Makale

YURT DIŞINDA MÜSLÜMANLAR

YURT DIŞINDA MÜSLÜMANLAR

Hayreddin KARAMAN

GİRİŞ:

Yazının başlığından ilk bakışta anlaşılana nisbetle daha geniş bir mevzuu ele almak istiyoruz: İslâm’da yurt (ülke) mefhumu, müslümanların dînî hayatları üzerinde ülkenin tesiri, müslümanlar ile gayr-i müslimler arasındaki çeşitli münâsebetlerin İslâm yurdunda veya yurt dışında oluşuna göre farklı hükümleri...

Bir makale çerçeve ve ölçüsü içinde tetkik edeceğimiz bu mevzûlar hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler için faydalı olur düşüncesiyle bu giriş bölümünde bâzı ön bilgiler sunmak istiyoruz.

1 — MEVZÛUN FIKIH VE HUKUK SİSTEMATİĞİNDEKİ YERi:

Herhangi bir ülkede aralarında teb’alık farkı bulunan şahıslar arasındaki hukukî münâsebetleri bugün kanunlar ihtilâfı diye de ifâde edilen "Devletler Husûsi Hukuku" tanzim etmektedir. Devletler arasındaki harp, sulh ve bîtaraflık münâsebetleri ile bu münâsebetlerin doğurduğu hukûkî neticeler de "Devletler Umumî Hukuku" sahasına girmektedir.

İslâm’da bu iki nevî münâsebetler "es-Siyer" adı verilen bir ilim dalında tetkik ve bu isim altında tanzim edilmiştir1. Bize kadar intikal eden fıkıh kitaplarının en eskileri hicri ikinci asrın başlarına (miladî sekizinci asrın ortalarına) kadar uzanmaktadır. Bunlardan itibaren zamanımıza kadar te’lif edilen hemen her fıkıh kitabına bu mevzular "siyer, cîhad" gibi başlıklar altına girmiş, müctehid imamlar devrinden itibaren [ikinci hicri asrın başları) müstakil kitapların da muhtevâsını teşkil etmiştir2.

Devletler Hukuku konusunda müslümanların dünya hukukuna tesirleri, müstakil ilim olarak onu ilk defa yine müslümanların ortaya koymuş bulunmaları, İslâm Devletler Hukukunun bugün bile Batı’da tam mânasıyle erişilememiş seviyedeki yüce ve ileri prensiplerinin kısaca arzı dahi ayrı bîr makaleye konu teşkil edebilir ve bizim mevzûumuzun dışında kalır3.

2 — YURT MEFHUMU {DARU’L-İSLÂM, DÂRU’L-HARB):

İslâm’ın diğer millet ve devletlere bakışı; başka bir deyişle müslüman ve gayr-i müslim iki devlet arasındaki tabiî ve devamlı münâsebetin harb mi, sulh mu, tarafsızlık mı olduğu öteden beri tartışılmıştır.

Bâzı İslâm hukukçularına göre müslümanlar ancak müdafaa harbi yaparlar; savaş ârızîdir, geçicidir; asıl münâsebet sulh içinde yaşamaktır4.

Çoğunluğu teşkil eden diğer hukukçulara göre ise İslam, "Adaleti tesis etmek, dîn yüzünden insanlara yapılan baskıyı kaldırmak ve İslâm’ın tebliğine imkân hazırlamak" maksadıyla bütün gayr-î müslim toplumlar ile savaş halindedir5.

Durum ne olursa olsun ortada bir İslâm cemiyeti ve devleti ile onun

karşısında gayr-i müslim cemiyetler, devletler vardır. Bütün müslümanların

tek câmia ve tek devlet olmaları —nazarî olarak— matlup ise de realitede

râşid halîfeler devrinden sonra dünya yüzünde birden fazla İslâm devleti

buluna gelmiştir. Bir müslüman hangi İslâm devletinin teb’ası olursa olsun

diğer İslâm devletlerinin de teb’ası, vatandaşı sayılmış; hak ve vazifelerde

her müslümanın diğerine eşitliği -ittifakla- kabul edilmiştir6.

Müslüman câmialara âit olmayan devletlerin ülkesi ise -umumiyetle- savaş ve küfür ülkesi (Dâru’l-Harb, Dâru’l-Küfr) olarak düşünülmüştür.

Bu umûmî tasniften sonra fıkıh bilginlerinin verdikleri tariflere geçebiliriz.

a) Dâru’l-İslâm;

İslâm ülkesinin tarifinde ikî esastan hareket edilmiştir;

1] Hâkimiyet ve emniyet esası. Buna göre "müslümanların elinde bulunan, onların hâkim olduğu ve güvenlik içinde bulundukları ülke Dâru’I-İslâm’dır."

Bu ülkenin vatandaşı müslümanlar ile gayr-i müslimler yani zimmîlerdir. Ebû-Hanîfe’nin anlayışı böyledîr.

2] Hâkim düzen esası. Buna göre İslâmi düzenin hâkim olduğu ülkeye "Dâru’l-İslâm" denmiştir. Diğer bâzı müctehidlerle beraber Ebû Yûsuf ve Muhanrımed’in görüşü de bu esasa dayanmaktadır7,

b) Dâru’I-Harb:

Yukarıda geçen tarifler aynı zamanda daru’l-harb mefhumuna da açıklık getirmektedir. "Müslümanların hâkim ve emin olmadıkları yahut da İslâmî düzenin yürümediği ülkeler" dâru’l-harb olarak telâkkî edilmiş, vatandaşlarına da "harbî" denmiştir.

Bir ülkenin bu ikî sıfattan birisini -değişerek- nasıl kazanacağı da tartışma konusu olmuştur.

Umumiyetle benimsenen görüşe göre ülkede hâkim ve geçerli olan düzen (ahkâm) burada da ayırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak Ebû Hanîfe şu üç halden birisiyle İslâm ülkesinin harb ülkesi haline geleceğini ileri sürmüştür:

(1) İslâmî olmayan ahkâmın hâkim olması,

(2) Harb ülkesine bitişik (muttasıl) olması,

(3) Müslümanlar ile zimmîlerin önceki güvenliği kaybetmeleri8.

Moğol istilâsından sonra ortaya değişik bir durum çıkmış, "istilâya uğrayan İslâm ülkesinde ezan, namaz, cuma gibi bâzı İslâmi hükümler carî olursa bu ülkenin sıfatı ne olacaktır?” konusu fukahayı meşgul etmiştir.

Beşinci asır Hanefî fukahâsından Abdülaziz el-Halvânî ile yedinci asrın yine Hanefî fukahâsından Muhammed b. Ahmed el-Esbîcâbî bu meseleyi ele almış ve şu neticeye varmışlardır: önce İslâm ülkesi iken istilâya uğrayan ülkede bir kısım İslâmî ahkâm kaldıkça yâni İslâm kısmen de olsa yaşandıkça o ülke dâru’l-İslâm’dır9.

Bu önbilgilerden sonra esas mevzûumuza gelerek İslâm ülkesinde gayr-i müslimler ve yabancı ülkelerde müslümanların tâbi olacağı statüyü tetkik edebiliriz.

I — İSLÂM ÜLKESİNDE GAYR-İ MÜSLİMLER:

İslâm ülkesindeki gayr-i müslîmlerî hak ve mükellefiyet açısından üçe ayırmak gerekir: Zîmmîler, Müste’menler, Harbîler.

A — Zimmiler:

Daha Önce de îşâret edildiği üzere zimmî: İslâm ülkesi vatandaşlığını talep etmiş ve bu talebi kabûl edilmiş bulunan gayr-î müslimlerdir.

Zîmmîler İslâm ülkesinde -prensip olarak- müslümanlar gibidir, aynı haklara sâhiptirler, "Bizim leh va aleyhimizde ne varsa onlar için da aynı şeyler vardır" ifâdesi umûmiyetle benimsenmiştir. Hz, Ali’nin; "Onlar mal ve canları bizimkiler gibi olsun diye zimmî olmuşlardır" ifâdesi meşhurdur10.

Bu umûmî kâidenin bâzı istisnaları vardır. Bu istisnalar onların dînî hususiyetlerine dayanmaktadır. Misâl olarak zekât ve cihad ile mükellef olmadıklarını, buna mukabil cizye (bir nevî vergi) ödemeleri gerektiğini, devlet başkanı olamayacaklarını zikredebiliriz11.

B — Müste’menler:

Müste’men "emn ve emin" kökünden oiup kendisine eman (güvenlik, emniyet) verilmiş, müste’mîn ise emân isteyen demektir. Istılâhî bakımdan "İslâm ülkesine izinle girmiş yabancılar" şeklinde anlamak mümkündür.

Yabana bir gayr-i müslimin (harbî) İslâm ülkesine geçici olarak girebilmesini sağlayan bu sıfat ve statü şu şekillerde kazanılmaktadır:

1 — Bir veya birkaç kişiye izin ve eman verilmekle. Bunu -devlet sakınca görmemişse- her müslüman verebilmektedir.

2 — Büyük topluluklara eman verilmekle. Bunu ancak devlet verebilir.

3 — "Muvâde’a, mu’âhede, müsâleme ve muhâdene" kelimeleriyle ifade edifen "ateş-kes, sulh ve anlaşma" yoluyla.

4 — Elçiler, tâcirler gibi muayyen şahıslara mahsus olup örf ve teâmüle dayanan emân ile, .

5 — Müste’menin âîle ve çocuklarını içine alan ve eman verilen şahsı âilesiyle beraber mütalâa etmeye dayanan eman ile.

Bir yabancı izin ve eman ile geçici olarak İslâm ülkesine girmek istediğinde bakılır; Maksadı İslâm’ı öğrenmek ve Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek ise ona izin vermek ve bu imkânı sağlamak, sonra da selâmetle avdetini temin etmek devletin vazifesidir12.

Bunun dışındaki maksadlarla girme talebine izin vermek takdîre bağlı olup farz değildir.

Müste’menler de umûmiyetle —husûsî haklar bakımından— zîmmîler gibidir13.

C — Harbîler;

İzinsiz olarak İslâm ülkesine giren yabancının [harbînin) mal ve can emniyeti yoktur14.

II — YABANCI ÜLKEDE MÜSLÜMANLAR:

Yabancı ülkede müslümanlgr ya savaş maksadıyla yahut da başka bir maksatla bulunurlar,

A — Savaş halinde:

Bizim asıl mevzûumuz savaş dışı münâsebetler olduğu için bu hususu şöyle bîr hulâsa İçinde arzetmekle iktifa edeceğiz:

Harb mıntıkasında düşmanın mal ve can emniyetinden bahsedilemez, işkence, imha, ızrar gibi gayr-i insâni düşünce ve maksadlar bahis mevzuu olmaksızın, zaferi kazanmak için gerekli her tedbire başvurmak tabî ve meşrûdur15.

Savaş haline ve düşmana karşı harekete rağmen ulvî ve insanî düşüncelerle bâzı takyîdler ve yasaklar konmuştur:

1 — Muharip olmayanları öldürmek. Kadınlar, çocuklar, bizzat savaşa katılmayan hizmetçi ve köleler, keşişler, kendini ibâdete vermiş kişiler, çok ihtiyarlamış kimseler, sakatlar, akıl hastaları... bu yasağa dâhildir.

2 — Zulüm ve işkence ile öldürmek.

3 — Harb esirlerini katletmek. Esirler harb suçu ile katledilmez; ancak zaruret halinde ve devletin yüksek menfaati bunu gerektirdiği zaman katledilebilîr,

4 — İnsan ve hayvanların uzuvlarını kesmek.

5 — Hıyanet ve sözünde durmamak.

6 — Lüzumsuz yere zirâî mahsulleri imha etmek.

7 — Hayvanları imha etmek.

S — Irza tecavüz,

9 — Rehineleri öldürmek.

10 — Katliâm.

11 — Meşrû müdâfaa hali müstesna olmak üzere ebeveyni ve akrabayı öldürmek.

12 —’Savaşa katılmayan çiftçi, tâcir, esnaf vb, öldürmek.

13 — Yakarak öldürmek.

14 — Anlaşmaya aykırı hareket etmek16.

B — Savaş dışında:

Müsiümanlar savaşmak maksadı dışında da çeşitli sebeplerle yabancı ülkelerde yâni dâru’l-harbde bulunabilirler17.

Bu durumda ibâdet ve benzeri hususlarda İslami kaidelere tâbi ve bağlı olacakları hükmünde ittifak vardır.

Cezayı gerektiren bir suç-fiil işlendiği zaman —bu memnu olmakla beraber— ceza yabancı ülkede verilir ve infaz edilir mi mevzûunda farklı görüşler vardır. Hemen işâret edelim ki burada bahis mevzûu olan ceza, müslümana veya gayr-i müslrme karşı suç işleyen müslümana yine müslümanların yâni başkan, komutan, kadı vb. vereceği cezadır.

1 — Ahmed b. Hanbel, Evzâî ve İshâk’a göre şer’î cezalar (hadler, kısaslar) harb ülkesinde değil, İslâm üikesîne avdet edilince tatbik edilir.

2 — Mâlik, Şafiî, Ebû Sevr, Ibn el-Münzir’e göre ceza her yerde infaz edilir; buna ülke farkı engel olamaz. Ancak Şâfii ’ye göre komutan, devlet başkanı veya eyâlet vâlîsi değilse ceza onların bulunduğu yere gelinceye kadar tehir edilir.

3 — Ebû Hanîfe’ye göre dâru’l-harbde işlenen suçun hâd ve kısası ne orada ne de dönünce infaz edilir,

Ebû Hanîfe’nin delili aklîdir ve dâru’l-harbde İslâm devletinin hâkimiyeti bulunmadığı esasına dayanır.

Diğer görüşler ise Kitab ve Sünnetin umûmî, husûsî naslarına istinad etmektedir. Ayrıca —bilhassa harb halinde— yurt dışında ceza infaz edilirse bunun zafer aleyhine bâzı neticeler doğurabileceği, ceza görenin düşmana katılabileceği de gözönüne alınmıştır18.

Milî ve ticarî sahaya gelince, müslüman ve gayr-i müslim şahısları ayrı ayrı ele almak gerekecektir.

İki müslüman arasındaki münâsebetlerin dâimâ İslam ahkâm ve ahlâkına tâbi olacağı, bu mevzûda yurt farkının tesiri olmadığı husûsunda ittifak vardır. Bir müslüman ile gayr-î müslim; ve yâhut da harb ülkesinde müslüman olup orada oturan iki şahıs arasındaki mâlî münâsebetlere gelince bâzı görüş farkları ile karşılaşıyoruz.

1 — İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre bu şahıslar arasında meydana gelen batıl ve fâsid tasarruflar meselâ fâîzli alış-veriş caizdir; ayrıca müslüman ve zimmî, harbîden borç aldığı veya gasbettiğî malı ödemeyebilir; bu müslüman veya zimmî İslâm ülkesine dönse, mezkûr harbî de müste’men olarak gelse ve malını talep etse hâkim harbî lehine hükmetmez.

Bu iki imâmın delîli: —ribâ hakkında— Mekhûl’un rivâyet ettiği bir mürsel hadîs ile "harb ülkesinde müslümanların velâyet ve hâkimiyetlerinin bulunmadığı” düşüncesidir.

2 — Şafiî, Mâlik, Evzâî, Ebû Yûsuf, ishak, Ahmed b. Hanbel gibi müctehidlere göre dâru’l-harbde ve harbî ile de olsa müslüman için bu gibi muâmele ve tasarruflar câiz değildir. Sirkat, gasp, borcu ödememe gibi durumlarda harbî İslâm ülkesine gelir ve hakkını talep ederse hâkim onun lehine hükmeder.

Bu görüşün delilleri:

a) Kitab ve Sünnet emir ve yasaklarını, helâl ve haram hükümlerini

—zarûret hali dışında— bir şeyle lakyîd etmemiş, bir şarta bağlamamıştır.

b) Bîr müslüman yabancı ülkeye harp ederek girmediğine göre ya şahsına yâhut mensup bulunduğu camiaya verilmiş bir emandan ve giriş izninden istifade etmiş demektir. Bu izinde ya teâmül halinde yahut da sözlü olarak, toprağına girdiği ülke vatandaşına zarar vermemek... vardır. Birçok âyet ve hadîç müslümanların, verdikleri söze riayet etmelerini, emânete hıyânet etmemelerini ve zulme sapmamalarını emretmektedir.

c) Hz. Peygamber (s.a.s.) Hudeybiye ve benzeri antlaşmalarında gayr-i müslimlere verdiği sözde durmuş, onlar bozmadıkça ahdini bozmamıştır.

d) Dâru’l-harb sâkinlerinin malı müslümanlara her zaman değil, ancak harb halinde helâldir. izin, eman, anlaşma hallerinde karşılıklı mal ve can emniyeti vardır.

Bu görüşün sâhipleri ilk görüşün delillerini de şöyle çürütüyorlar:

a) Mekhûl’ün rivâyet ettiği "müslümanlarla daru’l-harb sakinleri arasında riba yoktur" hadîsi sağlam kaynaklarda yoktur, rivayet mürseldir, delâleti de kesin değildir, "Ribâ yasaktır’’ mânâsına da gelebilir;

b) Dâru’l-harbde velâyet, sulta ve selâhiyet yoksa da İslâm yurdunda vardır. Burada hak talep edilince hâkimin harbî lehine hükmetmesi mümkündür.

Bu deliller mukabele edilince Ebu Yûsuf’un "müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar İslâmî ahkâm ile bağlıdırlar" şeklinde ifade ettiği görüşün daha isabetli ve sağlam olduğu anlaşılmaktadır19.

NETİCE:

İslâm Devlet Hukuku müellifleri, Batı’ya tekaddüm ve tesir eden eserlerinde ülke, vatandaşlık ve kanunlar Ihtilafı mevzûunu da ele almış, tetkik etmiş, orijinal görüş ve mütalâalar serdetmîşlerdir. Bu cümleden olarak ülke mefhumunu tetkik ederken islâm ve harb ülkeleri taksiminde birleşmiş, bunların tarifinde bâzı küçük farklar getirmişlerdir. Ayrıca İslâm ülkesinin hangi hallerde harb ülkesi haline geleceği konusunda da ihtilâf etmişlerdir. Umûmî meyil şüpheli olan yerlerde —ihtiyaten— İslâm ülkesi hükmünü benimseme istikametindedir.

İki müslüman arasındaki her nevî münâsebet ve muâmeleye ülke farkının tesir etmiyeceği, nerede bulunursa bulunsunlar müslümanların dînîn emir ve yasaklarına riâyet etmeleri gerektiği hükmünde, ittifak vardır.

Harb ülkesinde müslüman veya zîmmî ile harbî yâni harb ülkesi vatandaşı arasındaki muâmele ve tasarrufların fâsid ve bâtıl olanlarının da câiz olabileceği şeklindeki ictihad, cumhûru teşkil eden muhâlîflerin ictihad ve delilleri karşısında zayıf kalmıştır. İslâmî mevzuatın lâfız ve rûhu da her hâl-ü karda hukuka riâyet, ahde vefâ ve adaleti gerekli kılmaktadır.

(1) Prof. Dr. -Âbdülkerim Zeydan, “eş’Şeriatül-İslamiyye ve’ l -qanûnu’d-devliy,,. Mecelletü1-kulliyye, Bağdad, 1970, s. 74 vd.; Prof. Dr. M, Hamidullah, İslam’da Devlet İdâresi, İst. 1963. b. 19 vd.

(2) Prof.Zeydân, ag. ser., s. 137; Prof. M. Hamidullah, “Huqqu’d-düvel fi’l-İslâm”, Takdimu’Kitabi-Ahkami-ehli’z-zimme, Dimaşk. 1961. s. 75, 83,

(3) Bu mevzûlar için bak. Prof. M. Hamidullah, adı gecen esr., s. 55-57; adı geçen takdim yazısı, s. 75, 83; Prof. Zeydan, ag. esr., s. 137 vd,; A. Mansûr. eş-Şeriatü’l-İslâmiyye ve’l-qântmtl’d-deTliyyu’ 1-amm, Mıeır, 19S2, b. 21, 28-48.

(4) Bu görüşün savunması için bak. A. Mansûr, ag. esr., s. 298 vd.

(5] Bu görüş için bak. Prof. Zaydân. esr., s. 51 vd: a. mlf. ag makale, s. 112; Prof. Hamidullah, ag. esr., s. 67. 71. 135.

(6) İbn Teymiyye, el-Fetava ve’l-îhtiyarât, C. IV, s. 135.

(7) es-Serahsi,Şerhu’s-siyer, Hind, 1330, C. III. s. 31; Kasani, Bedayi’u’s-Sanâyi’,

Mısır, 1910, C, VII, s. 130 vd.. Prof. Zeydan. Ahkâmu’z-zimmiyyin..., Bağdad,

1953, s. 18 vd; İbnu’l-Kayyim, Ahkamu-ehli’z-zimme. Dimaşk, 1961, a. 365. 475;

Prof. M. Hamidullah, ag. esr,. S. 103.

(8) Kâsani, ag. esr., C. VII, e. 130: Prof. Zeydan, ag. esr., s. 20-21.

(9) Prof. Zeydân, eg. esr., s. 21; Prof. M. Ferac es-Senhûri, el-Icraattü’l-qadailyye, Kahire, 1943, s. 33-40.

(10) Kasani, ag.,esr. C. VII, s. 111.

(11) Tafsilât için Prof. Zeydan ve Prof. Hamidullah İle İbn el-Kayyim’in adı gecen

kitabına, bakınız.

(12) et-Tevbe: 6,

(13) Prof. Zeydân, ag. esr., s. 75-136.

(14) Prof. Hamidullah, ag. esr., s. 104.

(15)Bazı kayıtlar ve tafsilat için bak. Prof. Hamidullah, ag., esr., s. 181-186.

(16) Prof. Hamidullah, ag. esr., s,. 166 vd.

(17) Gayr-i müslimlerin ülkesine umûmiyetle "dâru’l-harb" dendiği için burada aynı tabir kullanılmıştır. Arada fiili harb olmadığına, emin ve anlaşma bulunduğuna göre buraya "sulh, eman, ahd ülkesi" de denebilir.

(18)Tafsilat için bak. İbn Kudâme, el-Muğni, Kahire, 1969, C, IX, s. 308 vd. Kasani, ag. esr., C. VIII, s. 131

(19) Serahsî, Mebsut, C. X. s. 95. el-Kâsûni Ebû-Yusuf’un bu görüşünü şöyle ifâde etmiştir: “Müslümanlar için daru’l-harb de de ancak daru’l-İslâmda caiz olan şeyler caizdir.” Bu münâkaşalar ve deliller için bak. el-Kâsâni, ag. esr..C. VII. s. 131-133; İbn Kudâme. ag. esr., C. IV, s. 82; C. IX, s, 308; Prof. Zeydân, ag, esr., a-660 vd.; Prof. Hamîdullah, ag. esr, s. 94 vd.