Yazan: Michael MILDENBERGER
Avrupa’da, özellikle Almanya’da gençlik "Önümüzdeki senelerde fikri ve ruhi bir İslamlaşma inkılabı geçirecek". Bu fikri, Pakistan’da doğan Ahmediyye mezhebinin lideri Hafız Mirza Nasır Ahmed, geçen yılın ağustosunda, İslami, fikri faaliyetin en önemli Avrupa merkezlerinden olan Londra, Haag, Frankfurt ve Zürich’i ziyareti sırasında ifade ve beyan etmişti. Mesela, ona göre, Almanya gelecek 30 sene zarfında "Müslüman olacak".
Bu büyük umut şüphesiz gerçekleşmeyecektir. Yukarıdaki bu görüş zaten müslümanların genel kanaatlerini aksettirmez. Hatta 1974 senesinin Mayıs ayında Mekke’de, çeşitli dünya milletlerine mensup müslümanların aralarında akdettikleri bir konferansta Ahmediyye mezhebinin İslam akidesiyle bağdaşmadığı resmen ilan edildi. Bununla beraber, ehl-i sünnet akidesine uygun İslami faaliyetler dikkate değer bir melodia Avrupa’da yayılıyor. Sadece son senede aşağıdaki planlar gerçekleştirilmiş veya gerçekleştirilmek üzeredir: Londra’da milyonlar harcanarak bir cami inşa ediliyor ve "İslam Kültür Merkezi"ne ilk Avrupa İslam Üniversitesinin ilave edileceği söyleniyor. İslam Merkezi’nin Brüksel için geniş bir inşa projesi var. Uzun münakaşa ve görüşmelerden soma Vatikan, Roma’ da bir cami yapılmasına izin verdi, Almanya’da Münich’de en büyük ibadet ve toplantı yeri merasimlerle açıldı. Berlin’de ikinci bir cami yapılması planlandı. Ve Şeyh Ebu Dhabi, Frankfurt’da bir caminin yapımını üzerine almaya hazır olduğunu söyledi. Birkaç hafta önce Suudi Arabistan Kralı Faysal temsili bir İslam Merkezinin kurulacağı Cenevre’de bir gayr-i menkulün alınması için yaklaşık olarak 25 milyon TL, bağışladığını açıkladı.
Bu heybetli yayılmanın ardında yatan şey acaba nedir? Sadece Arap petrol milyarderlerinin para güçleri mi? Yoksa daha çok amaçlanmış bir strateji mi söz konusudur. İslam Birliği Genel Sekreteri ve İslam dünyasının davetçi konuşmacılarından biri olan Mısırlı Seyyid el-Tuhamiy, 1974 yılı başlarında önceden planlanmış bir mülakatında müslümanların, inançlı toplumlar arasında, tarihteki hakimiyetperver rollerini almalarının ve bu görevlerini yerine getirmelerinin pek uzak olmadığını beyan etti. Eğer böyle hayaller, iddia ve tasavvurlar realist olarak değerlendirilmeye çalışılırsa, bunların yeterince kayda değer görünen ve fakat Avrupa düşüncesini Hemen hemen hiç etkilemeyecek olan şu gelişimi dikkati çekiyor.
YENİ DİNAMİK GELİŞME
İslam dünyasının bu ilk ve kat’i tecrübesi gittikçe artan bir aksiyon noktasına ulaşmakladır. O, bugün tarihi dinamiği pek az dikkate alan, fakat açıkçası geniş bir "İslami Organize "yi amaçlayan bir hareketi kapsıyor. Kelimenin dar anlamıyla İslam, sadece bir "din" olmayıp, aynı zamanda müslüman halkın bütün içtimai, kültürel ve politik hayatını da tayin ve tespit eder. Bunun için bu hareketin dini, içtimai, politik ve fikri yönlerinin birbirinden ayrılması mümkün değildir. Ayrıca bu hareket bölgelerde çok farklı, hatta çoğu kere zıt istikametlerde meydana geliyor. Fakat, bununla beraber, taraf bulan iki sebep; "Kolonileştirmeden sonra", yeni bir gelişmenin sonucu doğan batı düşmanlığı karakteri ve İslam’ın gelenek ve köklerine inerek kendi şuur ve atılım gücünü kazanma çabasıdır. Bu iki çaba sonuna kadar dayanacağa benziyor.
İslam’ın kendine gelmesine hangi iktisadi ve politik neticelerin sebep olduğunu, geçtiğimiz aylarda Arap devletlerinin politik başarıları ve enerji krizi açıkça göstermektedir. Bununla beraber burada şimdiye kadar belki de pek az nazarı dikkati çeken bu sürecin bir yanına işaret edelim: Müslüman liderler, İslam Dünyası Birliğini daha kuvvetli bir birlik haline getirmek için, arkada bıraktığımız senelerde dikkate değer çalışmalar yaptılar. 1972 Martında Cidde’de toplanan İslam Devletleri Dışişleri Bakanları Konferansı, milletlerarası enstitü ve organizelerin teşkilatlandırılması veya biraraya getirilmesiyle bir "İslam Anayasası" hazırlanmasına, her şeyden önce İslam Birliği Genel Sekreterinin başkanlığında bir "İslam Konferansı" yapılmasına karar verdi. Bu arada hemen hemen bütün İslam Devletleri tarafından onaylanan bu hususlar "İslam Birliği"nin kaçınılmaz görevleri olarak tespit edildi: İslam Devletleri arasında dayanışma temin etmek, iktisadi, kültürel, sosyal ve politik faaliyetleri koordine etmek, ırkçılığa ve sömürücülüğe karşı mücadele etmek. Bu "İslam Anayasası" ve öngörülen şartlarla ilgili konferansın ilki 1974 Şubatında Lahor’da yapıldı. Onların yetersiz politik başarıları, birçok batılı gözlemciye müslüman devletleri arasındaki dayanışmanın bu dini yanını sezdirmedi.
ÜÇ HAREKET NOKTASI
Bütün İslami faaliyetin üç itme noktası bu gelişmenin özünü her zaman açıkça ortaya koyuyor; İslam devletlerinin bizzat kendilerinin "İslam’a uygun bir biçimde teşkilatlandırılması ve organizesi", Asya ve Afrika’da İslami fikir hareketinin kuvvetlendirilmesi ve üçüncüsü İslam cemaatleri ile daha sıkı işbirliği imkanlarının araştırılması ve böylece müslüman olmayan devletlerde bulunan azınlıkların güçlendirilmesi, Sonuncusundan burada söz edilmesinin sebebi şu: İslam dünyası faaliyet alanını keşfetti Bunun için faaliyetlerini daha çok bu yöne yöneltiyor. Avrupa için, bilhassa bu husus önem taşıyor. İslam Birliği Sekreterinin başkanlığında, Mayıs 1973’te Avrupa merkezi Londra’da olan ve Batı Avrupa’nın bütün müslüman toplumlarını içine alan bir ’‘’Yüksek İslam Şurası" kuruldu. Buradaki "Dini Misyon’dan kasıt İslam propagandasının emniyet altına alınması olmayıp, belki de daha çok Avrupa bölgesindeki İslami hareketin desteklenmesi ve burada yaşayan müslümanların toplum içerisinde yerlerini atabilmelerinin teminidir.
İslami hedefin buradaki ‘ikinci gelişme çizgisi: Batı Avrupa’daki Müslüman cemaatlerin devamlı artmasıdır. Son on yıl içerisinde, Avrupa’daki ilk İslami hareketi öncü olarak Ahmediyye mezhebi meydana getirmiştir. Küçük küçük cemiyetler kuruldu, camiler inşa edildi, İslami eserler neşredildi; fakat başarı çok az oldu, öyle ki: Alman Cumhuriyetinde yaşayan binlerce Ahmedi, yuvarlak olarak, ancak 90 Almana din değiştirebilmişlerdir. Bu misyonik başarısızlık, İslam’ın Hıristiyanlar ve Hıristiyan sonrası Avrupa için bir alternatif olmadığını gösterir. Bunun bazı sebepleri var: Tarihen gelişmiş peşin fikirler ve her iki dinin muhteva, yatkınlığı, İslam’ın "modernizme karşı"1 olması gibi. İşte bu yüzden yakın bir gelecekte Avrupa’nın İslamlaşacağından söz edilemez.
Buna karşılık son yıllarda Avrupa’daki müslümanların sayısının devamlı arttığı da bir vakıadır. İşgücünü Akdeniz sahasından kuzeye, gelişen sanayi bölgelerine doğru kaydıran büyük göç dalgası meydana geldi. Bugün Fransa’da sayısız Tunuslunun yanı sıra Afrika’nın Fransız kolonisi kesiminden gelmiş 800 bin Cezayirli ve 220 bin Faslı yaşamaktadır. Alman Cumhuriyetinde diğerlerinden daha fazla bir çoğunluğa sahip, takriben bir milyon Türk var. Büyük Britanya’da, daha çok İngiltere’nin eski koloni ülkelerinden gelen, her şeyden önce aslen Hint yarımadasına mensup, takriben 1,5 milyon müslüman var. Hali hazırda, Batı Avrupa’da toplam olarak beş milyonun üzerinde müslümanın bulunduğunu söyleyebiliriz.
Eğer bugün Avrupa’da İslam’dan söz ediliyorsa, işte söz konusu olan bu İnsanlardır. Onların durumu, fevkalade şartlar ve ilginç bir manzara arz eder. En yaygın, en büyük, fakat sosyal yönden en zayıf gruplar olarak onlar, yabancı işçilerin içtimai, politik problemlerini en canlı bir şekilde müşahhaslaştırıyorlar. Cezayirliler, genellikle Doğu ve Kuzey Fransa’nın sanayi bölgelerinde toplanmış bulunuyorlar.
Orada onlar, şehrin eski mahallerini çoğu kere "Kasbas" haline getirmişlerdir. "Kasbas’’ fakirliğin, ilgisizliğin ve cinayetlerin hüküm sürdüğü dışa kapalı mahallelerdir. Berlin, Köln ve Frankfurt’ta yaşayan Türkler de toplum olarak tecrit edilmiş, toplumda istisna kabul edilmiş, ekseriya gayr-i insani şartlar içerisinde yaşıyorlar. Bu içtimai, politik problem, insan haysiyetine yakışır bir şekilde çok acele bir çözüm istiyor. Avrupa toplumunun ve belli devletlerin bu şartları onlar için müsait olup olmadığını, onların gelecekleri ve Avrupa’daki "yaşama seviyeleri" gösterecektir. Hal-i hazırda bu hususta bir kehanette bulunulamaz.
DİNİ İMKANLAR
Bu durumun dini yönü ilkin, oldukça az dikkati çekiyor. Mevcut müslüman gruplar, her şeyden önce Ahmediler, bir yandan tasarlanmamış yönlere doğru faaliyetlerini yayar görünürlerken, diğer yandan patlayıcı bir gelişmeyle teşkilatlanarak fikri olarak da yayılmak istiyorlar. Uyanmış ve kendi kendine şuurlanmış İslam dünyasının takviye gayreti, bugünlerde her zamankimden daha güçlü bir noktaya yönelmiş bulunuyor. Büyük İslam merkezlerinin inşası, toplulukların teşkilatlandırılması ve İslam ilahiyatçılarının amaçlı öğretimleri sayesinde daha iyi bir istikamete yönelen ve ilgili temsilciliklerin kendilerini ölçülü bir şekilde gösterebilmeleri, Avrupa ortamı için biçilmiş bir kaftan olmuş oluyor. Bununla beraber, İslam’ın Avrupa’da mühim bir problemle karşı karşıya bulunduğu açık: Eğer o gelişmiş sosyal ve kültürel davranış şeklini ve yönünü şark gelenekleri içerisinde saklayacak olursa, o zaman o, Avrupa kültürü içerisinde bir yabancı olarak kalacaktır. Fakat o, acaba İslami hüviyetini yitirmeksizin "Avrupai’’ bir hüviyete bürünebilir mi? Ancak dilemleme çözülür çözülmez -ki eğer çaba ve gayretler, İslam petrol devletlerinin mali zenginliklerinin artışına paralel olarak teşvik görürse-, İslam Avrupa’da fikri ve iktisadi bir faaliyet olarak gelişir. Sadece bu çözüm yolu Batı için geçerli ve verimli olabilir. Fakat şimdiden böyle bir tahmin de, ileriye matuf, geleceğin erken çağrılan türküsü olur. Sosyal zaafiyetler, basit kültürel seviyeler, içtimai bütünleşmeler durumu , geçici olarak şekillendiriyor. Diğer yandan İslam dünyası Avrupa’ya, dini ve iktisadi güç olarak, davette bulunmak gerektiğini anlamış bulunuyor.
Gerçekten de Avrupa için hal ve geleceğe matuf olup olmadığı belli olmayan davet problemi, İslam’a tam manasıyla yeni tedbirler aldırıyor. İsa’dan sonra toplumun değer ve normlarını ifade eden Hıristiyan geleneklerine bağlı olan "Batı "yı müslümanlar nasıl tanıyorlar? Sadece onlar, misafirden daha çok köle olan bir "misafir işçi"nin tezellül ve korkusunu yürekten duyuyorlar mı? Şuursuz pozitivizm, onların burada öğrendikleri yegane hayat standardı mıdır? Acaba onlar Avrupa geleneğine bağlı imtiyazlı hayat gücünden hayatlarına bir şeyler katabildiler mi? Aydınlanma devrinin aydın, hümanist mirasından bir şeyler alabildiler mi?
Görünen tablo şu ki: Kalkınmayı amaçlayan İslam, tabiri caizse, dış ülkelerde gelişmekte olan azınlığını Avrupa’nın kalbinde bir karşı ucu olarak görmek istiyor. Şüphesiz onlar, bugün bundan başka bir şey değillerdir. Eğer Avrupa onların bu davetini tasvib eder ve en iyi güçlerini seferber ederse, belki o zaman müslüman halkın, yarın Avrupa mirasından bir şeyler alabilmeleri mümkün olur. Ne "Batı" ve ne de "Hıristiyanlık" misyonu söz konusudur. Fakat söz konusu hümanizmadır. Burada Avrupa hümanizması gibi İslam hümanizması da aynı derecede söz konusudur. Ayrıca Batı; bugün Avrupa’da yaşayan müslümanlara bir mutavassıt rolle de yaklaşabilir.
(*) Bu makale İsviçrenin Zürich şehrinde yayınlanan sayılı ’büyük gazetelerinden 15 Eylül 1974 tarihli "Neue Zürcher Zeliung”un 52 nci sayfasında neşredilen "İslam Im Europe. — Islamisc - Hes Europa, OJder Eurapftlacher İslam?” adlı yazının tercümesidir.
(1) Bu görüş yazara ait olup, mütercim metne bağlı kalmıştır. Aslında muharref Hıristiyanlık ile İslamiyet arasında geniş uçurumlar vardır. İslam ıstılahçı ve medeniyetçidir.