Yaşayabildiğimiz Tek Gezegen Olan Dünyamıza İtina
Bilindiği gibi hızlı nüfus artışı, sanayileşme ve sağlıksız kentleşme ülkelerin tabii ve sosyo-ekonomik yapılarına göre farklılaşan çevre sorunlarını da beraberlerinde getirmiştir.
Çevre deyimi genel anlamda kişinin bütün. sosyal, biyolojik, fiziksel ve kimyasal faaliyetlerini sürdürdüğü ortam olarak ifade edilmektedir.
Çevre sorunları öncelikle gelişmiş ülkelerden başlayarak tüm ülkelerde kendini hissettirmeye başlamış ve giderek uluslararası bir boyut kazanmıştır. Özellikle sanayileşmiş ülkelerde üstesinden gelinmesi güç düzeylere ulaşmıştır. Bunun üzerine bu sorunun halli düşüncesi ve gayreti bir çok ülkeyi birlikte hareket etme noktasına getirmiştir.
Ülkemizde son yıllarda çevre sorunları ile etkili mücadele için bir taraftan Başbakanlığa bağlı Çevre Genel Müdürlüğü, Üniversitelerde Çevre Mühendisliği bölümleri kurulmuştur. Diğer taraftan, koruma bilincinin yaygınlaşması ve bunun sonucu olarak kaynakların akılcı kullanımı yolunda eğitim yayınlan başlatılmıştır.
İnsanların gevre konusunda bu kadar gürültü koparmalarının en önemli sebebi, bu gidişle sadece karabataklar ve köknarlar değil, bizzat insan nesil hayatını idame ettirmekten endişe duymaktadır. Her canlı varlık gibi İnsan da tabii çevreye bağımlıdır. O, şunun da farkındadır ki şimdilik yaşanabilecek tek gezegen dünyadır. Makul bir şekilde kullanılmak üzere Allah tarafından emanet edilen bu dünyanın ekolojik yapısının bozulması, böylesine tehlikeli boyutlarda tahrip edilmesi dünyayı ayağa kaldırmaya yetmiştir.
Sınır tanımaz ye ahlâkî sorumluluklardan yoksun bir gelişme hırsının, çevre ve canlılar üzerindeki olumsuz etkilerinin boyutları kontrol edilemez olmuştur. Bilim-kurgu romanlarından bildiğimiz hikâye; robotların kontrolden çıkıp mucidini öldürüşü gibi insanlığın icadı teknolojinin ve diğer etkenlerin tahrip ettiği çevre de İnsanlığı öldürüyor denebilir.
İnsanoğlu tabiattaki canlı-cansız kaynakları üretim amacı ile terk etmek te ve onlardan en yüksek düzeyde yararlanma teknolojisini icat etmektedir. Fakat sonuçta, insan-tabiat-kaynaklar arası ekolojik ve ekonomik dengelerin bozulduğu görülmektedir. Şu veya bu şekilde tabii çevrenin bozulmasına bağlı olarak, giderek kesifleşen bir sun’i hayat ortamı oluşmaktadır. Oysa insan; teneffüs ettiği hava, içtiği su ve aldığı hayvani ve nebatî besinlerle tabiata bağlı bir varlıktır. Böyle bir gelişme doğrudan doğruya insanın ruh ve beden sağlığını etkilemektedir.
Şüphesiz gelişmekte olan ülkelerdeki çevre sorunlarının demografik sebepleri vardır. Ancak teknolojik faktör hiç te göz ardı edilebilecek boyutta değildir. Bunun başında, tüm üretim dallarında teknoloji seçiminde tabii çevre şartlarının yeterince dikkatle incelenmemesi ve sonuçta ekolojik dengenin bozulması gelmektedir.
Bunun yanında, son yıllarda bazı ekonomik faaliyetlerin gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kaydığı dikkati çekmektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki düşük Ücret hadleri, vergi İndirimi vb. avantajlar gelişmiş ülkelerdeki sanayinin bir kısmını buralara kaymasında itici güç oluşturmaktadır. Ancak firmalar kendi ülkelerinin şartlarına göre geliştirilmiş veya geri teknolojileri beraberinde getirmekte ve üretime sokmaktadırlar. İşte bu teknoloji daha tahripkâr çevre sorunlarına sebep olabilmektedir.
Bütün bu gelişmelere paralel olarak bilim ve teknolojiye olan saf iman çağı sona eriyor görünüyor. Uzay araçları, nükleer enerji, yeni kimyasal bileşimler, genetik mühendisliği gibi teknolojiye bağlı başarılar gözlerimizi kamaştıra dursun. Bazı açık çelişkileri de müşahede ediyoruz. Bir grup bitim adamı aya gidecek insanlar için hava teminine çalışırken, diğerleri yeryüzünde teneffüs ettiğimiz havayı nasıl kirlettiğimizin nedenlerini araştırıyorlar- Ayın yüzeyinden temiz su çıkarmak İçin nükleer enerjiye dayalı projeler geliştirilirken evlerimizdeki musluklardan akan sular içilemez duruma gelmiştir. Bilim ve ona bağlı olarak teknoloji bazı alanlarda büyük boyutlarda başarı sağlarken yeryüzünde insan hayatının devamı için basit ve ana gereksinimleri tedarikte başarısız kalmış görüntüsü sergiliyor.
Biz müslümanlar, estetik zevkimiz bakanından, dahası ruh ve beden sağlığımız yönünden son derece önemli olan tabii çevreyi “sun’ullah” olarak kabul ederiz. Bu bakımdan İslâm’da yeryüzünün iman, tabiatın yaşanabilir bir sevi’ yede tutulup korunması “farz-ı kifaye” olarak telakki edilmiş ve bu çeşit çabalar ibadetler sınıfına katılarak kutsilik vasfı verilmiştir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de "Sizi yerden yetiştirip meydana getiren ve sizin için bir Ömür geçirip orayı bayındır hale getirmenizi dileyen odur." (Hud. 11/61) buyurmaktadır. Dolayısıyla Allah’ın emanet ettiği yeryüzünün korunmasının imani bir görev olduğu bilincimizi tekrarlıyoruz.
* * *
1949 yılında Erzincan’ın Tercan İlçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Zonguldak’ta tamamladıktan sonra, 1969 da A. Ü. İlahiyat Fakültesini bitirdi. Çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptı. 1984 yılında M. E. B. Personel Genel Müdürlüğü’nde Şube Müdürlüğü görevine başlayan Gül, aynı Bakanlıkta Personel Daire Başkanlığı ve Personel Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Yayınlar Dairesi Başkanı iken Bakanlık Müşavirliğine atandı. Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Kürsüsünde master yapmakta olan Ahmet Gül 8.5.1991 tarihinde D.İ.B. Dini Yayınlar Dairesi Başkanı olarak görevlendirildi.