Makale

PEYGAMBERLERİN ORTAK SÜNNETİ Hicret

PEYGAMBERLERİN ORTAK SÜNNETİ Hicret

Yaşar ÇOLAK
Başkanlık Müfettişi

İman edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenler, (muhacirleri) barındıranlar ve yardım edenler varya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır". (Enfal, 74)
Sözlükte "terk etmek, ayrılmak, ilgisini çekmek" anlamına gelen hicret, bir kişinin herhangi bir şeyden veya herhangi bir mekandan bedenen ve şuurlu olarak ayrılıp uzaklaşması demektir. Bu kelime daha çok Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Müslümanlığı kabul etmiş Mekke’li gönüldaşlarıyla birlikte Medine’ye göçü için kullanılmaktadır.
Eski Ahit, Yeni Ahit ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de yer alan tarihi malumat bütün peygamberlerin hayatlarında hicret hadisesini yaşadıklarını göstermektedir. Bundan hareketle hicretin peygamberlerin ortak sünneti olduğunu söyleyebiliriz. Peygamberlerin yanı sıra düşünceleriyle insanlığa yön vermiş büyük dava adamlarının da hayatlarında bir şekilde hicreti tecrübe ettikleri görülmektedir. Allah’ın son peygamberi olan Hz. Muhammed’in hayatının en önemli dönüm noktalarından biri, Mekke’den ayrılıp Medine’ye hicretidir. Müslümanlar, değer yargılarında meydana getirdiği inkılâp sebebiyle bu kutlu hadisenin vuku bulduğu yılı, takvimlerinin başlangıç yılı olarak kabul etmişlerdir. Bu teklifi yapan Hz. Ali, buna gerekçe olarak, hicretin hak ile batılı kesin çizgileriyle birbirinden ayırt edici özellik arz ettiğini göstermiştir.’21 Bugün itibarıyla bu kutlu hadisenin üzerinden tam 1422 sene geçmiş olmasına rağmen, müslümanlara hâlâ ilham kaynağı olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Biz bu yazımızda, Hz. Peygamberin ve beraberindeki mü’minlerin Mekke’den Medine’ye hicret etmeleri hadisesinin gerçekleşme şeklinden ziyade, bu hadisenin dini, sosyal ve kültürel açıdan değişime imkan veren yönleri üzerinde durmaya çalışacağız. Şurası bir gerçektir ki, Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti, Müslümanların hayatında köklü bir şekilde değişimi gerçekleştirmesi bakımından en önemli olaylardan biri olarak tarihe mal olmuştur. Hicretin sebep olduğu değişimin, sürekli ve etkili bir sürece dönüştürülmesi için, İslam’ın ilk dönemlerinde neden olduğu bazı gelişmelere ana hatlarıyla bakmakta yarar bulunmaktadır.
Sosyolojik anlamda hicret olayı dini mahiyette sosyal bir hareketliliktir. Din sosyologları oluşum şeklini dikkate alarak hicreti öncelikli olarak "yatay hareketlilik" veya "coğrafi hareketlilik" olarak tanımlamaktadırlar. Çünkü hicrette din mensupları muayyen bir mekanı belli amaçlarla şuurlu bir şekilde terkedip, amaçlarını daha rahat gerçekleştirebilecekleri başka bir mekana geçiş yapmaktadırlar. Hicret, aynı zamanda doğurduğu sonuçları itibarıyla "dikey hareketlilik" olarak da değerlendirilebilir. Çünkü hicret eden bireyler ve gruplar, çoğu zaman göç öncesinde bulundukları statüden daha üst statüye yükselmektedir. Bu statü değişikliğinde göç mantığının önemli rol oynadığı belirtilmektedir. Hz. Peygamberle birlikte Medine’ye göç eden yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali vb. şahsiyetlerin devletin en üst kademesine kadar yükselme başarısını göstermeleri, bu görüşün doğruluğuna işaret etmektedir. Bu şahsiyetlerin gösterdiği üstün başarının altında yatan sebeplerden birisi de, hicretin kendilerine kazandırdığı dinamizm olsa gerektir.131
Hicret, felsefi anlamda tarihsel bir eylem olarak da değerlendirilebilir.’41 Bir eylemin tarihsel özellik kazanabilmesi için, tarihin belli bir döneminde ortaya çıkması, belli bir gayeyi hedeflemesi, o gayeye ulaşmak için dalgalar halinde etkiler oluşturması ve en nihayetinde değişimi hedefine ulaştırması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre her eylem tarih içinde ortaya çıkmakla birlikte, ’tarih yaptığı söylenemez. Hicrete bu ölçüler muvacehesinde baktığımızda şunları görüyoruz: Hz. Peygamber miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç ederken, orada Yüce Allah’ın kendisine yüklediği misyonu temsil etmek, İslâmî değerleri insanlara tebliğ etmek istiyordu. Onun Medine’de daha kolay rızık temin etmek veya orada daha fazla dünyalık veya şöhret elde l etmek gibi bir amacı olmamıştır. Böyle bir gaye peşinde koşsaydı, Mekke toplumunun ileri gelenlerinin kendisine yaptığı inanılmaz teklifleri hiç tereddüt göstermeksizin elinin tersiyle geri çevirmezdi. Bilindiği üzere en sıkıntılı günler geçirdiği bir dönemde Mekke ileri gelenlerinin davasından vazgeçmesi karşılığında ne isterse vereceklerine dair teklifine, "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, temsil ettiğim davadan asla vazgeçmem" diye karşılık vermiş, böylelikle aşkın değerler içermeyen gayelerden uzak olduğunu ispat etmiştir. Hiç kuşkusuz bu davranış, bir şahsın iç dünyasının ne kadar saf ve temiz olduğunu, aynı zamanda davasından da ne kadar emin olduğunu en güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu gerekçelerle hicreti, kelimenin felsefi içeriğiyle, tarihi bir eylem olarak değerlendirmek mümkündür.
Yeri gelmişken şunu da hemen kaydedelim: Günümüz İslam dünyasının en temel problemlerinden biri, müslümanların muhataplarına güven duygusu verememeleridir. Başka bir deyişle müslümanların neye, niçin ve nasıl inandıklarını ikna edici bir üslup ve anlaşılabilir bir terminoloji ile anlatamamaları, davalarını başkalarına güven verecek tarzda ve kapsamlı bir mutluluk projesi olarak takdim edememeleridir. Bilindiği üzere, Hz. Peygambere başta Ebu Cehil olmak üzere bütün düşmanları her türlü yalanı isnat ettiler, ona her türlü işkenceyi reva gördüler ancak ona bir defa olsun "sen güvenilir bir kimse değilsin" diyemediler. Peygamberimiz hiçbir zaman onlara bu fırsatı verecek hatalı bir davranış içerisine girmemiştir. Günümüz ileri toplumları da, diyalog kurmak istedikleri kişi, grup veya toplumları iyi tanımak istiyorlar. Bizlere düşen görev de, ne istediğimizi, neye nasıl, niçin inandığımızı anlatmak ve anlattıklarımızla defacto (fiili) durum arasındaki tezatları süratle gidermek olmalıdır.
Hicreti diğer insan göçlerinden tefrik eden temel özellik, hicretin değer yüklü olması ve kısa sürede köklü değişimleri tahakkuk ettirmesidir. Bilindiği üzere Hz. Peygamberin hicret sonrası hayatı, sadece on sene sürmüştür. Yavaş işleyen toplumsal olaylar açısından çok kısa denilebilecek on yıllık bir zaman zarfında, hicretle kazanılan ivme ve dinamizm sayesinde, insanlık karanlıklardan nura çıkmış, bir çok İnsanî ve İslâmî değer topluma kazandırılmıştır.
Yepyeni bir uygarlığın temel ve köklerinin atılmasına vesile olmuş hicret hadisesinin neden olduğu değişimin boyutlarını tespit edebilmek için, öncelikle Hz. Peygamberin hicret öncesi yaşadığı ortama ve topluma kısaca bakmak gerekecektir.
Hz. Peygamberin hicret öncesi yarım yüzyıllık hayatını geçirdiği Mekke, bir ticaret şehriydi. Çıplak kayalar arasında kurulmuştu. İnsanların saldırı korkusu olmaksızın gelebileceği Harem veya sığınılacak kutsal bir yerin bulunuşu, şehrin ticaret merkezi olarak gelişmesinin temel sebebiydi. Hz. Peygamberin zamanında Mekke yalnızca ticari bir şehir değil, aynı zamanda mali bir merkezdi. Tarihçiler, Hz. Peygamberin zamanında Mekke’nin ileri gelenlerinin parayla ilgili oldukça karmaşık işlemleri yürüttüklerini, bugünkü tabirle kredi işletmeciliğinde oldukça mahir olduklarını belirtmektedir. Bu dönemde güçlü, gücü nedeniyle haklı, güçsüz de zayıflığı nedeniyle haksız görülüyordu. Servetin sürekli muayyen kişiler arasında dolaştığı bir sosyal ve ekonomik bir yapı mevcut idi.
Mekke düzeninde yürütülen işlerde kişinin etkisi, temelde kendi kabilesi ve kişisel nitelikleri gibi iki şeye dayanıyordu. Bir kabilenin gücü zenginliği ile doğru orantılı idi. Kişilerin etkinliği, başlıca onun ticari ve mali kurnazlık, diğer kabileler ve büyük güçlerin temsilcileriyle olan münasebetlerindeki yeteneği, kabilede kendisine denk kimseler edinmesi ve daha geniş çevrelerde onların kendisine uymasını sağlaması gibi kişisel niteliklere bağlıydı. Mesela Hz. Peygamberin gençlik yıllarında Ebu Süfyan’ın Mekke siyasetini elinde bulundurması, onun bilgili, ehliyetli veya etkili herhangi bir görevi olmasından değil, fakat bağlı olduğu Abduşssems ve ümeyye soyunun zenginliği ve kendisinin bu tür faaliyetlere sahip olmasından ötürüydü.
Bu dönemde insanların hayatlarını idame ettirmesinin en etkili ve yaygın yolu, kabile dayanışması idi. Kan davalarını besleyen de bu anlayıştı. Adam öldüren bir katilin mensup olduğu kabile, onun fiilinden dolayı sorumlu addediliyordu. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi kesinlikle dikkate alınmıyordu. İnsanların mürüvvet diye adlandırdıkları bir ahlak ve yiğitlik anlayışları vardı. Ahlaki erdemlerin ölçüsü, şerefti. Misafirperver ve güvenilir olma, kişinin şerefliliğinin, cimrilik ve korkaklığı ise şerefsizliğinin bir işareti idi. İnsanlar bir şekilde Allah inancına sahip olmakla birlikte, bazı varlıklara da kabilelerinin koruyucuları olarak ulûhiyet atfediyorlardı. Bunların her biri, bir put veya başka bir nesne ile somutlaşmıştı. Bilindiği üzere bütün Mekke’nin putları Kabe’de toplanmıştı. Sosyal hayatta kadının rolü çok zayıftı. Kur’an’ın da şahadetiyle kız çocuğu sahibi olmak, aşağılanan bir durum ve uğursuzluk sebebi olarak telakki ediyordu.
İşte böyle bir yapıda tebliğ misyonunu icra etmeye başlayan Hz. Peygamberin mücadelesinin sonunda, toplumda hangi radikal değişikliklerin gerçekleşebileceğini fark eden Mekke’nin kanaat önderleri, ona mani olmak için her türlü metoda başvurdular. Hz. Peygamberi öldürmeye kadar varan planlar hazırladılar. Bunun üzerine Peygamberimizin bu ortamı terk etmesi ve misyonunu başka bir mekanda icra etmesi ilahi emri geldi. Peygamberimiz bütün bunlardan yılmadı ve mücadelesine Medine’de devam etti.
Hicret müslümanların şehirleşme sürecinin başlangıcı olmuştur. Hicretle birlikte şehir değerleri, Müslümanların hayatına girmiştir. Şehrin Yesrib şeklindeki eski ismi de değişerek Medine haline gelmiştir. Beşeri ilişkiler kurallara bağlanmış, bedevi alışkanlıklar terk edilmeye başlanmıştır. Kabilecilik gibi bedevilere özgü davranış tarzı şiddetle eleştirilmiş ve zaman içerisinde tedricen ortadan kaldırılmıştır. Kur’an’a baktığımızda orada bedevi davranış tarzlarının bir çok açıdan eleştirildiğini görmekteyiz. Mesela, bazı bedeviler devlet hâzinesinden yardım almak üzere Mescid i Nebevi’ye gelirler, izinsiz olarak Resulüllah’ın hanımlarının kaldığı hücrelerin kapı perdelerini açıp Peygamberimize seslenirler. Böylece mahremiyet ölçülerini ihlal ederler. Bunun üzerine nazil olan Kur’an-ı Kerim’in Hucurat Suresinin 4-5. ayetleri, bu tarz uygunsuz davranışı eleştirir ve onları ölçülü ve sabırlı olmaya davet eder.
Hz. Peygamber bir taraftan İslam’ı halka tebliğ ederken, diğer taraftan da Müslümanları şehir kültürünün doğal ve zaruri şartlarına alıştırmaya gayret etmiştir. Çünkü Peygamberimiz şehir ortamında bedevi kültürüyle ahenkli ve istenilen bir gelişmenin kaydedilemeyeceğinin farkındaydı.
Hicret sonrası Medine toplumunda şehir kültürünün zaruri kıldığı teşkilatlanma da hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu çerçevede idare ve ibadet mekanı olarak Mescid-i Nebevi inşa edilmiş, eğitim ve öğretim faaliyetini yürütmek için suffe tanzim edilmiştir. Yine şehir hayatının ihtiyaçlarından biri olan çarşı ve pazar kurulmuş, çarşı pazarların denetimi için içlerinde kadınlar da olmak üzere denetçiler atanmıştır. Şifa binti Abdillah’ın hicret sonrasında Hz. Peygamber tarafından çarşı ve pazar işlerini tanzim ve murakabe etmekle görevlendirilen bir kadın olduğu belirtilmektedir.’51
Hicretten sonra Hz. Peygamberin başına geçtiği devlet, farklı siyasi ve dini gruplarla anlaşmalar imzalayarak gerçek manada devlet olmanın örneğini sergilemiştir. Mesela Yahudilerle bir anlaşma imzalanmış, buna göre, "Müslümanlarla Yahudilerin dostluk ortamı içinde ilişkilerini sürdürmeleri ve her iki topluluğun dini inançlarında hür ve serbest olmaları, şehir düşman hücumuna uğradığında ortak savunma yapmaları, iki topluluktan biri üçüncü tarafa savaş ilan ederse, birbirlerine yardım etmeleri, iki taraftan birinin başkalarıyla yapacağı barış anlaşmalarına iki tarafın da uymaları" esasa bağlanmıştır.’6
Devletin işleyişini sağlayacak temel kurallar tespit edilmiştir. Medine Vesikası olarak adlandırılan tarihi metin, çoğulcu toplum manifestosu niteliğindedir. Veda hutbesi de insan haklarının en eski dokümanı olma özelliğine sahiptir.
Hicretle birlikte kabile asabiyeti, kişinin şerefi veya kahramanlığı gibi değer merkezli davranışlar yerini, kuralcı ve müeyyideye dayanan yaklaşımlara terk etmiştir. Bu ise kan davalarını asgari seviyeye indirmiştir. Mağdur olanlar haklarını kendileri almak yerine, hukuka sığınmaya başlamıştır. Tedrici olarak hukuk devletinin ilkeleri yerleşmiş, yürütmede adalet temel prensip edinilmiştir. Hz. Peygamber suç işleyen kişinin kızı Fatıma dahi olsa onu cezalandırmaktan bir an bile olsa çekinmeyeceğini açıkça ifade etmiş,7 böylelikle adalette adam kayırmanın ve hukuk dışına çıkmanın yanlışlığını gözler önüne sermiştir.
Hicret öncesi Mekke döneminde dini hükümler, hemen hemen bütünüyle uhrevi boyutlarıyla ağırlık kazanmışken, hicret sonrasında öncelikli olarak dinin yaşadığımız dünyadaki fonksiyonları üzerinde durulmaya başlanmıştır.
Hicretle birlikte basit toplum yapısı yerini, karmaşık topluma bırakmıştır. Bilindiği üzere Medine’de halk farklı etnik ve dini yapıdan oluşmuştu. Bu karmaşık yapıdaki toplumun sevk ve idaresi için gerekli hukuki, sosyal ve kültürel altyapı hazırlanmıştır. Bu altyapı sayesinde Necran’dan gelen bir Hıristiyan heyeti, Medine’deki Mescid-i Nebi’de kendi inançlarına uygun ayin etme fırsatını elde etmiştir.181
Netice olarak, söylemek gerekirse, hicret köklü toplumsal değişimin muharrik gücü, yeni bir medeniyetin, sevgi ve saadet dolu günlerin başlangıcı olmuştur. Hicret, bazı batılı oryantalistlerin telaffuz ettiği gibi bir kaçış veya sürgün (exile) değil, İslam toplumunun yeni fetihlere aralanan kapısı olmuştur. Hicretin başlattığı değişim, karşı konulamaz bir süreçti. Günümüzde müslümanlara düşen görev ise, bu süreci iyi tahlil etmek ve oradan gereken dersleri çıkarmaktır.

1- Bkz. Tekvin, 12-13; Çıkış 12-38;-14/1-31, Resullerin İşleri, 7/2-4; Ankebût, 26; Hûd, 80-81; Hicr, 65; A’raf, 88; Yunus, 90; Tâhâ 77- 78, Şuarâ, 52-67.
2- Doç. Dr, Mustafa Fayda 90, Hicretin Takvim Başlangıcı Olarak Kabul Edilişi, Milli Eğitim ve Kültürü Özel Sayısı, 1979, s. 14-15.
3- Bugün bütün dünyaya yayılmış durumda olan Yahudilerin siyaset, medya ekonomi vb. hayatın hemen her alalında kayda değer başarılar göstermelerinin arka planında, diaspora (farklı bölgelere dağıtılması) kültürünün etkili olduğu belir tilmektedir.
4- Tarihsel eylemin felsefi, içeriği hakkında bkz. Nadim Macit, Eylem /Değişim İlişkisi, Dini Araştarmalar Dergisi, Eylül-Aralık,
1998, C. 1, S. 54,-55.
5- Nejla Akkaya, "Islâm, Hukukunda Kadının Siyasi Hakları" İslâmî Araştırmalar c. V, sayı,4.
6- Muhammed Hamidullah, “İslâm Peygamberi" c. II, s, 587636.
7- Buhârî, Hudud, 12; Müslim, Hudud, 8; Tirmizî, Hudud, 6.
8- İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra, c. 1, s. 357-358.