GİRİŞ
Türkiye’de 1990 Yılının “Aile Yılı” olarak îlân edilmiş olması ve bu süreç içerisinde ailenin önemine dâir pek çok konferans ve sempozyumların düzenlenmesi; özellikle de üniversite (bilim) çevresinde aile konusunun enine-boyuna tartışılmış olması... toplumlar için, bilhassa kendi toplumumuiun kendi kültür ve geleneklerinin idâmesi İçin sağlıklı bir aile müessesesinin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir.
Bekası ve egemenliği için Türk Milletinin aile dinamizmine bu kadar önem veriyor olması, kanaatimizce biz Türk’lerin Orta Asya’dan taşıdığımız kültür ile İslâm Kültürünün din duygusu bağlamında kaynaşmış olmasının bir sonucudur. Şimdi de milletimiz büyük ekseriyetle bu olgunun özenle muhafazasına çalışmaktadır. Büyük aile tipi denilen dede-nine. anne-baba ve çocuklardan oluşan bu kurumdan, insanımızın kolay kolay vaz geçebileceğini de sanmıyoruz. .
Müslüman Türk Milletinin, kendi kültürünü bozmadan, inanç ve geleneklerine bağlı kalarak, geçmişte olduğu gibi kendi dinamik- ¡erinden hız alıp, çağdaş teknolojinin risklerinin de şuurunda olarak gelişip, İleri devletler seviyesinde egemenliğini sürdürebilmesi için aile kurumunu geliştirerek muhafaza etmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu sebeple sâdece bir yılı aile yılı İlân etmek değil, millet olarak var olduğumuz sürece bu kavramın canlı tutulması şarttır.
Biz bu makalemizde, hem böyle bir düşünce ile bu yıla iştirak etmek hem de mesleğimiz icabı, Kur’ân’da özenle üzerinde durulan aile kavramının sâdece çocuk eğitimi yönüne Lokman Hekim’in nasihatleri ile katkıda bulunmak istedik.
Fıtrat Hadis’ini ve konu ile ilgili Rûm Sûresi’nin 30. âyetini temel çıkış noktası edindik. Buralarda geçen "Fıtrat” ve “Fıtrat’- Allah” kavramlarını çeşitli yönleriyle açmaya çalıştık.
Fıtrata uygun bir çocuk eğitiminin, Aile bazında nasıl verilmesi gerektiği konusunda da Lokman (a.s.) oğluna nasihatlerini, bir eğitim metodu olarak esas aldık. Bu metot ve öğütler çerçevesinde Rasulüllah’ın konu ile ilgili hadislerini bazı eğitim bilimcileri’ nin görüşleri ile bir sentez yaparak sunmaya çalıştık.
Tabii ki bu çalışmamızda hatalarımız olmuş olabilir. Samimiyetimizden şüphe edilmemesi kaydıyla uyarılmaktan dolayı memnuniyetimizi belirtmek isteriz.
Şüphe yok ki tevfîk Allah’tandır.
Buhari’nin Ebu Hureyre (R)’den naklettiği bir hadisinde Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle demiştir : “Her doğan FITRAT üzere doğar, öyle iken anne ve babası onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır, yahut da mecûsî yapar. Nitekim hayvan sapasağlam (kulağı enenmemiş) bir hayvan doğurur. Siz o yavruda bir eneme alâmeti görür müsünüz?(1)
“Muvahhid olarak dosdoğru bir biçimde yüzünü dîne çevir ve Allah’ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratında dâim ol. Allah’ın yaratmasında (FITRATALLAH) hiç bir değişiklik (mümkün değil) olmaz.” (2)
Naklettiğimiz Hadis-i Şerif ve Ayet-i Kerimede geçen ve her doğanın taşıdığı hal ve Allah’ın yarattığı FITRAT nedir? Önce bu kavramı tanıyalım.
FITRAT: Arap dilinde FATR, genel olarak yarmak (şakk) mânasına gelmektedir. Denildiği zaman “ot, toprağı yarıp çıktı”; denildiği zaman da : “devenin dişi damağı yarıp çıktı” manaları anlaşılmaktadır. Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın, “gözünü semaya çevir bak, bir yarık (çatlak) görüyor musun?”(3) âyetinde çoğul olarak geçen “futuur” kelimesi de aynı mânâda kullanılmıştır.
FATR; yaratmak, ilk defa yapmak, iade etmek gibi manalara da gelmektedir. (4) Allah Teâlâ “semâların arz’ın yaratıcısı”dır. İbrahim (a.s.), yıldızlar, ay ve güneşin kendi Rabbı olamayacağına kanaat getirdikten sonra : Şüphe yok ki ben, gökleri ve yeri yaratan Allah’a hanif olarak yöneldim...”(5) dediği âyette de “fatr” yaratmak mânasında kullanılmıştır.
İbn Abbas (R)’nın : kendisine, aralarındaki davayı halletmesi için başvuran iki bedeviden birisinin : “kuyuyu ilk defâ ben açtım”, dediği zaman FATR kelimesinin “bir şeyi ilk defa yapmak” mânasına geldiğim o zaman anladım. Daha önce ben bu kelimenin anlamını bilmiyordum” sözü de meşhurdur. (6)
Fatr; koyuıı, deve vs., yi, baş ve şehadet parmaklarıyla memesini tutarak sağmak; sağma esnasında parmaklar arasından sızıp akan az süt... manalarına da gelmektedir. Sızarak akması ve azlığı sebebiyle mezî’ye de fatr denilmektedir.(7)
FITRAT ilk yaratıldığı zaman her mahlûkun üzerinde olduğu yaratılış (hilkat); Allah, yaratıkları var ettiği zaman onlarda mevcut Allah bilgisi ve imân; din duygusu; henüz ayıp ve kusurun karışmadığı ve Allah (c.c.)’ın âyetinde ifâdesini bulan fıtrat-ı selime ki, felsefe ıstılahında buna : “Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma ve doğru hüküm verme istidadı (hazır ve müsait olma) hâli denilir. Din (İslâm)ı kabule hazır tabiat; yaratılış... gibi manalara, gelmektedir. (8)
Ebû’l-Heysem fıtratı iki anlamda algılamış ve şöyle açıklamıştır : “Fıtrat, çocuk annesinin karnında iken (cenin), Allah’ın onu şakî ya da sa’îd olacağı duruma göre yaratması çocuğun fıtratıdır; İkinci bir fıtrat da; kulun kendisi ile müslüman olduğu sözüdür, ki bu dinde fıtrattır. Zira Nebî (s.a.s.) : “bir mü’min, yatağa girer ve uyumadan önce der ve o gece ölürse, fıtrat üzere ölür’’ buyurmuş, dindeki fıtratı böyle açıklamıştır." (9)
Fıtrat hakkında dil bilimcilerinin görüşlerini naklettikten sonra şimdi de önemli bir kaç müfessirin bu konudaki açıklamalarına yer verelim :
Zemahşeri, yukarıda naklettiğimiz âyetin devamındaki kısmını delil getirerek fıtratı “hilkat” olarak anlamış ve şöyle tefsir etmiştir : fıtrat, tevhîd ve İslâm dinine yetenekli olup, ondan yüz çevirme ve horlanmama özelliğine sâhip değildir. Çünkü tevhîd ve İslâm, akla cevap verme ve doğru düşünmeye sevk etme özelliklerine sahiptir. Öyle ki, fıtratı serbest bıraksalar, İslâmdan başkasını aslâ tercih etmez.”(10)
Fıtrat kelimesinin açıklaması olarak söylenenlerin en güveniliri olarak vasıflandırdığı görüşünü İbn Atiyye şu ifâdesiyle belirtmeğe çalışmaktadır : “Fıtrat, çocuğun nefsinde mevcud öyle bir yaratılış ve öyle bir hey’et ki, kendisiyle Allah Teâla’nın mahlukatını temyiz eder, onları Rabb’ı için delil getirir, onun kanunlarını bilir.”
İbn Atiyye’nin bu görüşünü naklettikten sonra Kurtubî de kendi görüşünü şöyle açıklar : “Fıtrat, Allah Teâlâ, Âdem oğlunun kalplerini hakk’ı kabule müsait bir biçimde yaratmasıdır. Aynen gözlerini görülen, kulaklarım da işitilen şeyleri görme ve işitmeye müsait olarak yarattığı gibi... Kalpler bu şekilde kaldığı sürece Hakk’ı ve İslâm Dinini idrak ve kabul edecektir.” (11)
F. Razı de fıtratı tevhîd akidesi ve Allah duygusunun mevcud olduğu yaratılış keyfiyeti olarak tanımladıktan sonra : “çünkü Allah babalarının belinden alıp onlara demiş, onlar da “evet sen bizim Rabbımızsın” cevabını vermişlerdi.” (12) demiştir.
Fıtrat’allah sözüne gelince, kanaatimizce, mezkûr âyetin baş- tarafının ı^ kendinden sonra gelen kısmının açıkladığını söyleyebilirsek, bu kavramın haniflik, yani saf Allah inancı, şirk bulaşmamış tevhid akidesi anlamına gelmiş olabileceğini de söyleyebiliriz ki F. Râzî de tefsirinde aşağı-yukarı aynı ifadeyi kullanmıştır. (13)
Bu açıklamaların ışığında diyebiliriz ki, fıtrat: insanın doğuştan sahip olduğu Din duygusu, Esfel-i Sâfilî’ne döndürülmeye sebep alâmetlerini henüz taşımadan önceki Ahsen-i takvim kıvamı, verilirse İslâm Dininin prensiplerini taşımaya müsâit durum ve İslâm’dır.
Bir başka açıdan da fıtrat, insanlık kavramının muhtevasını içeren ve ona uygun bir terbiye (eğitim) ve yaşayış biçimini gerektiren yaratılış keyfiyetidir, denebilir.
Hz. Peygamber’in konu ile ilgili her doğan çocuğun, sahip olduğu din duygusu ve vicdanının derinliklerinde mevcud marifetullahdan başka hayra ve iyiliğe meyyal olarak doğduğuna işaret ettiği(M) bu hadisinde; aynı zamanda ergenlik çağma geldiğinde insanın şu ya da bu dinden olmasında aile eğitiminin çok etkili ve önemli olduğuna da işâret ettiği açıktır.
Aslında yaratıkların hepsi Allah’ın fıtratı üzere yaratılmışlardır. Yaratılış gayeleri doğrultusunda Rab’larına karşı görevlerini bihakkın yerine getirmektedirler (15). Onların fıtratını değiştirecek veya aksine çevirecek herhangi bir motivasyon olmadığı sürece Allah’a karşı itaat ve teslimiyetten bir an geri kalmazlar. (16) Ancak şeytan (İblis) bu durumdan müstesnadır ki, ona Allah Teâlâ mühlet vermiştir. (17) Fakat diğer yaratıklardan farklı ve mükemmel bir surette yaratılan insan, iradesini istediği yöne yönlendirmede serbest bırakıldığı için; o da fıtrat üzere yaratılmasına rağmen nefs-i emaresi ve şeytanları sürekli olarak fıtratındaki safiyete mukabil kendisiyle savaşmaktadırlar. Hasbelkader bu savaşa bir de içinde doğup büyüdüğü çevrenin bozukluğu ve inançsızlığı da eklenince; belki de çocuk fıtrat-ı selimesinde getirdiği din duygusunu hiç yaşamadan; hayrı şerden, iyiyi kötüden ayırt etmesini sağlayacak ve kendisine hayatı boyunca rehberlik edecek olan aklını henüz kullanmadan, kör taklidin peşine takılıp Ömrünün sonuna dek Hakk’ı tanımadan bir hayat geçirecektir...
İşte bu sebeplerden Ötürü anne ve baba, henüz çevrenin olabilecek menfi etkilerine maruz kalmadan, yavrularına fıtratının gerektirdiği din eğitimi ve öğretimini vermelidirler. Zira bu terbiye Rasulüllah’ın ifâdesiyle, anne ve babanın çocuklarına bırakacağı en değerli mirastır.
Çocuk için bu kadar önemli eğitim nedir? Şimdi de onu açıklamaya çalışalım!
Emmanuel Kant’a göre eğitim, insanın yaratılışının icab ettirdiği mükemmelliğin geliştirilmesine yardım eden bir faktördür.” (18) Yani çocuğun doğuştan sâhip olduğu fıtratının geliştirilmesi faaliyetidir.
Herbert Spenser ise eğitimi bir sanat olarak algılamış ve insanı hayata hazırlamaktan bahisle şöyle tarif etmiştir : “Terbiye, insanı mükemmel bir hayata hazırlayan adam yetiştirme sanatı-
dır.”(19)
Alman Pedagogu Yenzel’de : terbiye, fikir, ahlâk ve beden melekelerinin gelişmesine yardım eden bir faaliyettir” (20) şeklinde tanımlamıştır.
İslâm, bilgini Kınalı zade Ali Efendi, hemen hemen yukarıda nakledilen tariflere paralel olarak terbiyeyi şöyle tanımlamıştır : Terbiye : Abdi (kul), vazife-i diniyye ve dünyeviyesini bihakkın ifa edebilecek bir hâle isal eylemektir.”(21)
Bu açıklamaların ışığında da anlaşılıyor ki Terbiye (eğitim), hakk’ı kabul ve idrak kabiliyetine sâhip olarak doğan (fıtrat) çocuğun, doğuştan getirdiği mükemmel yetilerini, meyli tabiîsince geliştirmek, fikir ve bedensel olarak olumlu bir şekilde gelişebilmesi için yardımcı olmak; ferdî ve İçtimaî görevlerini öğretip olgunluk çağına erdiği vakit kendisini yetkin bir fert olarak bulmasına çalışmaktır.
Modem Eğitime göre her insanın geçirdiği okulöncesi eğitim çağı, temel eğitim çağı ve gençlik çağı denilen, üç eğitim çağı vardır, Çocuğun okulöncesi eğitim çağı, aile eğitiminin sağlıklı .’bir şekilde uygulanabileceği en verimli çağıdır. Zira çocuk bu dönemde çevresini algılamaya başlar. İlk bilgi ve görgüler bu yaşlarda benliğine yerleşir. Dinî duygular ve kavramlar, anne ve babanın da yardımlarıyla bu çağda sağlıklı bir tarzda ortaya çıkar ve anlaşılırlar.
Hiç şüphe yok ki, temel eğitim ve gençlik çağlarında da ailenin, çocuklarım eğitme faaliyetleri devam etmelidir. Şu kadar var ki, bu dönemlerde, okulöncesi öğretim çağına göre çocuk üzerinde ailenin etkileri öncesi kadar verimli olmayabilir. Çünkü temel eğitim çağından itibaren çocuğun etkileneceği sosyal çevre, öğretmenleri, okul arkadaşları, mahalle arkadaşları... ile daha da genişlemiş olacaktır. Özellikle sağlıksız şartlar ve ortamların anne ve babanın çocuk üzerindeki etkinliğinin azalmasına sebep teşkil edebileceği de göz önünde bulundurulursa, çocuğun okulöncesi 0-6 yaş arasındaki çocukluk dönemi aile için evi adi arma verecekleri eğitim ve öğretimin ihmâl ile geçiştirilmemesi gereken bir dönem olduğu anlaşılacaktır.
Zamanımızda bazı ailelerin, aynen J.J. Rousseau’nun hayâlı çocuğu Emil’e uyguladığı : “çocuğun küçük dimağım alamayacağı tanrı anlayışıyla doldurmayalım. Rüştüne erdiği zaman kendi yolunu kendi seçsin...” gibi İslâm Dini’nin temel prensiplerine tere düşen bir anlayışa sâhip oldukları, bilhassa aydın geçinen çevrelerde sıkça rastlanılmaktadır. Tabiî ki böylesi aileler, çocukları gençlik çağma geldiği zaman çevrenin câzibesinden kurtulup tanrı kavramı ve din duygusunu araştırıp anlayabilecekleri bir ortam ve fırsatı bulup, bulamayacaklarını hiç hesaba katmamaktadırlar.
Tabiî ki din ve ibadetlere lâkayıt çevrelerde yetişen çocukların hepsinin ergenlik çağma geldikleri zaman din duygusu ve yaşayıştan uzak kaldıklarını söyleyemeyiz. Ancak dine karşı olan ailelerin çocuklarında sonradan gelişen din duygusu ve ibâdet arzusu çoğu kez sağlıklı olamayabilir. İslâm Dini açısından en önemlisi de genç buluğ çağına girdiği zaman dinin bütün sorumluluklarıyla karşı karşıya kalacak ve ahlâkî eğitim ve öğretim için geçireceği süte kendisi için bir kayıp sayılacaktır...
Halbuki, ailesinin yardımlarıyla çocuğun dinî duyguları zamanında geliştirilse, küçük yaştan itibaren’ din eğitimi ve öğretimi verilse, ergenlik çağma geldiği zaman genç, kendisini bilmesi gerekenler ve görevlerine karşı hazır bulunacak, hiç vakit geçirmeden de bireysel ve toplumsal vazifelerini yerine getirmeye başlayacaktır. Bu eğitim nasıl olmalıdır?
Kur’ân-ı Kerim hayatın hukukî, sosyal ve ekonomik yönlerine ışık tuttuğu gibi eğitim konusuna da ışık tutmuştur. Meselâ Lokman Hakim’in oğluna nasihatleri ile, eğitim öğretim süreci içinde bir çocuğa verilmesi icab edenleri, model teşkil edebilecek bir metotla sunmuştur. Şöyle ki:
Meâli : "Hani Lokman oğluna öğüt verirken (ne demişti?) : “oğulcuğum, Allah’a ortak, koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.” (22)
"Oğulcağızım, şüphe yok ki, (yapacağın iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesinin ağırlığınca da olsa, bir kaya içinde, ya göklerde, yahut da yerin dibine gizlenmiş olsa bile Allah onu getirir, kıyamet gününde onun hesabını görür. Çünkü Allah Latiftir, hakkıyla haberdardır.” (23)
“Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vaz geçirmeye çalış. Sana bu emir ve yasaklama sebebiyle başına gelecek şeylere de sabret. Çünkü bunlar kesinlikle farz kılman önemli işlerdendir,” (24)
“İnsanlardan kibirlenip yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Çünkü Allah kibirlenen hiçbir insanı ve öğünenleri sevmez.”
"Yürüyüşünde mutedil ol. Şeşini alçalt. Muhakkak ki seslerin en çirkini erkeklerin anırışıdır.” (25)
Kendisine Allah tarafından HİKMET verilmiş olan (26) Lokman (a.s.) ın, her biri bir hikmet olan ve Kur’ân’da zikredilen (27) bu öğütlerinin veriliş tarzına bakarak, ailede çocuk eğitimi konusunda şöyle bir eğitim metodunun çıkarılabileceği kanaatindeyim :
Çocuğa, öncelikle Allah’ın varlığı, birliği, eşi ve benzerinin olmadığı... hususları, yani tevhîd akidesi geçerli bir yöntemle verilmelidir.
Birinci olarak, söylenilen her söz, yapılan her iş ve davranışların Allah Teâlâ tarafından görülüp bilindiği; iyilik ya da kötülüklerin hepsinin cezalandırılacağı; yapılan hiç bir şeyin gizlenemeyeceği... öğretilecek tek standartlı bir karakter geliştirilmeli.
Üçüncü olarak, insanın kendisini kemâle erdirmesinden sonra başkalarına kemâli için çalışabileceği ve bunun vaz geçilmez bir erdemlilik olduğu belirtilip, buna kavuşmanın da ancak vaktinde ve huşu ile kılınan namazla mümkün olabileceği anlatılmalı.
Son olarak da, insan her ne kadar Allah’ı tanışa, varlığım her hâl-ü kârda hissetse; ne kadar namaz kılıp, ibâdet etse... de kötü ve çirkin huylardan, yaramaz davranışlardan vaz geçmedikçe, Eksine güzel ahlâkın munis görüntüsü ile ziynetlenmedikçe iyi bir insan ve kâmil bir mü’min olamayacağı anlatılmalıdır.
Lokman Hakim’in oğluna, "yavrucağızım" diyerek, şefkat ve merhamet dolu bir hisle yaklaşması; her öğüdün başında, bu sevgi ve şefkat dolu ifâdesini tekrarlamış olması, çocuğa yaklaşım bakımından bu eğitim metodunun önemini ortaya koyduğu gibi, nasihatlerin önem sırasına göre dizilmiş, çocuğun yaş ve gelişim seviyesine göre de tedricîliği öngörüyor olması... da, eğitimin metodik değerini artırmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı bu nasihatleri, Kur’ân’da zikre değer bulup nakletmiş olması, bunu beğendiğini ve öğündüğünü; dolayısıyla sonra gelen mü’minlerin aynı metodu çocuklarına uygulamalarını arzu ettiği,
“Lokman (a.s.)’m oğluna yaptığı bu nasihatleri, Kur’ân’da zikre değer bulup nakletmiş olması Allah Teâla’nın bunları beğenip övdüğü. dolayısıyla mü’minlerin bu eğitim metodunu çocuklarına uygulamalarım arzu ettiği düşüncesi” de(28) bizim fikrimizi desteklediği kanaatindeyiz.
Lokman Hakim’in bu, çocuk eğitimi metodunu, bir eğitim programı içerisinde uygularken aynı söz ve kavramları aynı kalıplar içerisinde, herhangi bir yaştaki çocuğa aynen uygulamak yerine, söz ve kavramların muhtevalarının, çocuğun yaş ve idrak durumuna göre, basitten mükemmele doğru bir program içerisinde verilmesi kanaatimizce daha pedagojik bir yaklaşım tarzı olacaktır.
Meselâ :
"Yavrucuğum, Allah’a şirk koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.”
Bu birinci nasihat çocuğun “ilk çocukluk çağı denilen 2-6 yaş arasında” (29) bir takım basit ifadeler ve sembollerle verilebilir. Peygamber Efendimiz, “ilk konuşmaya başlayan bir çocuğa ilk önce öğretilirse, onun geleceğinden korkulmaz.” (30)
buyurmuş, tevhîd akidesinin esası olan “Allah’ın birliğini öğretmekle "bu işe başlatılabileceğine işâret etmiştir.
Biz bu sözcüğü daha basite indirgeyerek "Allah bir” deyip şehadet parmağımızla bu kavramı sembolleştirirsek, kanaatimizce çocuk iki yaşına gelmeden önce de taklid yolu ile “Allah bir’’ sözünü kendi tatlı ifadeleriyle tekrarlayacak, yahut da “Allah bir” denildiği zaman, derhal şehadet parmağını kaldıracaktır.
Tabii ki yaşı ilerledikçe de, aynen gıda, verir gibi, anlayabileceği Ölçüde Allah’ın varlığı, birliği, eşi ve benzeri olmadığı... bilgileri de sistemli bir şekilde verilebilir. (31)
Yine aynı yöntemle, yani basitten mükemmele doğru sembolik İfâde ve sözlerle çocuğa BESMELE ve HAMDELE de öğretilen bilir. Mesela, yemeğe başlarken ‘Bismillahirrahmanirrahîm’’ denilip çocuğa da Öyle yapması öğretilebilir. Aynı şekilde yedikten ve içtikten sonra da “elhamdülillah” demesi öğretilebilir. Hattâ alıştırabilmek için de yeme ve içmeğe başlarken, onun duyabileceği bir tarzda Bismillahirrahmanirrahîm; yiyip içtikten sonra da, yine duyacağı şekilde “elhamdülillah” denilerek bizleri taklit etmesi sağlanabilir. Yaşlan ilerleyince de neden BESMELE? neden HAMDELE? sebepleri anlayabileceği bir dille açıklanmaya çalışılır.
Çocuk 4-5 yaşlarına geldiği zaman da (bu daha erken veya daha sonra da olabilir) aklı, ilmi ve icatlarıyla diğer yaratıklardan daha üstün olan insanın, âdî şeyleri ilâh edinip onlara tapınmasının insanın kendisine haksızlığı (zulm)dır : her şeyi yoktan var edip büyüten ve besleyen Allah’a yapılması gereken ibadeti Allah’ dan başkasına yapması da en büyük haksızlık (zulm) olduğu (32) anlatılabilir.
Çocukta temyiz alâmetleri görülmeye başlayınca, onun iyi murakabe edilmesi gerekir diyen İmam Gazali, “bunun ilk işareti de çocukda hayâ duygularının belirtisidir. O ne vakit utanarak bazı şeyleri terk ederse, bu akıl nurunun onda belirdiğini gösterir; böylece bazı şeyleri güzel, bazılarım da çirkin görür...” (33) demiştir. Ki, çağdaş pedagoglar bu çağı, çocuğun birinci çocukluk çağı olarak belirlemişlerdir. Bu çağda (2-6. yaşlar arası) çocuk çevre gerçekleri hakkındaki basit kavramları idrak edebileceği, neyin doğru? neyin de yanlış olduğuna ilişkin basit gerçekleri öğreneceği... aile kavram ve disiplinine oldukça uyabileceği... Ana-baba ve büyüklere nasıl davranılacağını... algılayabileceği tespitlerini yapmışlardır.” (34)
O halde, çocuk 4. yaşına girdiği zamandan itibaren, ona Lokman Hakim’in nasihatlerinden İkincisi, uygun yöntemlerle verilebilir :
“Oğulcağızım, şüphe yok ki, (yapacağın iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesinin ağırlığınca da olsa; sen bu işi bir kayanın içine girip yapsan, yahut semâların derinliklerindeki uzaklıkta bir yerde veya arzın dibinde de yapsan, Allah onu bilir, görür ve kıyamet gününde hesabını vermen için ortaya getirir. Çünkü Allah latiftir ve her şeyden haberi olur...”(35) Yani yapılan işin, bu kadar uzak- da, bu kadar gizli bir yerde ve bu kadar karanlık bir ortamda yapılması onu insanların gözünden kaçırabilir ama, Allah’ın görmediği bir yeri bulmak mümkün değildir. Çünkü Allah en latif ve en küçük şeyleri görür. Dilerse cezalandırabilir...
Tabiî ki bu arada çocuğun mukabil sorulan olacaktır. Onlara da yine anlayacağı bir dil ve üslûpla cevaplar verilebilir. Meselâ çocuk :
— Allah karanlıkta da görebilir mi? dese,
— Evet. Allah “karanlık gecede, kara karıncanın, kara taş üzerinde kımıldadığını dahi görebilir”(36) cevabı verilebilir. Hattâ: ‘’Görünce de, Kıyâmet gününde, adâlet terazisi konulduğu zaman, yapılan iyilik ya da kötülüğün miktarına ve ağırlığına bakılmadan huzura getirilir, hayır ve iyilikse mükâfatı, kötülükse cezası verilir.”(37) denilebilir.
Yine Çağdaş Eğitimcilerin tesbitlerine göre, "çocuklarda ikinci çocukluk çağı 6-10, 12 yaşlan arasındadır,” Genel olarak bu çağda her çocuğun ilk çocukluk çağının çocuksu davranışlarından yavaş yavaş kurtulması ve büyüklerinin kendilerinden istedikleri tutumları takınması, başkalarına iyilik etmesi, kötülük yapmaya çalışan arkadaşlarım uyarması... gibi sosyal davranışların kendisinden beklendiği çağdır.” (38)
Eğitimcilerin yapmış’oldukları bu tesbitlere göre çocuğa, Lokman Hakim’in üçüncü sırada yapmış olduğu nasihatlerin uygulanması oldukça isabetli olabilir :
“Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülüklerden de vazgeçirmeye çalış. Bu emir ve yasaklamalar sebebiyle başına geleceklere de sabret. Çünkü bunlar kesinlikle farz kılınan önemli
işlerdendir.” (39)
Ashabını terbiye ederken bir eğitimci özelliğini sergileyen Hz. Peygamber (s.a.s.) de : 7 yaşına geldiği zaman çocuğa namaz kılmasını, 10 yaşına geldiği zaman da oruç tutmasını emredin, tutmazsa, hafifçe döğün”(40) buyurmuş. Hikmet’le eğitimcilerin birleştikleri aynı noktaya parmak basmıştır.
Çocuk eğitiminin bu noktasında çocuğa namaz kılmasını emretmenin hikmeti de Allah Teâlanın şu âyetinde açıktır
"Şüphe yok ki namaz, en küçüğünden en büyüğüne kadar her çeşit kötülükden insanı alıkor, uzaklaştırır...” (41) Yani, çocuğa namaz kılması, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırması, eğitim yöntemleri ile verilmeğe çalışırken, namazın kendisi de kötülüklerden alıkoyucu özelliğini taşıyor olması, bir yerde eğitim içinde eğitim gerçekleştirilmiş oluyor.
Artık Allah’ın varlığını, birliğini, eşi ve benzeri olmadığını tanıyan; O’nun her yerde hâzır ve nazır (gören) olduğunu bilip yapılan her ameli değerlendireceğini bilen; Allah için namaz kılıp nefsini ıslâh ettikten sonra emr-i bi’l maruf, nehy-i an’ilmünker’le de sosyal vazifelerini yerine getirme eğiliminde olan bir gencin, ancak güzel ahlâkla yükselebileceğini bilmesi, başkalarını küçük görme, alaya alma, kibirlenme, çalım satma ve şımarık davranışları ile etrafındakiler! rahatsız etme... gibi kötü ahlâkın da insanın değerini düşüreceğinin öğretilmesi de eğitim ve öğretimin (terbiye) vaz geçilmez yönlerinden biridir. Lokman Hakim’in bu safhada oğluna bu kabil tavsiyelerde bulunmuş olması ve ona :
“İnsanlardan kibirlenip yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, Çünkü Allah kibirlenen hiç bir insanı ve Öğünen şımarıkları sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol; Sesini alçalt, muhakkak ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” sözleriyle kötü ahlaktan uzak olmasını emretmiştir.
***
1952 yılında Şarkışla ilçesine bağlı Gümüş tepe köyünde doğan, M. Zeki Duman ilk okulu kökünde, orta öğretimini Kayseri’de bitirdi. 1977 de. Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Tefsir Asistanı oldu. "Kur’ân-ı Kerîm’de Adab-ı Muaşeret’’ adlı tezi ile Tefsir Dersi Öğretim Üyeliğini katandı. 1982 yılında Dr. 1987’de de Doçent oldu. Kur’an-ı Kerim ve Tıbba göre insanın yaradılışı ve Tüp Bebek Hadisesi, adında yayınlanan iki kitabı ve çok sayıda makalesi olan Duman, evli olup üç çocuk babasıdır.
***
(1) Buharî, Cenâiz, 80.
(2) Er-Rûm, 30/30.
(3) El-Mülk, 67/3.
(4) Bkz. El-En’atn, 6/14; el-Fatır, 35/1; ez. Zümer, 39/46; eş-Sura 42/11.
(5) El-En’âm, 6/79.
(6) Bkz. Lisanu’l-Arab, FTR; Tacu’l-Arus, FTR; el-Mu’cemu’l-Arabi, FIR.
(7) Lisanu’l-Arab, FTR mad.
(8) Lisanu’l-Arab Ftr mad; İbnu’l-Esir, en. Nihaye, 111/457; el-Cürcanî, Tarifât, FTR mad. Mu’cemu’I-Vaslt, FTR mad; el-Mu’cemu’l-Arabiyyi’l.Esasiyy, FTR madd.
(9) Lisanu’l-Arab, aynı yer.(10) el-Keşşaf, in/222.
(11) Kurtubî, el.Cami’ Li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIV/26-27.
(12) Mefâtihu’I-Gayb, XXV/120.
(13) Mefâtihu’l-öayb, XXV/120.
(14) Bkz. Hattabî, Ebû Davud Şerhi, V/87; Elmalılı, Tefsir, VI/3822.
(15) er-Rahmân, 55/6; Ali İmrân, 3/83; er-Ra’d, 13/15: el-Fussilet, 41/11.
(16) Bkz. er.Rûm, 30/41.
(17) Bkz. el-A’raf, 7/12-17.
(18) Çocuk Doktoru, Ağustos, 1946, sayı, 5. s. 2-3 (Kayıkçı Ali, Kan Pıhtısı, II/300.
(19) A.g.e., aynı yer.
(20) A.g.e., aynı yer.
(21) Ahlâk-ı Alâî, n/2.
(22-25)Lokman, 31/13, 16-19.
(26) "And olsun ki biz, şükretmesi için Lokman’a hikmet verdik” (Lokman, 12).
(27) M. Mecazî, et-Tefsiru’l- Vadıh, 1968, Kahire, XX/46.
(29) Bkz. E.B. Hurlock-Developmental Psychology (trc. Î.E. Başaran Eğt. Psk. 40.
(30) Tuhfetil’l-Ahfezi, Tirmizî, Şerhi, IV/53.
(31) Bkz. Öcal Mustafa, Din Eğitimi ve öğretiminde Metodlar, Ankara 1990, s. 77 vd.(32) Razi, a.g.e., XXV/146.
(33) İhyâ,
(34) E.B. Hurlock, Developmantel Psycology, s. 134. (trc. İ.E. Başaran, Eğitim Psikolojisi, Ankara, ts. s. 40.)
(35) Lokman, 31/16,
(36) İbn Kesir, Tefsir, VI/340.
(37) İbn Kesir. Tefsir, Vl/340.
(38) E.B. Hurlock, a.g.e., s. 41.
(39) Lokman, 31/17.
(40) Ebû Davud, Salât, 494, 495.
(41) el-Ankebût, 29/45