Makale

PARLAK BİR MEDENİYETİN HAZİN ÂKİBETİ

PARLAK BİR MEDENİYETİN HAZİN ÂKİBETİ

OSMAN KESKİOĞLU

Şair Ebu’l-Beka Salih’ in, Arap edebiyatında meşhur Endülüs fâciası için yazdığı mersiye, parlak bir medeniyetin feci ve hazin Akıbetini tasvir eden bir belgedir. Malum olduğu üzere En­dülüs’te Müslümanlar hâ­kim oldukları sürece o­rada parlak bir mede­niyet kormuşlar, ülkeyi baştan başa imâr etmişlerdi. Köyler, şehirler birer mamüre örneği idi. Ahmed Midhat Efendinin dilimize çevirdiği, Draper’in İlim ve Din Nizâı adlı eserinde be­lirttiği gibi, orada beşe­riyet mutlu bir kardeş­lik havası içinde yaşar­dı. İnsanlığın yüce ideali olan saâdet ülkesi orada kurulmuştu. İlim ve sa­nayi her dalda ilerlemiş­ti. Memleket baştan başa mamûrdu. O devrin yâdigarı olan Elhamralar, Medînetu’z-Zehra’lar hâlâ dillerde destandır.

Kurtuba civarındaki Medînetü’ z-Zehrâ, bin bir gece masallarındaki hayâli sarayları andırırdı. Hicrî 314, Mîladi 936 târihinde III. Abdurrah­man tarafından kurulan bu şehirde on bin işçi 25 yıl aralıksız çalıştı ve zamanın mimarî hârikasını meydana getirdi. Hele Kasrus-Sayf pek güzeldi. Bu şehir âdeta yeryüzü cenneti ile yeraltı cennetinin birleştiği bir yerdi. Yer altından soğuk hava cereyanı verilerek hava serinletilirdi. Öyle fıskiyeler yapılmıştı ki, pınardan çıkan su, bir civa demeti gibi yukarı fırladıktan sonra kütle halinde mermer havuza dökülürdü. Bir milyon nüfuslu bir şehir olan Kurtuba’da 200.000 ev, 50.000 saray, konak, 600 câmi, 50 hastane, 80 mektep, 800 hamam, 600 han vardı. Ulu Camiin içinde 4.700 Kandil yanardı1. Tercümesini vereceğimiz şiirde Kurtuba’ya Daru’l-Ulûm denir. İbn-i Hazm, İbn-i Rüşd, müfessir Kurtubi, Şâtıbi gibi nice değerli âlimlerin yetiştiği o diyar, târihe altın say­falar katmıştır. İnsanlar 800 yıl burada kardeşlik, eşitlik, hürriyet, adâlet içinde yaşadılar, bunu İslâm sağladı. Nihayet kara günler gelip çattı. Müslümanları oradan çıkardılar, o yerlere engizisyon mahkemeleri ku­ruldu. Böylece değil müslümanlar, koyu katolik olmayanlar bile takibe uğradı.

İslâm Medeniyetinin garba olan tesirini göstermek Içtn 1931’de Oxford Üniversitesinde basılan The Legaci of İslâm adlı eserde, J. B. Trend, Endülüs’teki İslâm medeniyetinin cihan medeniyetine olan önemli katkısını hayli belirtir. Birçok savaşlardan sonra müslümanlar oradan çıkarılmaya başlandı. Hicrî 870-890 arasında dehşetli kırgına uğradılar. Hicrî 29 Sâfer 897’de Gırnata şehri düştü. Son hükümdar Abdullah Sağır memleketinden kovuldu. Yedi yıl sonra müslümanlara verilen ahde rağ­men baskı arttı. Müslümanlar bu baskıya karşı durdularsa da gittikçe artan şiddete dayanamadılar, dağılma zorunda kaldılar. 1585’te III. Filip müslümanları İspanya’dan tardetti. Yarım milyon kadar müslüman de­nizi geçerek Afrika’ya çıktılar. Bu felâketler sırasında Endülüs’teki müslümanlar defalarca civar İslâm ülkelerinden yardım istediler. Gırnata ulemâsı II. Beyazıd’a müracaata karar" verdiler. Hicri 891’de İs­tanbul’a bir elçi gönderdiler. Türk Devleti bu müracaat üzerine Endülüs müslümanlannın halini dikkate aldı, fakat uzak olan Endülüs’tekilere yardım için fazla deniz kuvvetine ihtiyaç vardı. O zaman devletin ba­şında bir de Cem gâilesi vardı. Yine de devlet elinden geleni yaptı. Kemal Reis kumandasında bir Türk filosu, İspanyol sularına giderek etrafı vurdu, biraz gözdağı verdik.

II. Selim zamanında da Cezayir Beylerbeyi Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa’ya başvurdular. Devlet o zaman Kıbrıs’ı fethe hazırlanıyordu. Yine fedakârlık yapılarak Kılıç Ali Paşa’ya "istedikleri top, tüfek, cephane verilsin” diye emir verildi. Barbaros da Endülüs’teki müslümanlara yardım elini uzatanlardandır. 70.000 müslümanı karşı yakaya taşındı. İspan­yol kuvvetlerini püskürttü, müslümanların canlarını, mallarını korudu, Piyale Paşa da bu uğurda, yardımda bulunanlardandır.

II. Beyazıd zamanında İstanbul’a gelen elçi, beraberinde Ebu’l- Bekâ Salih bin Şerif’in, Endülüs’teki müslümanların başına gelen felâ­keti tasvir eden şu meâldeki şiirini getirip Pâdişâha sundu:

"Her kemâlin bir zevâli vardır. Onun için insan, nimet ve saâdetle mağrur olmamalıdır.

Her şey gördüğün gibi sebatsız ve kararsızdır. Her hâl değişir, bir gün sevinir, günlerce mahzun olursun.

Bu dünyâda kimse payidar olmamış, onun bir hâlinde bekâ rengi görülmemiştir.

Zamanın kati ve değişmez bâzı hükümleri vardır: Kılıçlarla kargılar hedefe isâbet etmez bir hale geldi mi, himayeleri altında bulunan zırhları hemen parçalamaya başlar.

Bîr kılıcın kını, yahut bir pâdişâhın metin kalesi dünyânın en sarp köşklerinden olan Gamdân gibi şâhika olsa, onu mutlak eskitir ve çürütür,

Yemen’in o taçlı kralları nerede? Onların çelenk ve taçları ne oldu?

Şeddâd’in İrem’de kurmuş olduğu saraylar nerede kaldı? Sasanilerin ülkelerde kurdukları ne oldu?

Karun’un toplayıp yığmış olduğu altınlar hani? Ad, Şeddâd, Kahtan nerede kaldılar?

Onların hepsinin üzerine reddi kâbul olmayan bir hâl geldi; onları mahvetti. Bir varmış bir yokmuşa döndüler.

Bugün o tâc-ü devlet, milk-ü saltanat uyuklarken görünen bir tayf-i hayâl gibi söndü gitti.

Zaman Dâra’nın üzerine yürüdü. Bir kılınçla öldü, sonra Kisra’ya döndü. Onun ne eyvanı, ne de yüksek tâkı hayâtını kurtaramadı.

Şiddetinden dolayı Sa’b lâkâbını alan Münzir güyâ hiçbir kolaylık görmemiş gibi sönüp gitti. Hz. Süleyman’ın saltanatının yerinde yeller esti.

Zamanın fâciaları türlü türlüdür. Onun sevinci de vardır, hüzünleri de.

Bu hâdiselerin acısını unutturacak teselliler bulunur. Fakat İslâm’ın başına gelen musibeti hafifletecek hiçbir teselli yoktur.

Cezîre’ye (Endülüs’e) öyle bir felâket çökmüştür ki, onun devâsı bulunmaz. Onun dehşetinden Medine’deki Uhud, Necid’deki Şehlân dağ­lan yerinden oynadı.

Bu Cezire’de İslâm’a nazar değdi; musibetten musibete uğradı. Şim­di onun bütün şehirlerinde, diyarlarında İslâm’ın nâm-u nişânı kalma­mıştır.

Belensiye’ye bir sor; Mursiye’nin hali nicedir. Şatibe şehri nerede kaldı, Ceyyan ne oldu?

İlim yurdu olan Kurtuba hani? Orada nice alimler yükselmiş ve etrafa ün salmıştı.

Hıms’ın o yemyeşil tenezzüh mahalleri, yeşil mesireleri ne oldu? Onun o coşkun ve taşkın akan tatlı sulu nehirlerinden haber yok mu?

Bunların her biri memleketin birer temeli, mülkün rüknü idiler. Bu güzel vatan parçaları elden gittikten sonra yaşamak ne içindir?

Şerîat-i Ğarrâ eseflenerek, yâr-ı cânından ayrılan bir âşık gibi göz­yaşı dökmektedir.

İslâm’dan hâli kalan, küfürle dolan o diyar ağlamaktadır.

Nasıl ağlamasın ki, câmiler kiliseye çevrilmiş, çan çalınıyor, haç asılı.

Taştan ibaret olan o mihraplar, ağaçtan başka bir şey olmayan minberler bile bu hale dayanamayıp ağlamaktadırlar.

Ey, ibretle dolu zamandan ibret alacak yerde uyuklayan gâfil! Sen uyumaktasın, fakat zaman uyumak nedir bilmez, sakın seni gâfil av­lamasın!

Ey vatanın âlâyişiyle sermest-i gurur olanlar! Hıms’tan sonra insanı eğleyecek vatan mı vardır?

Bu felâket geçen bütün musibetleri unutturdu. Fakat dünya durduk­ça onun acısı unutulmayacaktır.

Siz, ey yarış meydanlarında şâhin gibi uçan ince belli asil atların yiğit süvarileri,

Ve siz ey toz duman karanlığı içinde pırıl pırıl keskin kılıçları sa­vuran kahramanlar!

Ve hele sîzler, ey denizin öte tarafında kendi vatanlarında izzet ve saltanat içinde muhteşem bir hayat geçirmekte olanlar!

Endülüs’ten, Endülüs’ün bedbaht halkından haberiniz var mı? On­ların yığın yığın felâketi her yere yayıldı.

Yere serilen ölüler, biçâre esirler az mı feryat edip bizden imdat beklediler. Bu hal karşısında insan titrer.

Ey Allâh’ın kulları, müslüman kardeşi olduğunuz halde aranızdaki bu ayrılık, kayıtsızlık nedendir?

Ar ve mezelletten sakınıcı himmet sâhibi kimse kalmadı mı? Hakkın muini ve yardımcısı bulunmaz mı?

İzzetten sonra zillete düşen bu kavme acıyan yok mu? Cevr ü cefâ onların hâl ve şânını tamamiyle değiştirdi.

Dün kendi yurtlarında hâkim idiler. Bugün ise küffar diyarında köledirler.

Görsen, zilletin çeşitli elbiseleri altında rehbersiz olarak nasıl şaş­kın ve hayrettedirler. Yurtlarından ayrılıp satılırken ağlayışlarını bir görseydin. O facia seci de şaşırtır, aklını alırdı, keder içinde kalırdın.

Canı bedenden ayırır gibi nice anayı körpe yavrusundan ayırdılar.

Gümüş teni yakuttan ve mercandan dökülmüş kadar dilber, yeni doğan güneş kadar güzel olan mâsum kızı,

Zorla, kalbi parçalanarak ağlaya ağlaya nâmeşrû yola sevkettiler.

Bu kabîl facialar karşısında yürekler erir, eğer o yüreklerde İslâm’­dan ve îmandan eser varsa,”

Bu kaside İslâm ediblerinin dikkatini çekmiş, şâir Nasûhî Bey ilk defa bunu manzum olarak dilimize çevirmiştir ki, ilk beyti şöyle başlar:

“O şey ki kesb-i tamâm ede olur noksan

Gurur getirmemeli tıyb-i ayş ile insan..."

Endülüs’tekilerin başına felâketin neden geldiğini anlatan bu şiir, zaferin kuvvet ve birlikte olduğunu dile getirir. Zayıf olanlar her za­man ezilir.

Yukarıda da işâret ettiğim gibi şiir, İslâm ediplerinin dikkatini çek­miştir. Son çağlarda Şam Sultanisi Müdürü Nizâmüddin Bey de bunu nazmen terceme etmiştir. Târihî değeri olan ve örnek sayılan bu şiirin tere emesi, bir köşede unutulup kalmasın diye buraya onu târihi bir belge olarak kaydetmeyi uygun buldum. Böylece bir hizmet ettiğimi zannediyorum. Gelecek nesiller, geçmişteki köklerden fışkırıp filizlenir­ler. Bu gerçeği, Yahyâ Kemâl’in, Ziya Gökalp’e verdiği "KÖKÜ MA­ZİDE OLAN ÂTİYİM” mısraı ne güzel ifade eder. 1329 yılında yapılan terceme şudur:

Hengâm-ı tamamında gelir her işe noksan,

Ömründeki hoşluklara aldanmasın insan.

Her şey mütehavvil, bu fena sence de meşhûd,

Bir lâhza meserret göreni kahreder ezman.

Dünya denilen yer olamaz kimseye müşfik,

Bir hâl-i muayyende devam eyleyemez ekvân.

Tesirini göstermez ise seyf ile mızrak.

Her seyfi eder seyf-i zaman hâk ile yeksan.

Fikret Yemen’in berde ekâlil-i zerini,

Fikret ki bugün nerde o şâhân-ı cihanbân.

Şeddadin İrem Bağı, İrem Cenneti nerde?

Hem nerde o İran’daki Sâsânî hükümrân?

Karun’un o bitmez görünen serveti nerde?

Bak nerde bugün Âd ile Adhân ile Kahtân?

Nâçâr kabul eyleyerek emr-î azîmi

Onlar ki bugün oldu bir efsânei deverân.

Rüyada temâşa edilen şey gibi, hatta

Her mülk ve melik şimdi hayâlât ile siyân.

Daraya zaman çattı, zaman oldu mukatil,

Kisra’ya vefa etmedi iyvâ İçin eyvân.

Her vakıa bir gün bile sehl olmadı Sa’ba,

Fikret ki beka bulmadı âlemde Süleyman.

Bin türlü musibetleri var dehr-i denînin

İmlâ eder ezmanı meserret ile ahzân.

Geçmekte teselli eder her hâdise lâkin,

İslâm’a hulûl eyleyemez gaflet-i sülvan.

Şehlan ve Uhud üstümüze münhedim oldu.

Düştü Ada (Endülüs) bir derde ki yok sabrına derman.

İslâm’a nazar değdi, musibetler erişti,

Hâli bugün İslâm’dan o aktâr ve o büldân.

Sor Mürsiye’nin halini, encamını sen sor,

Sor nerde, ne hal oldu bugün Şatıbe, Ceyyan.

Sor Dâru’l-Ulûm olmuş olan Kurtuba nerde?

Sor nerde yetiştirdiğin âlim-i zîşan?

Sor Hımsı bugün nerde, o nüzhetlerî nerde?

Sor nerde azbb nehri, o fyyazâ-i reyyan.

Bunlardı birer âsımesi cümle bilâdın,

Beyhude beka lâfzı, fenâyâpdır o erkan.

Mâşûku için ağlayan âşık gibî gamla,

Mâsum olan İslâm’ı bütün eyledi giryân.

İslâm’ı tükenmekle o yerler çöle döndü.

Onlar ki bugün bulmadadır küfr ile umran.

Mescidlerinin yerleri hep oldu, kilise.

Her buk’ada nâkûs ve sanem oldu nümâyan.

Câmid sede hattâ buna mihrapları ağlar.

Hattâ buna minberler olur mersiye hânân,

Ey gafil, uyart mev’ıza-i dehre nazar kıl,

Sen uykuda olsan bile, dehr olmada yakzân.

Ey maşii mesrûr vatanı Hımsı hayalet,

İnsanı nasıl bâdezîn aldatır evtan.

Mensi bu musîbet ile her fâcia lâkin,

Vermez buna dehrîn ebediyyetleri nisyân.

Ey atların alâlarına râkip olanlar,

Onlar ki bugün sâhib-i zî-sebkat-ı meydan.

Ey en kesici seyflere hâmil olanlar,

Onlar ki, olur tozların altında dırahşân.

Ey karşıdaki kıtada rahat yaşayanlar,

Onlar ki o evtan ile pür saltanat ü şân

Siz Endülüs’ün hâlini hiç duymadınız mı?

Her kafile etmişken onu âleme destan.

Acizleri sizden ne kadar istedi imdad,

Hep öldü, esir oldu kımıtdanmayan insan

Yâ Rabb, bu tekâtu nedir İslâm arasında,

Ey kulları Hakk’ın bütün ihvânsınız, ihvân.

Sîzlerde bulunmaz mı sebat ehline himmet,

Hiç kalmadı mı hayır için ensâr ile avân.

Vâveyl bugün zülle düşen kavm-i azîze.

Bir kavm ki mahvetti fedayasını tuğyan.

Her beldede sultan idî, lâkin bugün eyvâh

Küfr illerinin hükmüne kulluk ile nâlân

Görseydin eğer onları bikes, mütehayyir,

Eylerdi sana zilletin envâını ilân.

Görseydin o ağlaşmayı onlar satılırken,

Eyler idi hayran seni ehvâl ile ahzân

Yâ Rabbî, cüdâ eylediler mâder ü tıflı

Nasıl eylerse teferruk ervâh ile ebdân

Bâkirleri ki, neyyire-i nev tâlia benzer

Pür şa’şaa parlar gibi yâkut ile mercan.

Râm etmek için cebr ile hep aldılar elden

Gözler dolu yaşlarla yürekler ise hayrân

Eyler bu mesel hüzn île her kalbi izabe,

Kalbinde eğer var ise İslâm ile îman.

(1) Hayreddin Paça, Akvamül-Mesalik, s. 50, İstanbul, 1296.

(2) Halil Edhem, Düvel-i İslamiyye. Vakflar Dergisinin IV. Cildinde Yıl 1968’de bu konuya temas eden bir yazım yayınlanmıştır.