, kelimelerle ifade edemediğimiz bir sihirli âlemin sahiline atmıştık kendimizi. Hayalini kurduğumuz, hep düşlerimizi süsleyen cennet bahçelerinin mis kokusu sarmıştı ruhumuzu.
Gözlerdeki damlacıkların yanaklardan süzülürken en sert kaya parçacıklarını eritebileceğini hissetmiştik.
Göz damlalarının sıcaklığı bir şefkat öpücüğü gibi iz bırakmıştı yanaklarımızda.
Ruhumuz tarifsiz bir sarhoşluğu tatmıştı da kendimizden geçmiştik.
Bu mübarek zaman ve mekânların tesiri bizde kendini öylesine belli etmişti ki çoğumuz susmuş, iç dünyamızla hasbihale başlamıştık.
Bu hasbihal belki de en kuvvetli nağmelerden daha etkili, en beliğ sözlerden daha açık, en muhabbetti bakışlardan daha sevgili gelmişti bize. Böyle heybetli bir sessizlik en şiddetli silkinişlerden daha tesirli, en manalı sözlerden daha dokunaklı diye düşünmüştük. Düşünmüştük de bu kutlu mekânda gördüğümüz, dokunduğumuz ve duyduğumuz her şey düşüncelerimize tılsımlı sesleri ile adeta besteler sunmuştu.
Tenlerimiz farklıydı bizim; siyah, beyaz, sarı ama bir renktik.
Kadın ve erkek aynıydık, yaşlarımız, boylarımız, endamlarımız aynıydı.
Bazen Adem, bazen İbrahim, bazen de Hacer olmuştuk, amacımız aynıydı. Bütün benlik ve bencillik duygularımızı gömmüştük, bedenlerimizi elbiselerimizle geride bırakmıştık. Kendimizden uzaklaşıp kopmuştuk.
Yalnızca, bakınca temizliği hatırlatan, dokununca uysallığı anlatan, bürününce de ölümü hissettiren iki beyaz örtüyle bezenmiştik.
inanmışlar olarak hep aynıydık.
Hiçlikten sıyrılıp çokluğa karışmış, bir damla iken okyanusa dalmış, Allah yolunda olunması gerektiği gibi olmuştuk.
Ne ırk, ne mevki, ne soy bu buluşmada önem taşımıyordu, benlikten soyunmuştuk, ortaya biz çıkmıştı.
Bir hurma tohumu gibi kabuğumuzdan ayrılmıştık.
Lebbeyk nidalarıyla arşa dayanmıştı sesimiz. Arştan üzerimize bir rahmet yağmıştı, içimize biri girmişti sanki. Girmişti de ruhumuzu tamamen etkisi altına almıştı. Sonra tüylerimizi ayaklandıracak, göz pınarlarımızı dolduracak içli nağmeler fısıldamıştı gönlümüze.
Ve bu nağmelerle günümüz gün olmuş, içimize aydınlık dolmuştu.
Leylâsını arayan bir Mecnun gibi çıkmıştık yola, içimizde hasretini duyduğumuz bir sihirli âlemin coşkusu vardı. Bütün yaratılmışlar kendimizden bir parçaydı adeta. Yaratıcının çağrısına uyup Lebbeyk diye hep bir ağızdan yakarışa geçmiştik. Sonra yüreğimizin, bütün insanlığın sığacağı kadar büyüdüğünü hissetmiştik. Merhamet bütün gücü ile kuşatmıştı dört bir yanımızı. Her ağız, her yürek, canlı cansız her varlık adeta bizimle beraberdi.
Lebbeyk Allahümme Lebbeyk derken bir kuvvet bizi kendine çekmedeydi. Teneffüs ettiğimiz hava, gül bahçelerinden misklerle doluydu. Herkes aynı rayihayı kokluyordu.
Lebbeyk Allahümme Lebbeyk derken insanlar kendinden geçmedeydi. Herkes aynı lezzeti tadarak iyice iştahlanıyordu.
Lebbeyk Allahümme Lebbeyk derken gönüller daha da acıkmadaydı.
Bütün yönleri içine alan fakat bir yönü olmayan, birbiri üstüne döşenmiş Acun dağlarının siyah taşları ne kadar sade ise o kadar haşmeti ve kutsallığı ile bizi kendine bağlamaktaydı.
Biz buharlaşmaya yüz tutmuş bir damla iken o
bizi içine alan bir nehir gibiydi.
Biz bir demir parçası olmuştuk, o ise bir mıknatıs.
Biz bir kelebek idik o ise bir ışık.
Ve biz öyle bir sevgi ile dolmuştuk ki her şey sevgili olmuştu bize, biz her şeye sevgili.
Mecnunun aşındırdığı yollar bir parçamızdı bizim, patlayan yanardağlar diğer parçamız.
Bu yanardağ patlamalarından, çatlaklardaki akıntılardan kurtulmak için hayat boyu çabalar dururuz.
Neden bu ateş seli bizi rahat bırakmaz, peşimiz sıra akar durur?
Neden ruhumuza o derin ve tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız coşkunluk devamlı doğmaz, neden bizi her zaman etkisi altına almaz?
Ve neden dilimiz damağımız kurur da ne yapacağımızı bilemeden kurak iklimlerde dolaşır durur, çatlayan dudaklarımıza şifa olsun diye bir damla su aramayız?
Bir kutlu emirle çıkmıştık biz bu yolculuğa. Ne evimiz aklımızdaydı ne de barkımız.
Beni biz yapmaktı amacımız.
Yaratıcının emrine uymaktı, yıkanmak, yenilenmek, arınmaktı, ateşlerden ve yanardağlardan uzak kalmaktı gayemiz.
Şimdi ben kızgın çöl tepeciklerinin kum tanecikleri ile uçuşup durmaktayım ama içimdeki çatlaklarla dolu volkan her an patlamaya hazır.