Makale

Kâbe'nin Yollarında

Kâbe’nin
Yollarında

Prof. Dr. Nesimi Yazıcı
Ankara Üniv. Ilâhiyat Fak.

İbadetlerimizin içerisinde haccın çok özel bir yerinin bulunduğunda hiç şüphe yoktur. Bir kısım ibadeti yapmak için bedenen güçlü olmak, diğer bir kısmı içinse maddî imkânlar yönünden kuvvetli bulunmak gerekirken, hac ibadetini yerine getirmek hem sağlıklı bir bedene ve hem de belirli düzeyde bir zenginliğe sahip olmamızı gerektirir. Ayrıca hac, Kâbe’nin yakın çevresindekiler için bile, yılda ancak bir defa ve muayyen zaman diliminde yapılabilecek bir ibadet olmasıyla da farklı bir özellik içerir. Onun bu durumu dolayısıyladır ki, hemen bütün Müslümanların gönüllerinde haccın pek
ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Hele bizim gibi coğrafî mekân itibarıyla Kâbe’den uzak bulunanların kalpleri, daimî olarak Peygamber sevgisiyle birlikte, onun yaşadığı yerlerin özlemi, Beytullah’a ulaşacak yolları bulabilmenin aşkı ve hac ibadetini yerine getirebilmenin arzusuyla dolu bulunmuştur.
Modern zamanlarda büyük gelişmeler göstermiş olan nakil vasıtaları öncesinde Kabe’ye ulaşmak, gerçekten zorlu ve uzun süreli bir seyahati göze almayı gerektiriyordu. Geçmiş dönemlerin deniz yolculuklarının bile, en azından korsanlık faaliyetleri dolayısıyla, büyük tehlikeler arz etmiş bulunduklarını hatırlamamız yerinde olacaktır. Karadan giden hac kervanlarıysa, bazı defalar ayları bulan yorucu ve yıpratıcı, aynı zamanda da can ve mal tehlikelerini içeren seferler sonunda hedeflerine ulaşmaktaydılar.
Hac ibadetinin belirli düzen içerisinde yapılması, Hz. Peygamber’den başlamak üzere, İslâm devletlerinin yöneticilerinin yakından ilgilendikleri konuların başında yer almıştır. Nitekim Hicret’in 9. yılında; "Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" hükmünü içeren Âl-i İmrân suresinin 97. ayeti nazil olduğunda Peygamber Efendimiz, bu ilk İslâmî hac ibadetini yönetmek görevini Hz. Ebû Bekir’e vermiş, onu Hac Emiri tayin etmişti. Daha sonra Hulefâ-i Râşidîn, Eme- vîler ve Abbasîler dönemlerinde de halifeler, Müslümanların hac ibadetlerini olabildiğince huzurlu bir biçimde yerine getirebilmeleri, Haremeyn-i Şerîfeyn diye isimlendirilen Mekke ve Medine’ye gidiş ve gelişlerinde sıkıntılarla karşılaşmamaları için tedbirler almayı, kendi sorumluluklarının önemlilerinden biri olarak düşünmüşlerdir. Bu yönde bir örnek olarak Halife Mütevekkil (847-861 )’in, Sâcoğullarından Abbasîlerin hizmetine giren ilk kişi olan Ebu’s-Sâc Divdâd b. Yusuf Dîvdest’i 856’da Irak’la Mekke arasındaki hac yolunun güvenliğini sağlamak üzere Tarîk-i Mekke Valiliği’ne tayin etmesini hatırlayabiliriz. Nitekim onun oğlu Muham- med el-Afşin de 880’de aynı göreve Haremeyn Valiliği de uhdesinde bulunmak üzere tayin edilecektir. Bu hatırlatmadan sonra biz, uzun dönemleri atlayarak Osmanlılara gelecek olursak, atalarımızın hac ibadetini yerine getirmek konusunda daima hassasiyet göstermiş olduklarını, Mekke ve Medine’ye hizmet götürmek
için büyük çabalar sarf ettiklerini, bunun yanında haccın kendi aslî düzeni içerisinde ve bütün Müslümanlar tarafından kolaylıkla yerine getirilebilmesinin tedbirlerini almaya özen gösterdiklerini ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bu yazı bir iddianın ispatını hedeflemediğinden, bu hususların bazılarını burada özlü biçimde vermekle yetinmek istiyoruz.
Osmanlı ibadet tarihi hâlâ bâkir bir alan olmakla, dolayısıyla hiç incelenmemiş bulunmakla birlikte biz, genelde Müslüman Türklerin hac ibadetini yerine getirmeye büyük özen göstermiş olduklarını ifade etmek istiyoruz. Nitekim Ankara, Kayseri, Konya ve Sivas başta olmak üzere; Amasya, Adana, Gaziantep (Ayın- tab), Diyarbakır, Edirne, Manisa ve Trabzon şehirlerine ait tereke defterlerinden ihtimalî sondaj metoduyla ve XVI. yüzyılın ikinci yarısıyla XIX. yüzyılın ilk yarısını kapsayan zaman dilimine ait 1350 tereke kaydına dayanılarak yapılan bir çalışmaya göre % 15,63 oranında, yani 211 kişinin hacı olduğu görülmüştür. Bu durum Osmanlı aileleri arasında hacca gitme eğiliminin oldukça yüksek olduğunun göstergesi olarak yorumlanmalıdır. Bu oran, daha önce yapılan iki araştırmada Ankara için % 20, Kayseri için ise % 35 olarak bulunmuştur (Ömer Demirel,
Adnan Gürbüz, Muhittin Tuş, "OsmanlIlarda Ailenin Demografik Yapısı", Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, Ankara, 1992, c. I, s. 101-103). 1 839-1 876 arası Bursa’yı değerlendiren bir diğer çalışmada, 1839-1864 arasında yine tereke defterlerine göre 720 Müslüman (465 erkek, 255 ka- ~dın)’dan, muhtemelenyolculuğun sıkıntısı dolayısıyla, hiçbir kadın hacı bulunmazken, 83 erkeğin el-hac unvanını taşıdıkları, yani hacca gitmiş oldukları anlaşılmaktadır ki, bu sayı %1 7,8 oranına karşı gelmektedir (Abdurrahman Kurt, "OsmanlIlarda Kadının Sosyo-Ekonomik Konumu", OsmanlI, Ankara, 1999, c. V, s. 441). Halkımızın hacca gösterdikleri özenin birer göstergesi olan bu rakamlar yanında, bu durumu destekleyen başka bir kısım delillere de sahip bulunmaktayız. Örnek olarak günlük hayatımızda yer etmiş çok sayıdaki diğerlerini hemen hatırlayacağımız, şu atasözleri ve deyimleri gösterebiliriz; "Hacı ağa; Hac senesi gi- -bt uzadt; Hac sevab< yaaltr; Hacc-a giden geldi,-— saca giden gelmedi; Hacca gidenin işini azmaz ki, tez gelsin diye; Hacı hacı olmaz gitmekle Mekke’ye, dede dede olmaz gitmekle tekkeye; Hacı hacıyı Mekke’de bulur; Hacı lokumu gibi her ağıza uyar; Hacı Mekke’de yaraşır, derviş tekkede; Hacı Murad Kuşu gibi; Hacı Ömer Kâ- be’den getirmiş, azımızı çoğa tutsunlar demiş; Hacıya tespih alır mısın demişler, ya biz buraya niye geldik, demiş (Türk Atasözleri ve Deyimleri II, İstanbul, 1971, s. 202-203).
Hac ibadetinin Osmanlı ülkesindeki Müslü- manlar açısından ifade etmiş olduğu önemin göstergelerinden bir diğeri olarak, bu konuda yazılmış bulunan eserleri hatırlamamız yerinde olacaktır. Hac bir ibadet olması dolayısıyla doğal olarak Fıkıh kitaplarına müstakil bir konu oluşturduğu gibi, onun bir seyahati içermesi dolayısıyla, yer yer bu yönünü öne çıkaran mensur ve manzum farklı ıııııı edebî eserlerin de konusu olmuştur. Nitekim bu tür kitaplar, son zamanlarda yapılmış olan bir araştırmada; genel k olarak Menâzil-i Hac veya Menâsik-i Hac adı altında toplanabilecek olan hac el kitapları; 1664/65 tarihli Seyyid Hasan Rıza’nın Tuh- fetü’l-Menâzili’l- Kâbe ve Mehmed Edib’in XIX. yüzyıl başlarına ait Neh- cetü’l-Menâzil’i gibi rehber nitelikli hac seyahatnameleri; Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatname’sinde yer verdiği hac hatıraları ile Söylemezoğlu Süleyman Şefik’e ait esasta 1890 hac yolculuğunu anlatan Hicaz Seyahatnamesi gibi hatıra ve rapor nitelikli hac seyahatnameleri ile, Nâbî’nin *1678/79 yılı hac izlenimlerini anlattığı Tuhfetü’l-Harameyn’i benzeri edebî hac seyahatnameleri olarak dört ana başlık altında toplanmıştır. (Menderes Coşkun, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-Hara- meyn’i, Ankara, 2002).
Osmanlı padişahları, daha Hicaz’ın yönetimini/hizmetlerini üstlenmedikleri dönemlerde bile, Mekke ve Medine’ye surre denilen, önemli miktarlarda yardım göndermekteydiler. Nitekim tarihlerin kaydına göre Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmed ilk defa surre göndermiş, kendisini daha sonra II. Murad’ın her sene Mekke, Medine, Kudüs ve Halilürrah- man’a 3500 filoriden oluşan surresi takip etmiştir. OsmanlIların gönderdikleri, hac kervanlarıyla surre alayları, 1517’den itibaren Mısır’ın fethiyle Yavuz Sultan Selim’in Hâdimü’l-Hare- meyni’ş-Şerîfeyn unvanını alması, Hicaz bölgesinin de OsmanlIlara bağlanmasından sonra çok daha kapsamlı ve muntazam hâle getirilerek, her yıl yapılması gereken pek önemli bir uygulama şekline sokulduğu bilinmektedir. Surreyi de içeren hac kervanının Kahire ve İstanbul’da tertibi, yola çıkarılması, İstanbul kervanının Şam’a ulaşması, oradan menzilleri sırasıyla aşarak Medine ve Mekke’ye varması, gönderilen yardımların usulüne uygun olarak dağıtılması, hac ibadetinin en müsait şartlarda yerine getirilmesine çalışılması... oldukça geniş bir konu olup, aktarılması bu yazının sınırlarını aşacağından bu kadarlık bir hatırlatma ile yetinmek istiyoruz. Fakat şunu da ilâve etmemizde yarar bulunmaktadır ki, hac kafilesinin güvenli bir yolculuk yapması, bizzat Osmanlı padişahının meşruiyetiyle alâkalandırdığından, son derece de önemliydi. Bunun için yol boyunca gerekli her türlü tedbirin eksiksiz alınmasına çalışılır, Emir- i Hac tayin edilen kişi gerekli imkânlarla teçhiz edilirdi. Düzenli bir hac organizasyonunun gerçekleştirilebilmesi için hiçbir harcamadan kaçınılmazdı. (Geniş bilgi için bkz. Abdülkadir Özcan, Hac, Osmanlı Dönemi, DİA, c. XIV, s. 400-408; Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Hümâyûn ve Surre Alayları, Ankara, 1989; M. Atalar, Emir-i Hac, DİA, c. XI, s., 1 31133).
Hac dolayısıyla Osmanlı yönetiminin ilgilenmek mecburiyetinde kaldığı konulardan biri de, Mekke’ye gelen hacıların uygun mekânlarda kalmalarının temini, ayrıca şehrin temizliğine, artan ziyaretçi oranında daha fazla özen gösterilmesiydi. Osmanlı idarecileri iyi düzenlenmiş bir haccın ifası için azamî çabayı göstermişler, Mekke ve Medine’nin altyapılarına küçümsenmeyecek yatırımlar yapmışlardır. Çünkü onlar yalnızca kendi ülkelerinin hacılarına değil, İslâm dünyasının dört bir tarafından gelmiş bütün hacılara hizmet götürmek, onların hepsinin huzurlu bir hac ibadeti yapmalarını sağlamak zorundaydılar. Bu durum çok sayıdaki fermanda bu şekilde açıklanmış bulunmaktadır. Yine Osmanlı padişahları bizzat Kâbe’nin tamiri gerektiğinde, bunu da en uygun şekilde yerine getirmişlerdir (Bkz. Muhammed Emin el-Mek- kî, Hulefâ-i Izâm-ı Osmaniyye Hazerâtının Haremeyn-i Şe- rîfeyn’deki Âsâr-ı Mebrûre ve Meşkûre-i Hümayûnları, İstanbul, 1318; Sadık Eraslan, "OsmanlIların, Haremeyn-i Şerifeyn Hizmetleri", Diyanet İlmî Dergi Osmanlı Özel Sayısı (Ankara, Ocak-Şubat-Mart 1999), s. 207-230).
Osmanlıların, hac dolayısıyla hatırlanması gereken en önemli hizmetlerinden biri de, devletin gerçekten çok sıkıntılı bir döneminde, inancın ve yardımlaşmanın pek güzel bir örneği olarak gerçekleştirdikleri Hicaz Demiryo- lu’dur. Tanzimat sonrasında başlayan demiryolculuk çalışmaları sırasında ülkenin önce Rumeli, sonra da Anadolu bölgesinde muhtelif demiryolları yapılmıştı. Bunların hemen tamamı yabancıların sermayesiyle ve onlara verilen imtiyazlarla inşa edilmişti. Hicaz bölgesine ve Arabistan yarımadasındaki en uzak nokta olan Yemen’e ulaşmak için ise hâlâ çoğunlukla kara yolu ve kervanlar kullanılıyordu. Şam’dan itibaren Medine’ye kırk, Mekke’ye elli gün tutan bir kervan yolculuğunda, devenin üstünde veya arkasında bulunmanın ne anlama gelebileceğini düşünmek zor olmasa gerektir. İşte II. Abdülhamid’in çok önem verdiği düşlerinden biri, bu sıkıntıya son vermekti. Padişah buraya yabancı sermayeyi sokmak istemiyordu. Hâzinenin de sıkıntısı bilinmekteydi. Memurlar maaşlarını ancak aylar sonra alabiliyorlardı. Fakat bu proje de çok önemliydi. Nihayet yapılan dikkatli çalışmalardan sonra Padişah kesin kararını verdi ve 2 Mayıs 1900 tarihli iradesi üzerine, inşaata aynı senenin 1 Eylül’ünde başlandı. İlk merhalede demiryolu Şam’dan Mekke’ye ulaşacak, ileride Akabe ve Cidde’ye bağlanması, hatta Yemen’e kadar götürülmesi söz konusu olabilecekti. Böylece siyasî, askerî ve İktisadî yararlar yanında, hacıların taşınmasında çok önemli kolaylıklar temin edilecek, Şam-Mekke bağlantısı dört beş güne İnebilecekti.
Hicaz Demiryolu Şam-Medine arasında, Hayfa bağlantısı ile birlikte 1464 km. ye ulaşmış olarak 1 Eylül 1908’de açıldı. Avrupa ülkelerinin tamamının hayalden ibaret diye önemsemedikleri proje, hiçbir dış borç alınmadan gerçekleştirilmişti. Fakat bu sonuç bir veya birkaç cümle ile anlatılamayacak ve anlaşılamayacak kadar önemlidir. Çünkü bu proje ile II. Abdülhamid, ülkemizdeki Müslümanları bu hayırlı hedef istikametinde birleştirmiş olduğu gibi, bütün dünya Müslümanlarının da dikkatlerini bu noktada odaklamalarını sağlamıştı. Projenin üçte biri ülke içi ve dışından, kadın-erkek, zengin fakir, yaşlı-genç Müslümanların verdikleri yardımlarla gerçekleştirilmişti. Padişah’ın 26 Nisan 1909’da tahttan indirilmesi, Arapların bağımsızlık sevdasına düşmeleri ve hattın devamının bu sevda ile ters düşmesi dolayısıyla, Hicaz Demiryolu Medine’den ileriye gidemedi. Bugün onun izlerini, bazen çok belirgin ve hâlâ kullanılır halde, bazense çölün kumlarına karışmış hâliyle takip edebilmekte ve bu sarsılmaz inanç ve başarma azmi karşısında saygıyla eğiliyoruz.
Bu satırların yazarı olarak ben, geçtiğimiz yıl hacca gitme imkânı buldum. Bilindiği gibi son senelerde hacca gidiş hava yolu ile yapılmaktadır. Bu nedenle Hicaz Demiryolu’yla gerçekleştirilen işin büyüklüğünü, ancak tahmin edebilmekteyim. Fakat şu kadarını iyi biliyorum ve bu vesile ile okuyucularımla da paylaşmak istiyorum. Arafat’ta vakfe haccın farzlarından biri. O nedenle de bütün hacı adayları buraya gidiyor ve belirli bir süre burada dua ve niyazda bulunarak bu şartı yerine getiriyorlar. Ben hac yolunda Diyanet işleri Başkanlığı’nın misafiri olduğumdan, teşkilâtın sahip olduğu imkânlardan azamî ölçüde faydalandım. Arafat’a gitmek için de özel geçiş üstünlüğü olan bir vasıtayı kullandım. Fakat bir ay süren hac seyahatim esnasında, en fazla Arafat’a ve şeytan taşlamaya gidip gelirken sıkıntı çektim. Şimdi Hicaz Demiryolu projesi içerisinde Mekke-Arafat arasında, o günün şartlarında bile, birbirine paralel üç ayrı hat döşemeyi düşünenleri, saygı ve minnetle hatırlıyorum.
Yapılan işin büyüklüğünün son bir kanıtı olarak da, 6 Ekim 1913 tarihli Kastamonu gazetesinde yer alan bir ilândan söz etmek istiyorum. Mühim İlân Medine-i Münevvere-yi Ziyaret İçin Yüzde Elli Tenzilât başlıklı bu uzun ilânda, hacca gitmek için büyük çoğunluğun deniz yolunu tercih edeceği ön görülmüş olan Anadolu ve Rumeli kökenli hacı adaylarına duyurulan kolaylık şudur: Hacı adaylarının tamamı Hz. Peygamber’in kabrini ziyareti arzu edecekler, yani Medine’ye de gitmek isteyeceklerdir. İşte Hicaz Demiryolu Idaresi’nin sunacağı kolaylık da bu noktada başlamakta ve şayet Şam veya Hayfa’dan Medine’ye gidilecek olursa, yataklı vagonları dahil üç mevkii, yani farklı fiyat seçenekleri bulunan ve yiyecek içecek, namaz gibi ihtiyaçların da düşünüldüğü trenle seyahat etmeleri tavsiye edilmekte, yolculuğun 58 saat olduğu bildirilmektedir. Fakat bizim gibi yaklaşık doksan sene öncesini okuyanlar için enteresan ve biraz da anlaşılmaz gelen nokta da buradadır. Normal olarak bu durumda hac yolunun Medine’ye kadar olan kısmının trenle, geri kalanının da deve kervanlarıyla yapılacağı düşünülebilir. Hayır ilânda belirtilen, Şam veya Hayfa’dan Medine’ye gidip-dönülmesidir. Hayfa’da vapurlar hazırlanacak ve Cidde’ye deniz yoluyla ulaşılarak, böylelikle hac seferi en zahmetsiz bir biçimde gerçekleştirilmiş olacaktır. Bunun aksine olarak Medine’yi ziyaret hacdan sonraya bırakılırsa; "... Beldeteyn-i Tayyibeteyn arasında on üç günlük mesafeyi kumsal bir çölde, güneşin 65 dereceye baliğ olan tesirât-ı muhrikası altında, deve sırtında kat etmeye mecbur olacaklarını beyana hacet yoktur" denilmektedir. Medine’ye gelinmiş, Kâbe’ye bu kadar yaklaşılmışken, tekrar Lübnan’a dönerek, oradan binilecek vapurlarla Cidde ve Mekke’ye ulaşmanın ne demek olduğunu anlayabilmek, her hal-de Medine ile Mekke arasında demiryolu bulunmamasının, dolayısıyla Hicaz Demiryolu projesiyle yapılanın ve yapılmak istenenin ne olduğunu kavrayabilmekle eş değerde olsa gerektir. (Geniş bilgi için bkz. Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, İstanbul, 1994; U. Gülsoy-William Ochsenwald, Hicaz Demiryolu, DİA, c. XVII, s. 441-445).
II. Abdülhamid’in Hicaz’a ilgisinin bir diğer örneği olarak, Mekke’de yaptırmış olduğu Mi-safirhane’den bahsedebiliriz. Padişah Hicaz’da sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi çalışmaları çerçevesinde, Eylül 1893’te Mekke’de fakir hacılara mahsus 6.000 kişilik mükemmel bir misafirhane, bir hastahane ve bir eczahanenin inşasıyla, bunlar için sarf edilmesi gereken tahminî 30.000 liranın "ceyb-i hümayûn-ı şahanelerinden tesviyesini", yani kendi şahsî hesabından karşılanmasını irade eylemişti. Bu konularla ilgili olarak Şurâ-yı Devlet azasından Abdullah Paşa ve Şerif Hüseyin Bey, Meclis-i Sıhhiye azası Fevzi Efendi, Erkân-ı Harp livalarından İzzet, Sıhhiye Meclisi azası Osman Nuri paşalar lâyihalar hazırlamışlar, durum Hakkı ve Safvet paşalarla Bâb-ı Âlî’de değerlendirilmişti.
Sözü edilen lâyihalarda haccın selâmeti ve hacıların sıhhatlerinin korunabilmesi için Misafirhane inşası dahil olmak üzere, yapılması gerekenler sıralanmıştı. Gülden Sarıyıldız’ın Osmanlı Ârşiv belgelerine dayanarak, oldukça geniş biçimde değerlendirdiği Misafirhane’nin inşaatıyla önce Teftiş-i Askerî Komisyon-ı Âlîsi azası Âsaf Paşa görevlendirilmiş, daha sonra inşaat onun yerine tayin edilen Miralay Münir Bey tarafından tamamlanmıştır. Kâbe’ye yaklaşık yarım saat mesafedeki Cervel mevkiinde bulunan Misafirhane inşaatına Ocak 1894’te başlanmış, İstanbul ve Avrupa’dan getirtilen malzemelerle 1896’da birinci kat bitirilmiş, Haziran 1897’de ise bina tamamlanmıştır. Altı bin kişilik Misafirhane’nin inşaatı 50.000 liradan fazla bir sarfiyatı gerektirmiş, yıllık giderinin de 15.000 lira civarında olacağı hesaplanmıştı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar hizmet veren misafirhane, bu sırada kışlaya çevrilmiş (günümüzde hâlâ kullanılmaktadır), bunun yerine bahçesi ve çok sayıdaki müştemilâtıyla birlikte Harem-i fierif’e iki dakikalık mesafedeki Ci-yad Kışlası misafirhane haline getirilmiştir. Cidde’de vaktiyle Behram Ağa’nın değirmen olarak yaptırdığı bina da Maliye Nezareti’nce fakir hacılara hizmet vermek üzere tahsis edilmiştir.
(Gülden Sarıyıldız, II. Abdülhamid’in Fakir Hacılar için Mekke’de İnşa Ettirdiği Misafirhâne, TED., S. 14 (İstanbul 1994), s. 128-141).
Sonuç olarak şunları belirtebiliriz ki, atalarımız hac ibadetine çok özel bir anlam yüklemişlerdir. Bu ibadet çevresinde, başlamasından bitişine ve ifa edenin hayatı boyunca devam eden bir folklor oluşturmuşlardır. Mekke ve Medine için çok sayıda vakıflar kurmuş, yüzyıllarca hayırla yâd edilmelerini sağlayan eserler bırakmışlardır. Hacca gidenlerimiz o eserleri kolaylıkla göremiyorlarsa bunun sebebinin birazı bizim dışımızdaysa, önemli bir kısmı da onlara sahip çıkamayan biz torunlarında bulunmaktadır.