Makale

KA’B B. ZÜHEYR VE KASİDE-İ BÜRDE

KA’B B. ZÜHEYR VE KASİDE-İ BÜRDE

Osman KESKİOĞLU

Mekke’nin fethinden sonra İslam’ın nuru, bütün Ara­bistan’a yayılmaya başla­dı. O zamana kadar İslam’a karşı gelmekte direnenlerin başları eğildi. İslam’a karşı gelmek ve onun Pey­gamberi aleyhinde şiirler söylemek gafletine düşen Ka’b bin Züheyr adındaki şairin de artık ayakları su­ya erdi, gerçeği anladı. Çöllerde bile kaçacak yer bulamadı. Hiçbir kabile onu arasına almıyordu. İstenmeyen bir adam olmuştu. Kardeşi müslüman olmuştu. Ka’b’a bir ha­ber saldı: "Gel, Peygamber’e tes­lim ol" dedi. Bunun üzerine Ka’b Medine’ye geldi. Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Kusurunu itiraf etti. Af diledi. Hz. Peygamber de onu affetti, Ka’b, şairlerin adedince Hz. Peygamber’i öğen bir kaside hazır­lamıştı. Peygamber’in huzurunda onu okudu.

(…..) diye başlayan bu kaside, Arap ede­biyatında Kaside-i Bürde diye anılır. Kasidede Suad adını verdiği sevgi­lisinin hasretinden duyduğu elem­leri ifade eder, onun güzelliğini, onun peşinde nasıl koştuğunu an­latır. Sonra sözü Hz. Peygamber’e getirerek O’nun yüksek meziyetle­rini anlatır. Kasidede yer yer hik­metli sözler vardır,

Hz. Peygamber’den af dileye­rek O’nun huzuruna geldiğini söy­ler:

"Nasihat ve ibret dolu Kur’an-ı sana veren Allah, hidayet bahşe­der" diyerek mühlet ister.

"Peygamber dünyayı aydınlatan bir meşaledir. Şerri kesip atmak için çekilmiş Allah’ın kılıçlarındandır" der.

Şair bu beytini söyleyince, Rasul-ü Ekrem’in bu çok hoşuna git­ti, yanında şaire verecek bir şey bulunmadığından sırtındaki hırkasını ona atiye olarak verdi. Şundan dolayı Kaside-i Bürde dendi. Bu hırka, Emevi halifelerinden Muaviye tarafından şairin veresesinden kırk bin dirheme satın alındı. Son­ra Abbasilerin eline geçti. Mısır’ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim tarafından mukaddes emanetler İle birlikte alınıp İstanbul’a getirildi. Halen Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nde muhafaza olun­maktadır. Arap edebiyatında İmam Busiri’nin;(…..) diye başlayan bir kasidesi vardır ki, ona Kaside-i Bür’e denir. Yanlış ola­rak buna Kaside-i Bürde diyerek, bazıları iki kasideyi birbirine karış­tırır. Hatta matbu nüsha üzerinde bile Kaside-i Bürde yazılmıştır. Her iki kaside üzerinde durulmuş, on­lara nazireler, şerhler yazılmıştır. İmam Busiri’nin bir de Kaside-i Hemziye’si vardır. Bu da Hz. Peygamberdin medhi, vasıfları hakkın­da en güzel olan kasidedir. Pey­gamberin sevgisi ile gönülleri dol­durmaktadır. (…..) diye başlar, Arap edebiyatında meşhur kasideler çoktur. Bunlardan Endülüs Mersiyesinin tercümesini vermiştik. Şimdi de Kaside-i Bürde’yi sunuyoruz. Kaside-i Münferice, Nuniyye, Emili, Lamiyetü’l-Arap, Lamiyetü’l-Acem, Lamiyetü’t-Türk gibi kasideler de sıra beklemekte­dir. .

KASİDE-İ BÜRDE TERCÜMESİ

Suad, uzaklara gitti. Kalbim, şimdi çok üzgün; azat kabul etmeyen bağlı bir köle gibi onun izinde.

Suad, artık yok; ayrılık sabahı inleyen bir ceylan gibi sürmeli gözlerinin mağrur ve müstağni bakışlerıyla yad ellere göçtü.

Önden bakılınca ince belli, arkadan görünüşü ise tombul idi. Boyu ne uzun ne de kısaydı.

Gülümsediği zaman parlayan kar gibi beyaz dişleri, sanki her an şerbetle ıslanırdı.

Bu ıslaklık, çakıllı geniş vadiden sızan pınarların, kuşluk vaktinde esen

şimal rüzgarlarıyla serinleşmiş suları gibi saf ve berraktı.

O latif ve berrak suyu bulandırabilecek her şeyi, rüzgarlar süpürüp atar; etrafındaki bembeyaz tepeleri, gece bulutlarından süzülen bol yağmurlar tertemiz yıkardı.

Suad sözünde dursa, vaadini yerine getirse, hele öğüt dinleseydi, daha çok güzel olurdu.

Fakat, o öyle bir huyludur ki, işi gücü aşıkını üzmek, aldatmak, vefasızlık ve dönekliktir. Onun mayası böyle yoğrulmuş.

Suad hiçbir zaman bir hal üzere kalmaz; gulyabani gibi renkten renge, şekilden şekle girer.

Onun, verdiği sözde duracağını sanmak, suyun kalburda kalacağına inanmak gibi olur.

Onun vaadlerinden sakın ümide kapılıp da mağrur olma; çünkü ümitler, rüyalar şaşırtıcıdır.

Suad’ın verdiği sözler, Urkub* adındaki yalancının atlatmalarına benzer. Onun vaadleri ancak asılsız şeylerdir.

Umarım ve dilerim ki sevgisi benden uzaklaşmasın. Amma, vuslatına erebilecek mi, hiç de zannetmiyorum,

Suad, şimdi öyle bir yerde bulunuyor ki, oraya ancak en asıl yürük gibi develerle varılabilir.

Evet, şimdi onun bulunduğu yere varabilmek için, iri cüsseli, süratli yürüyüşlü, yorulmak bilmeyen develer gerekir.

Öyle develer ister ki, terlediği vakit kucaklarının arkasından sular boşansın, izleri belirsiz ıssız çöl yollarını seve seve aşabilsin.

Bakışları, görünmez ufukları delsin. Eşinden ayrılmış vahşi bir sığır gibi keskin gözleriyle çölün kızgın sert yollarını, kum tepelerini geride bıraksın.

Suad’a yetişecek devenin gerdan ve ayaklarının kuvvetiyle cüssesinin tenasübü en soylu damızlık develerden bile üstün olmalıdır

Kaim ve uzun boynu, bir çehresi, geniş böğrü ile yapısı erkek deveyi andırmalıdır.

Onun deniz kaplumbağasından daha parlak olan derisini, güneşte kalmış azgın keneler bile örseleyerek zayıf düşürememeli.

Dağ gibi heybetli, anası, babası temiz soydan, amcası, halası aynı tohumdan, uzun boylu, çevik yürüyüşü olmalı.

Hatta öyle semiz ve tombul olmalı ki, parlak derisi, göğsüne ve uyluklarına tırmanmak isteyen kenelerin ayaklarını kaydırmalı.

Yürürken bacaklarından etler fırlamalı, ön bacakları tombul, göğsünden iki yana fırlamış temiz bir yaban merkebi gibi atılışı serbest olmalı. Gözleriyle gerdanı arası, başının yular takılacak yeri ile çenesi katılıkta bileği taşını andırmalıdır.

Hurma dalı gibi uzun tüylü kuyruğu, memesinin üstünden sarkmalı, meme uçlarını incitmemelidir,

Öyle çevik ve hafif bir tempoda yürümeli ki mızrakları andıran sert ve ince bacaklariyle ayaklarını da basıp kaldırması bir olmalı.

Deve halinden anlayan bilir kişiler böyleşini yumru burnu ile kulaklarından tanırlar; asaletini uzunca yuvarlak çehresinden anlarlar. Böyle bir deve demirden ayaklarıyla çakılları yerinden fırlatır; sert taşlık tepeleri ayağına deri mahfaza takmadan rüzgar gibi geçer.

Yolda coşup terlediği vakit, çölün kızgın serapları altında örtülü kalan ufak derelerle tepecikleri ön ayaklarının çevik hareketleriyle yorulmadan aşar.

Kertenkelenin o parlak güneş altında yanan sırtı külde pişmiş ekmeğe döndüğü günlerde dahi o yılmadan koşar.

Öyle bir sıcak günde kervancı, yolculara dinlenmelerini tavsiye ettiği ve siyah çekirgeler bile taşlar altına gizlendiği vakitlerde dahi yorulmak bilmez.

Günün sıcaklığı artınca yürüyüşü de başkalaşır. Ön ayaklarını süratle değiştirerek çırpınması, tıpkı çocuğunu kaybetmiş uzun boylu orta yaşlı bir annenin kollarını çırparak dövünmesine ve onu gören diğer çocuksuz kalmış kadınların da aynı tahassürle o anneyi taklit etmesine benzer.

Evet, yürürken o çırpınmalar, ilk yavrusunun kara haberini alınca aklını kaçıran yaslı bir annenin elleriyle göğsünü yırtması gibidir.

O, iki eliyle çarpa çarpa göğsünü yırtarken, üstünü başını da parçalar. Şimdi Suad’ın hicranı yetişmiyormuş gibi iki tarafa söz götürüp getiren rakipler bana diyorlar ki: Ey Ebu Sülma’nın oğlu, sen artık kendini ölmüş bil.

Güvendiğim dostlardan her kime başvurdumsa, biz seninle uğraşamayız, başının çaresine bak, dediler.

Ben de onlara dedim ki: O halde beni serbest bırakın, Rahman olan Allah, neyi takdir etmiş ise o olur.

İnsanoğlu uzun yıllar yaşasa da, günün birinde, sırtı kambur tahtaya binecek değil midir?

Bana haber gönderdiler; Allah’ın Peygamberi sana ağır ceza verecek diye söylediler; ben de O’nun kapısına bağışlanacağımı umarak geldim.

Allah Rasulü’ne özür dileyerek geldim; çünkü Allah Rasulü yanında mazeretler kabul olunur.

İlahi hidayeti ile, içi öğütler ve en yüce hakikatlerle dolu Kur’an’ı sana indiren Allah için, bana mühlet ver.

Beni rakiplerimin dedikodusu ile hırpalama; hakkımda pek çok söylentiler olmuşsa da o derece suçlu değilim.

Şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi muhakkak titrerdi. Burada beni ancak Allah’ın izniyle Peygamber’in affına nail olmaktan başka bir şey kurtaramaz.

Ben de Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan, sağ elimi O’nun adaletli eline uzatıyorum; şimdi söz O’nun sözüdür.

Amma kendisiyle konuştuğum zaman, bana; sen suçlusun, sen sorumlusun, diyecek olursa, nazarımda en heybetli manzara bu olacaktır.

Çünkü bu yüce arslan, Atser* mevkiinde yer yer sıralanan arslan yataklarının iç kısmındaki muhteşem yurdunda hüküm sürmektedir.

Bu öyle bir arslandır ki, erkenden ava çıkar, çifte yavrusunu parça parça yerlere serilmiş insan etleriyle besler.

Kendi emsaliyle cenkleştiği vakit de, hasmını yerlere sermedikçe meydanı terketmeyi nefsine haram sayar.

Onun heybetinden çölün yırtıcı arslanlarının sesi kısılır Onun dolattığı yerlerde insanlar dolaşamaz.

Onun yaşadığı vadide gücüne, kuvvetine güvenen nice babayiğitlerin

silah ve elbiseleri paralanmış, kendileri kurda kuşa yem olmuştur.

Şüphe yok ki, Rasulullah, dünyayı aydınlatan, şerri kesip atmak için çekilmiş Allah’ın keskin kılıçlarından bir kılıcıdır. .

Kureyş’ten ileri gelenler arasında cömert ve fedakar bir zümre, Mekke vadisinde İslam’ı kabul ettikleri vakit, sözcüleri onlara, buradan göçün dediler.

Onlar göçtüler, ancak çarpışma sırasında zayıf, silahsız ve müdafaasız olanlar yerlerinde kaldılar.

Evet onlar din gayretiyle başları havada gezen koç yigitlerdir. Zırhları Davud’un harpte işleyip giydiği demir gömlektir.

Uzun ve parlak zırhlarımın sağlam ve metin büklümleri, ayrık kollarının halkaları gibi birbirine geçmiştir.

Mızrakları düşmana saplanırken asla şımarmazlar; bir yenilgiye uğradıkları zaman da üzüntü duymazlar.

Yürüyüşleri asil ak develer gibi pervasızdır. Bu kahramanlar ancak yiğitçe saldırışları ile kara yüzlü düşmana yüzgeri ettirmeleri sayesinde kendilerini korurlar. Yaralandıkları vakit ancak göğüslerinden vurulurlar. Onların ölüm denizlerinin dalgalarından korkuları yoktur.

(*) Urkub, uzun vadeli sözlerle daima aldatan ve savsaklayan bir yalancının adıdır. Aldatmak da atlatmakta mesel olmuştur.

(*) Arslanı bol olan sık ormanlık yer.