Makale

DİLİMİZDEN SESSİZCE GÖÇ EDEN BİR KAVRAM KUL HAKKI

DİLİMİZDEN SESSİZCE
GÖÇ EDEN BİR KAVRAM
KUL HAKKI

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Cüçlünün haklı değil, haklının güçlü olduğu bir sosyal ilişkiler anlayışını önemle vurgulayan İslâm, bir yandan "dindar" olup bir yandan kul haklarına tecavüz çelişkisine asla prim vermez. Bu gerçeği hafızalara yerleştirmek isteyen Hz. Peygamber konuyu çarpıcı bir örnekle ortaya koymakta başkalarının hakkına tecavüz etmeyi gerçek iflâs diye nitelemektedir.

"Hava"nın ne demek olduğunu, soluk almaktan mahrum kalınca fark ederiz. Toplumla- rı ayakta tutan değerler de böyledir. Günlük hayatın boğucu hengâmesi içinde fark edilmeden varlıklarını devam ettirirler. Bu sebeple de yok oluşları, toplumsal bünyede birden hissedilmez. Bir "kuluçka dönemi" söz konusudur. Habis urun hemen sancı yapmadığı gibi, kaybolan değerlerin yerini alan "yabancı unsurlar" da etkisini birden bire göstermezler. Ortaya çıktıklarında ise çok kere iş işten geçmiş olur.
Bizi biz eden yapı taşlarımız düşünce dünyamıza, dilimize, gündelik hayatımıza birer kavram şeklinde tutunmuşlardır. Hak, adalet, doğruluk bu yapı taşlarının sadece bir kaçıdır. Çoğu toplumsal şuurumuzda yaşama savaşı vermektedir bu değerlerin. Bir kısmı ise sessizce göç edip gitmiştir. Meselâ, "kul hakkı" kavramı toplumumuzun gündelik hayatında ne kadar yer tutuyor? Kul hakkı diye bir kavaramdan haberdar olmayan sayısız insanımız yok mu?
Fizikî mekânlar gibi kavramlar dünyası da boşluk kabul etmiyor. Gidenin yerini bir başkası, hatta birkaçı mutlaka dolduruyor. Kul hakkı kavramı dilimizden sessizce göç edip gitti. Onun yerine çoğu argo kelimeler dağarcığının "saygın" birer elemanı olan türedi kavramlar aldı. "Hortum", "hortumcu", "köşe dönmek", "kapkaç", "baba" ve daha nicesinin bu ülke insanın dilinde yer edişi çok eskilere dayanmıyor.
Çocukluğumda, annemin sunduğu yiyecekleri, "yetim hakkı olur" diye yemeyen, hatta evimizde su bile içmeyen misafirleri hiç unutmadım. O zamanki yaşımla misafirlerimizin bu tutumunu pek anlamlandıramamıştım. Yıllar sonra, "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar..." (Nisa, 10) ayetini görünce derhal o komşularımızı hatırladım. Misafiri oldukları evde kendilerine sunulan basit şeyleri kabul etmek sureti ile, "yetim malını haksızlıkla yemiş" olmaları asla söz konusu değildi. Fark ettim ki, Kur’an kültürünün yapılandırdığı Anadolu mayası, bazı noktalarda hassasiyeti bu noktada çizginin ötesine taşırmış, aşırılık denebilecek bir tutumun oluşmasına yol açmıştır. Öyle de olsa, "Allah’a ne hesap veririz!" endişesi açıkça hakimdir bu anlayışa. Dinî duyarlılığın aşırıya kaçmış bu görüntüsünde bile insanı saran, insanın içini derinden derine hazla dolduran bir şeylerin varlığını hissetmişimdir hep. Bu tecrübemden yıllar sonra, bir başka şehirde, süt güğümlerinin içine lağım suyu kattığını gören ve "Sen Allah’tan korkmaz mısın?" diye çıkışan kimseye "Kırk taşa dokunan su temiz olmaz mı?" pişkinliği ile cevap veren bir "sütçü" de tanıdım. Çocukluğumdaki komşularımızın "aşırıya" kaçan duyarlılığını, bu insanlık dışı davranışa dönüştüren şey ne idi?
Allah korkusunun beslediği "kul hakkı" anlayışı, İslâmî kaynaklarda "hukuku’l- ibâd" (kul hakları) formülü ile yer alır. Batı kökenli "insan hakları" terimi dünyevi/seküler bir bakış açısının ürünüdür. İnsanı yalnızca, yeryüzünde yaşayan, düşünen ve üreten bir canlı olarak ele alır. Alanı insanlar arası ilişkilerdir. "Hukuku’l-ibâd" terimi ise, hak kavramını "insan -Allah- insan" ilişkisi içinde ele alır. Tam açılımı "Hukuku ibadillah" yani "Allah’ın kullarının hakları"dır. Bu bakış açısı ile insanlar arası ilişkiler yaratıcı kudretin kontrol ve yönlendirmesi altındadır. Bu ilişkilerde yaptırımın kaynağı maddî olduğu kadar manevîdir. Hatta hukukun korunmasında manevî yaptırım yönü daha ağırlıklıdır ve pratik olarak daha etkilidir. "Kul hakkı" kavramı, kurgusu itibarı ile özünde şu mesajı taşımaktadır: "Hiç kimse korumasız değildir. İnsan, Allah’ın yarattığı ve değer atfettiği, "kulum" deyip himayesine aldığı, hayatını sürdürmesi için gerekli şartları oluşturduğu, yaratıkların en şereflisi bir varlıktır. Onun, bu konum sebebi ile sahip olduğu değerlere, bunların pratik göstergesi olan haklara karşı yapılacak herhangi bir haksız davranış, onun asıl sahibine, himayesinde bulunduğu kudrete karşı yapılmış demektir."
İnsanın bizzat kendi varlığının kendi elinde Allah’ın bir emaneti olduğunu vurgulayan İslâmî yaklaşım, başkalarının haklarını olduğu kadar, kendi haklarını da kişiye karşı korur. Çünkü insan çok kere "kendine apaçık zulmeden" (Sâffât, 114) bir tavır içindedir. Bu bazen, iyi eylemlerin ölçüsüzce uygulanmasından kaynaklanır. İbadetlerde aşırılığa kaçan Ebû Derdâ’ya, "Rabb’inin senin üzerinde hakkı vardır, nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, ailesinin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver" diyen Selmân’ı (r.a.) Hz. Peygamber’in "Doğru söylemiş" diye onaylaması örneğinde bu gerçeği açıkça görüyoruz. (Buhârî, Savm, 51)
Kul hakları söz konusu olunca maddî haklar ile manevî hakların/kişilik haklarının oluşturduğu iki temel alandan söz edilebilir. Bu alalardan hiçbirinin diğerinden daha az önemli olduğunu söylemek mümkün değildir. Güçlünün haklı değil, haklının güçlü olduğu bir sosyal ilişkiler anlayışını önemle vurgulayan İslâm, bir yandan "dindar" olup bir yandan kul haklarına tecavüz çelişkisine asla prim vermez. Bu gerçeği hafızalara yerleştirmek isteyen Hz. Peygamber konuyu çarpıcı bir örnekle ortaya koymakta başkalarının hakkına tecavüz etmeyi gerçek iflâs diye nitelemektedir: "Benim ümmetimin müflisleri kıyamet gününde namazını kılmış, orucunu tutmuş, zekâtını vermiş olarak gelen, bununla birlikte dünyada iken şuna küfretmiş, şunun namusuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, şunun kanını dökmüş, ötekini dövmüş olan kimselerdir. Bu kimselerin yaptığı iyi işlerin sevaplarında hakkına tecavüz ettiği kimselere verilir, henüz hakların ödenmesi tamamlanmadan sevapları tükenir. Bu sefer hak sahiplerinin günahlarından alınıp bunların hesabına geçirilir sonra da cehenneme atılırlar." (Müslim, Birr, 59) Bu uygulamanın kesin olarak geçekleşeceği şu hadiste bir kere daha vurgulanmaktadır: "Kıyamet gününde hakları sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı bile boynuzlu koyundan alınacaktır." (Müslim, Birr, 60)
İslâm’ın getirdiği kul hakkı kavramının "insan -Allah- insan" düzlemi içinde şekillenişinin elle tutulur örneğini, bu kavramın zekât ve sadaka gibi malî ibadetlerin yapı taşlarından biri olarak sunulmuş olmasında görüyoruz. Mü’minlerin mallarında yoksul ve muhtaçların belli bir hakkı vardır (Zâriyât, 19) ve haklar hak sahibine verilmelidir. (Rûm, 38) Bu görev geciktirilmeden yerine getirilmelidir. (En’am, 14i) Bir ibadetin omurgasını kul hakkı ifasının oluşturması konumuz açısından son derece anlamlıdır. Zekât ve sadaka gibi ibadetlerde yaşanacak aksamalar, kul hakkına tecavüzün pasif örneklerini oluşturur. Kur’an’ın, kul hakkına karşı du- yaritltğt ibadet ortamı içinde oluşturması, bu alanda sergilenecek aktif tecavüzlerin çok daha büyük sorumlulukların kaynağı olduğu bilincini de kendiliğinden oluşturur. Hele, korumasız ve güçsüz kimselerin haklarının gözetilmesi daha hassas bir alan oluşturur ve Kur’an bu konuda gerekli duyarlılığı ortaya koyar: "Yetimlere haklarını verin. Temizi pis olanla (helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır." (Nisa, 29)
Kul hakkına tecavüz en yaygın şekilde yarı aktif ve dolaylı yollarla gerçekleşmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerinin hukuk alanında ve özellikle rüşvet şeklinde ortaya çıktığı gözlenmektedir. Kur’an inananlarını bu konuda şöyle uyarıyor: "Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarında bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin." (Bakara, 188) Rüşvet, yalnız yargı alanında değil, idari alanda da söz konusudur ve en az yargı alanında olduğu kadar zararlıdır. Dünyanın her yerinde farklı ölçülerde de olsa, rüşvet "olmaz" işleri "olur" yapmakta ve bu da bireysel ya da toplumsal ölçüde hakların istismarına ve sonuçta dengelerin bozulmasına yol açmaktadır.
Yalancı şahitlik de kul hakkının yenmenin pasif yöntemlerinden biridir. Bu bakımdan Müslüman, kendisi, ana babası ve en yakın akrabalarının aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaletin geçekleşmesi sağlamalıdır. Hakkında şahitlik yapılan kimsenin ekonomik ya da sosyal konumu, şahitliğin niteliği üzerinde asla etkili olmamalıdır.(Nisa, 135) Aksine davranış büyük sorumluluğu gerektirir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.) "Her kim yalan yere yemin ederek bir kimsenin hakkını gasp ederse, Allah o kimseye cehennemi vacip kılar, cenneti ona haram kılar" (Müslim, İman, 218) buyurmuştur. Mahkeme koridorlarında yanınıza sokulup "şahit lâzım mı?" diye "iş" arayanların varlığı inkâr edilebilir mi? işin bir başka yönü de, mahkemelerde yapılan savunmalarla ilgilidir. Davacı ve davalı tarafların iddialarını ispat etmek için gerekli delilleri ortaya koymaları, kendilerini savunmaları hem bir hak, hem de bir görevdir. Savunma işi doğrudan doğruya taraflarca yapılabildiği gibi vekiller yani avukatlar aracılığı ile de yapılabilmektedir. İşte bu aşamada sergilenen çaba, sadece gerçeğin ortaya çıkıp karara yansımasını sağlamak amacına yönelik olmalıdır. Gerçeği yansıtmayan "delil"ler ya da güzel konuşmalarla hakimin yanlış karar vermesine sebep olunması halinde sorumluluk bu yanılgıya sebep olan tarafındır. Bu noktada avukatlar önekli bir fonksiyon icra etmektedirler. Prensip olarak bir avukat, kendisine başvuran bir kimseyi dinleyip, haklılığına, ya da haklı çıkabileceğine inanmadıkça onun savunmasını üstlenmemelidir. Dava sürecinde savunulan tarafın haksız olduğu anlaşılacak olursa derhal davadan çekilmelidir. Hakimi yanıltıcı her söz ve eylemin gasp edilen kul hakkından pay sahibi olduğu unutulmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuyu şöyle dile getirmektedir: "Sizler muhakeme edilmek üzere bana geliyorsunuz. Bir kısmınız delilini sunmada daha mahir olabilir. Kimin söylediklerini esas alarak kardeşinin hakkını ona geçirecek bir hüküm verirsem, (aslında) o kimseye cehennem ateşinden bir parça ayırıp vermiş olurum; onu almasın." (Buhârî, Şehâdât, 27)
Acaba gerçekten "Devletin malı deniz" mi? Kamu malı diye, kamunun bireyleri ondan dilediklerince yararlanabilirler mi? Tabi ki hayır. Fakat ne yazık ki, kamu malına karşı sergilenen tavır, çok kere bu sorunun olumlu cevabının yansımasıdır. Halbuki, bireylerin oluşturdukları ortaklıklarda ortaklar oluşturdukları sermaye üzerinde bile ulu orta tasarrufta bulunamazlar. Tek tek bütün toplum fertlerinin ortak olduğu mallar ya da değerler üzerinde bireyler, tek taraflı yarar sağlayacak tasarruflarda bulunması nasıl haklı bir sebebe dayandırılabilir? Kul hakkının en tehlikeli biçimi kamu malına, kamu hukukuna tecavüz yolu ile oluşturulanlardır. Zira hak sahiplerin ile bire bir yüzleşerek yapılan hatanın ve karşı tarafa verilen zararın telâfisi yani helâlleşmek adeta mümkün değildir. Kamu malını yönetmek ve kamu hukukunu temsil etmekle görevli olanların ağır sorumluluğu da bu açıdan hemen ön plâna çıkmaktadır. Kamu görevlisinin rüşvet alması, görevini ihmal etmesi, liyakatsizliği sebebi ile üretimin ve kalitenin düşmesine sebep olması doğrudan doğruya kamu haklarına tecavüz anlamına gelir. Bu bakımdan, zekât toplamakla görevli bir sahabi- nin, topladığı zekât malları yanında kendisine hediye olarak verilen bazı malları kastederek "bunlar da bana hediye edildi" demesi üzerine Hz. Peygamberin yaptığı şu uyarı çok anlamlıdır: "Zekât toplama görevlisine ne oluyor ki, kendisini göreve gönderiyoruz, gidip geliyor ve ’şu mallar sizin, bu da bana hediye edildi’ diyor. Anne ve babasının evinde otursaydı da görseydi bakalım kendisine bu mallar hediye edilecek miydi, edilmeyecek miydi? Kudret ve iradesi ile yaşadığım Allah’a yemin ederim ki içinizden zekâtlık mallardan bir şey alan kimse kıyamet gününde onu boynuna asılı olarak getirecektir, aldığı mal böğüren bir deve veya inek yahut meleyen bir koyun da olsa..." (Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, III, 423).
İnsan kişiliğini, kişilik haklarına çok kere malında hatta canından daha çok önem verir. Kişiliğini koruma uğruna malını, canını feda edebilir. Bu da kişilik hakların saygı göstermenin önemini vurgulaması bakımından yeterli bir göstergedir. Toplum içindeki statüsü, ekonomik durumu, bilgi ve kültür düzeyi, dini, milliyeti ne olursa olsun, herkesi insan olarak yer yüzünde bulunması dolayısıyla doğuştan getirdiği temel hakların dikkate alınması İslâm’ın üzerinde önemle durduğu konulardan biridir. Bütün ahlâki kuralların, bu hakların gözetilmesi ile yakında ilişkisi vardır. İnsana sırf Allah’ın kulu olduğunu göz önünde bulundurarak değer atfetmek bu konuda temel prensiptir. Yaratıcı kudretin varlık dünyasına çıkardığı her insan değerli ve saygındır. Hangi gerekçe ile olursa olsun onu aşağılayacak, Allah’ın kendisine atfettiği değeri ondan "esirgemek" anlamına gelecektir. Sözlü olarak ya da işaret yolu ile inanı alaya almaktan tutunuz (Hucurât, 11, Hüme- ze, i) onu çekiştirmeye, gıybetini etmeye kadar İslâm ahlâkının yasakladığı pek çok davranış, kul haklarının hoyratça gasp edildiği alanları oluşturmaktadır.
Tutulmayan bir sözün, söz verilen kimsenin ruh dünyasında yaptığı tahribat nasıl giderilebilir? Kırdığımız bir kalbin tamiri ne derece mümkündür? Yunus’un, bir kalbe karşı sergilenecek bu tür bir "davranışı", yapılacak ibadetleri boşa çıkaracak bir eylem gibi görmesi boşuna mıdır?: "Bir kez gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil."
Kul haklan konusunda hassas davranmak hikmetin meyvesidir ve "Hikmetin başı Allah korkusudur."