Makale

TEVÂZU’

TEVÂZU’

Abdullah Cevad ÇELEBİOĞLU

İslâm ahlâkının en güzellerinden biri olan tevazuu bahis konusu olarak ele almış bulunuyoruz. Mevzua girişmeden evvel şurasını söyleyelim ki :

Ahlâk, bir takım melekelerdir ki, insanlardan, fiillerin kolaylıkla sudûrunu îcâbeder.

Şöyle ki ; İnsanlar, zahirî, bâtını hasselerini kullanarak güzel veya fenâ fiilleri meydana getirir. Fiilin birinci defa meydana gelmesi, bunun tekrârına cesaret verir; tekrâr ile de meleke vücude gelir. Ya’nî bir şeyi tasavvur, fiile sebep olur; fiil de tekrâra cesâret verir; tekrâr ile de meleke hâsıl olur.

Meselâ : Bir şeyi kafamıza koyduk mu, düşünür, düşündükçe işlemeye hevesleniriz. Bir def’a işledik mi, o fiili tekrâra bizde cesâret hâsıl olur. Tekrâr edile edile meleke meydana gelir. "Artık o fiil, bizden kolaylıkla sudûr etmeğe başlar, âdet hükmünü, huy hâlini alır.

Bahis konusu olarak seçtiğimiz tevâzu da bîr fiildir. Bu hususda bizde bir meleke hâsıl olur da, bizi ister istemez tevâzuun ıcâblarına göre harekete sevk ediyorsa, tevâzu, bizim ahlâkımız olmuş olur. Bize de : Mütevâzi (= alçak gönüllü) denir.

Böylece fiiller, hasseler vâsıtasiyle meydana gelir. Cenâb-ı Hakk’ın insanlara, en büyük ihsânı olan aklın da, hasseler üzerinde tesiri olduğundan, ilim ve hikmet sahibi olan faziletli, akıllı kimseler kendilerini kötü ahlâklardan tathir, güzel ahlâklarla tezyin ederek kemâl derecesine yükselirler.

Çünki, temiz ruhlu olanların himmet ve gayretleri dâima yükselmeğe ma’tûftur. Kötü tabiatlı olanların gayretleri ise her zaman kötü ahlâka, kanâatlara, şer ve zarar olan fiillere ma’ruzdur.

Binâenaleyh, dini bütün, îmânı kuvvetli olanlar, hayırlı fiilleri, güzel ahlâkları ile kemâlâtın en yüksek derecelerine ulaşırlar.

İmânı zayıf olan şüphe ve zan erbâbı da, şüphelerinin kurbanı, tereddütlerinin perişanı olurlar. Böyle olanlar, insânî himmet ve gayretlerin : seciyeyi yükseltici, ahlâkı temizleyici, kemâle eriştirici olduğunu bildikleri halde nefsânî lezzetlere mağlûp olarak bu kemâlâttan mahrûm her türlü zilletlere mahkûm olurlar.

Bir Hâdis-i şerifte : “Allâhu Teâlâ Hazretleri rızıklarınızı aralarınızda taksim ettiği gibi ahlâkımızı da aralarınızda taksim etmiştir.” buyurulmaktadır. Bu Hâdis-i şeriften : herkesin, mukadder ve muayyen olan rızkını elde etmek için çalışmakla me’mûr olduğu gibi, tehzîb-i ahlâka, güzel ahlâklar peydâ etmeğe, faziletler elde etmeğe çalışmakla da me’mûr olduğu anlaşılıyor.Resû1-i Ekrem Efendimiz : “Allah’ım! beni güzel yarattığın gibi huyumu da güzel eyle’” ve : “Yâ Rabbi! beni güzel ahlâka hidâyet eyle; çünki güzel ahlâklara Sen’den başkası hidâyet edemez.” diye duâ ederlerdi. Peygamberimizin, en güzel ahlâkta yaratılıp insanların güzel ahlâkını, faziletlerini itmam için gönderilmiş olduğu halde böylece kemâlât ve ulviyetinin ziyâdeliklerini istemeleri, güzel ahlâkın kıymet ve faziletini göstermektedir. İşte bu güzel ahlâklardan biri de tevâzu’dur.

Tevâzu : Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve kendi aczini düşünerek hiç bir vakit kendini büyük görmemektir.

“ Tevazu, hak ve hakikate boyun eğmek; itâat etmek; hak sözü, bir câhilden, bir çocuktan bile işitse kabul etmektir. Çünki ba’zı hakikatler, umulmayan, sanılmayan kimselerden de gelebilir.

İnsanlara güzel muâmele etmek, halka güzel yüz göstermek de tevâzuun eseridir.

Urvetü’bnü’I-Verd: “Tevâzu, şeref ve fazilet ağlarından, değer ve kıymet bağlarından biridir. Her ni’met ve kıymet sahibi hased edilebilir, kıskanılabilir. Fakat tevâzu, herkesin muhabbetini celbeder.” demiştir.

Abdu’llah b. El-Mübârek tevazuu şöyle tarif ediyor : “Dünyânın ni’metleri, kıymetleri, mansıpları, rütbeleri hususlarında senin derecene ulaşamamış, senin mertebene varamamış kimselerin, sende kendilerinden farklı bir fazlalık, hal ve tavrında bir başkalık olmadığını görmeleri seni kendilerine eşit gibi bilmeleri; dünyânın nimet ve kıymetleri cihetinden üstün olanların da, kendilerini senden fazla bir ni’met ve servete mâlik bulunmadıklarını sanmaları ve anlamalarıdır.”

Dünyâ ni’metlerinde senden aşağı olanların yanında hiçbir fazlalık farkı göstermeyerek onların derecesine inmek, senden yüksek ve üstün olanların yanında da, bulunduğun dereceyi fark ettirmeyerek onlar gibi görünmektir.

Katâde (Rahimehu’llâh) de : “Kendisine dünyâ ni’metlerinden mal, cemâl, ahlâk-ı hasene, ilim, kemâl gibi ni’metlerden biri verilen kimse, bu Allâh vergisine karşı hamd ü senâ etmez, halka tevâzu, gösteremezse, kıyamet gününde âzim bir vebali, büyük bir ağırlığı yüklenmiş olur” diyor.

Hasan-ı Basrî (Rahimehu’llâh) de tevazuu : “Evinden çıkıp karşılaştığın her mü’min kardeşinin üzerinde (kendinde bulunmayan) bir meziyet, bir şeref, bir üstünlük görmekliktir” diye tarif etmiştir.

Bu ta’rif şöylece izah edilmiştir ; Meselâ, bir kimse karşılaştığı bir câhil hakkında : "Bu bilmeyerek günah işledi; ben bilerek âsi oldum. O, benden ziyâde ma’zûrdur.” diye düşünmek; bir âlim hakkında : “Bu, benim bilmediğim hakikatleri bilir” diye telâkki etmek; bîr büyük hakkında : “Bu, benden evvel itâat etti” dîye fikr etmek; bir küçük hakkında : “Ben, bundan evvel günahlara daldım.” diye hatırlamak sûretiyle herkeste bir üstünlük görmektir. Binâenaleyh, mütevâzi, (= alçak gönüllü) kimse gurur duymaz; iftihar etmez; kimseye çalım satmaz; bilginlik iddiasında bulunmaz; büyüklük taslamaz.

Mütevâzi, kimse, kendini herkesle bir tutar; belki herkesten aşağı sayar; her seviyeye inebilir; insanlık mertebelerinin hepsine erebilir; küçük büyük seçmeyerek, hiç birinden geçmeyerek temasda bulunur. Bu suretle en haşin ruhlara bile nüfûz edebilir.

Mütevâzi kimse, şahsi azametini, zâti benliğini bırakarak, muhataplarının seviyesine iner; onların dillerile konuşup ruhlarına, kalblerine girer; onların olduğu; bulunduğu, göründüğü gibi olur; bulunur; görünür; herkes tarafından sevilir.

Ancak bu sayede insanlar, ferdler biribirlerîne yaklaşır; yekdiğerleriyle derdleşir, anlaşır; anlaştıkça kaynaşırlar; “Hepiniz İslâm dinine, islâmî ahlaklara sarılınız; ayrılmayınız” emrinin sırrı tecellî eder. O ferdlerin meydana getirdiği topluluk, teşkil ettiği millet, cemiyet, tek bir vücut gibi olur. O vücutta kuvvet bütünlüğü bulunur.

Tevâzuun bu yüksek kıymetinden dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’in Şuârâ sûresinde, Peygamber Efendimiz’e : "Sana tâbi olan mü’minlere kanadını indir; yani tevâzu göster." diye emir buyurulmuş; Furkan sûresinin 63 ve müteakip âyetlerinde de : «Rahman’ın öyle kulları vardır ki, onlar yeryüzünde tevâzu, vekar ile yürürler; şayet onlara, kendini bilmezler söz atacak olurlarsa, incitmeyecek cevap verirler" diye, mütevâzi olanlar da, Rahmân’ın kulları nâmiyle medhedilmiş ve öğülmüştür.

Tevâzuun ne kadar güzel bir ahlâk olduğu, ne yüksek bir fazilet, ne büyük bir kıymet taşıdığı, kötülüklerden, tehlikelerden uzaklaştırdığı, nafile ibâdet ve tâat derecesinde, insanları, Allah’a yaklaştırdığı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in: “İbâdetlerin hayırlısı, faziletlisi tevâzu- dur.” mealindeki Hadîs-i şerifi ile bildirilmektedir.

Mütevazı olanların halk arasında şeref ve kıymetlerinin yükseldiğini, âlim, câhil, küçük, büyük bütün halk tabakaları tarafından, sevgi ve saygı ile karşılandığını, her yerde hürmet ve muhabbet gördüğünü, bilâkis tevazuu elden bırakan, kibir ve gurûra kapılan, benliğinin kurbânı olanların da, her tabakadan, her dereceden bütün halk sınıflarının menfuru olduğunu Resûl-i Ekrem Efendimiz şu Hadis-i Şerifi ile bildirmektedir :

“Bir kimse, bir müslüman kardeşine tevâzu eder, alçak gönüllülük gösterirse, Allâhu Teâlâ o kimsenin kadir ve kıymet, şeref ve faziletini yükseltir. Her kim, bir müslümana karşı büyüklük taslarsa, Allâhu Azîmü’ş-şan onu alçaltır, küçültür.”

Hz. Ömer (radiya’llâhu anh) de şöyle demiştir : “Allah rızası için tevazu’ gösteren kimselerin kadr ü kıymetini, haysiyet ve mevkiini Cenâb-ı Hak yükseltir. Buna: Yüksel, ki seni Allâhu Teâlâ yükseltmiştir, denir. Halka karşı mütekebbîrâne tavır alanları da kıymet ve itibardan, halkın gözünden düşürür. Buna da, şöyle denir: Alçal, küçül! kendi kendine kıymet veren, insanların nazarından düşer.

Bir Hadîs-i şerîfde, Resûl-i Ekrem Efendimiz mütevâzi’leri şöyle müjdelemektedir : “Vakar ve haysiyetini muhafaza ederek tevazu’ gösterenlere ne mutlu! Ne mutlu: malını hayra sarfedenlere; fakir ve yoksulları gözetenlere; ilim ve hikmet, ulemâ ve hukemâ meclislerine devam edenlere! Helâl kazanan, sûretini siretine uyduran; insanlara kötülük etmekten sakınan kimselere ne mutlu! Ne mutlu: ilmi ile amel edene; malının fazlasını infak; sözünün fazlasını imsak edene!”

Bu Hadis-i şerîfde, İslâm üstün ahlâklarından, bir çokları sayılmakta, sahihleri müjdelenmektedir:

Vakar ve haysiyet gözetmek; haysiyet kırıcı hareketlerden sakınmak; zillet ve meskenet çukuruna sürüklenmemek;

Tevâzu’ göstermek; benliğinden geçmek; kibir, gurur, ücub ve iftihar uçurumlarından sakınmak; olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak;

İstikamet üzere hareket etmek; riyakârlıktan, gösteriş taslamaktan çekinmek;

Ferdî, içtimâi, millî hayra ve hasenata, hayır müesseseleri meydana getirmeğe çalışmak;

Fakir, yoksul düşmüşleri korumak; muhtaçlara yardım etmek

Eliyle, diliyle halka fenâ muameleden, korku ve zarar eriştirmekten sakınmak;

Ticâret yolunda doğruluktan ayrılmamak, kazancının helâl olmasını sağlamak; muâmelelerinde hîle, ihtikâr yollarına sapmamak; servetine ve malına haram katmamak;

İlmi, amel etmek öğrenmek, yoksa başkalarına çalım satmak, hakka karşı gelmek, hakîkatları boğmağa çalışmak için değil;

Malı istif etmemek, bu suretle halkı sıkıntıya düşürmemek;

israf etmemek, bu vesile ile kendini mahrumiyetlere kurbân eylememek;

Hevâ, heves ve şehvet ardında koşmamak;

İlim ve hikmet öğrenip hududu aşmamak;

Oyun, içki, kumar, sefahat ve sefalet âlemlerinden uzaklaşıp, ilim, hikmet, ahlâk ve fazilet meclislerine devam etmek;

Gevezelik ve boş boğazlık etmeyip, sükutu ihyar etmek; bildiğini değil, söylediğini bilmek; işittiğini değil, düşündüğünü söylemek.

Bu ahlâktarı benimseyenlere ne mutlu! Bunlara müjdeler olsun!

Tevâzuun en yüksek, en şerefli bir ahlâk olduğu edebiyat dünyâsında da teslim edilmiş olduğundan, dünyâ edibleri, onu, lisân-ı edeb ve nezâhetle öğmektedirler :

Bir şâir :

Mütevazı olanın Rabb-i Refi’

Rütbe vü kadrini eyler terfi’

Diğer biri :

Derecâtını Râfiü’d - derecât

Mütevâzi olanın etti refi’

Sıfat-ı kibriyâsı Cebbar’ın

Mütebekhir olanı kıldı vazi’

Diğer biri de :

Mütevazı olanın elbet olur kadri refi’

Secdegâh olmadadır ferş olunan seccade demiştir.

Edebî bir kıt’anın meâli de şöyledir :

“Yeryüzünde tevazu (vakar) ile yürü; zîrâ, yerin altında senden şerefli kimseler çoktur. Her ne kadar servet, rif’at ve kuvvet sahibi isen de, yerin altında senden çok kuvvetli, faziletli ve şerefli kimseler vardır.”

Manzum bir kıt’a da şu mealdedir : “Yükseklerde, göklerde olduğu halde bakanlara, suların yüzünde parıl parıl parlayan yıldızlar gibi mütevâzi’ ol. Hiçbir şeref ve kıymeti oimayan, hava tabakaları arasında dâimâ yükselmeğe kıymetsiz duman gibi mütekebbir olma.”

Edîblerden biri de :

“Müteazzım ve mağrur kimseleri adam yerine koyma; kaşı yukarıda olan selvi ağacı, mezarlarda yaraşır; ondan meyve beklenmez; sen meyveyi, meyvadâr ağaçlarda, ve aşağı eğilen dallarda ara” diye tevazuu sena etmiştir.

Tevâzuun kıymeti :

Tevazu’ (ilerde kibir bahsinde birer birer açıklıyacağımız) bütün tefâhür sebepleri, kibir ve gurur vesileleri mevcut olduğu halde gösterilecek olursa, ehemmiyet ve azamet peydâ eder.

Rütbe, mevki, makam ve iktidâra mâlik, servet ve sâmân, emlâk ve akara sâhib güç ve kuvvet, ilim ve ma’rifet, hüner ve san’at gibi esbâb-ı kibir ve gurura nail olmak gibi iftihar sebeplerinin bulunduğu zamanda gösterilen tevâzu’ makbuldür; yüksek kıymet ve ehemmiyeti hâizdir. Yoksa, her türlü iktidar ve salâhiyetten, tecrübe ve servet, bilgi ve ma’rifet, hüner ve san’attan mahrum olanların tevazu’ göstermeleri tabiî görülebilir. Çünkü bunlar, kibir, gurur ve tefâhur sebeplerinden azadedirler.

Bunun içindir ki: tevazu’ her kimden olursa olsun güzeldir; fakat kudret ve salâhiyet sahiplerinden olursa pek makbûldür. Kibir, her kimden olursa olsun çirkindir, fakat fakir, yoksul, âciz kimselerden olursa, pek çirkindir, denilmiştir.

Küçüklere, Fakirlere, Tecrübesiz ve Bilgisizlere Karşı Tevâzu’ :

Küçüklere, fakirlere, tecrübesizlere, bilgisizlere karşı tevâzu’ bunlardan hiçbirini hakir görmeyip, her birlerine yakışacak surette güler yüz göstermek, mevkilerine, yaşlarına, görgü ve bilgilerine göre yumuşak muamelede bulunmak, da’vetlerine icabet etmek, kabul edip reddetmemek, maddî ve manevî bir hacet için geldiklerinde hacetlerini bitirmek, yardıma muhtaç bir vaziyete düştüklerinde yardımlarına koşmak; hülâsa : fakirlerini gidermeğe, bilgilerini tamamlamağa, tecrübelerin, ilerletmeğe, ahlâklarını güzelleştirmeğe, fenâlıklardan uzaklaştırmağa, saâdete kavuşturmağa, selâmete çıkarmaya, din, millet ve memleket için faydalı birer unsur kılmaya çalışmaktır.

Bu suretle hareket edenleri, Yaradanımız, Kur’an-ı Kerim’de: (Rahmân’ın kulları.) diye senâ ettiğini de yukarıda söylemiştik.

Hz. Ebû-Bekir (radiya’llahu anh) da: “Küçük, büyük bütün müslümanlardan hiçbirini hakir ve hor görmeye, tahkir etmeğe kalkışmayınız; çünki küçük gördüğünüz, hakir bildiğiniz o Müslümanların Allah yanında, Tanrı katında, mevki ve makamı pek yüksek, çok büyüktür.” diyor.

Bir memleketin eşrâfına, bir milletin büyüklerine, makamlarına münâsip surette ikram ve ihtiram göstermek tevazu’ ve adalettir.

Resû1-i Ekrem Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde : “Size, bir milletin ulularından, bir memleketin eşrâfından biri geldiği vakitte ona ikrâm ediniz, hürmette bulununuz.” buyurmuştur.

TEVAZU’DA İFRAT

Tevazu’ göstermede ifrata kapılmak, pek ileri gitmek, o kadar makbûl birşey değildir. Tevâzuun bu ifrat derecesine (dıa) denir ki horluk, zelillik, zül ve hevân ma’nalarınadır. Meselâ : ilim, bilgi gibi kemalât, mevki’ ve makam, servet ve sâmân gibi şeref ve fazilet sahibi olanları yolda yürürken, ilim ve ma’rifet gibi faziletlerden, hüner ve san’at, asalet ve salâhiyet gibi her türlü meziyetlerden âri kimseleri öne geçirip, arkalarından yürümek, meclislerde, toplantılarda, üst taraflara, baş sedirlere geçirip kendileri alt taraflarda, ayak atlarında oturmak, dûn mevki’leri ihtiyar etmek gibi, tevazu’ göstereceğim diye, zillet ve meskenetlere düşenler, şeref ve haysiyetlerini yok edenler, vakar ve temkinlerini haleldar edenler ahlâk bakımından memdûh, nezâket cihetinden makbûl bir harekette bulunmuş olmazlar.

Nitekim yukarıda tevazuu medheden, mütevâzı’lara müjde veren : “Meskenetsiz, zilletsiz tevâzu* gösterenlere ne mutlu! Ne mutlu! Helâldan kazanıp infâk edenlere! Fakirlere, yoksullara merhamet edenlere! İlim ve hikmet erbabı ile düşüp kalkanlara!” mealindeki Hadis-i Şerif’de, vakar ve temkin muhafaza edilerek, yerinde gösterilen tevazu’ medhedilmekte, böyle olan mütevâzi’ler müjdelenmektedir. Bununla beraber, tekebbür (= herkese karşı büyüklük taslamak) tevâzuun bu ifrat derecesinden daha çok çirkindir.

TEVÂZU’DAN BA’ZI ÖRNEKLER

Mekârim-i ahlâkda imtisâlimizin numunesi olan Peygamber Efendimizin tevâzu’larından :

Peygamberimiz, çarşıya, pazara gider, evinin ihtiyâçlarını bizzat tedarik eder ve :

“Bir kimse, şahsî ve âilevî ihtiyâçlarının temin ve tedâriki için çalışıp didinmezse, fakr Ve ihtiyâcın pençe-i kahrına duçâr olup, başkalarının işlerini görmek zaruretine düşer.”

Fakirlerle, kölelerle birlikte sofraya oturur :

uBen Allah’ın kuluyum, kul gibi oturur, kul gibi yerim” buyururlardı.

Zengin, fakir her gördüğüne selâm verir; musâfaha eder; fakirlerin hatırlarını sorar; en fakir kimselerin bile da’vetlerine icabet eder; hiç kimseyi küçümsemezdi.

Gittiği yerde, nerede boş yer bulursa oraya oturur; kendisine hürmeten ayağa kalkanlara mâni olur; bu suretle tevazu’ gösterirler; etrafındakilere numune olurlardı.

Bir gün Fahrü’l-Mürselin Efendimiz’in huzuruna çıkan bir şahsın, Resûl-i Ekrem’in vekar ve heybetinden dizleri titremeğe başlamıştı. Peygamberimiz, kemâl-i tevâzu’larından buna :

"Kendine gel, rahat ol, ürkme, korkma! Ben bir hükümdar, bir cebbâr değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden bir hatunun oğluyum.” diye, iltifat ve tevazu’ göstermeleri üzerine, adamcağızın titremesi geçti. Peygamberimiz, dönüp eshâbına da, insanlar arasında tevazu’ göstermeleri ile emir buyurdular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine hürmet ve sevgi ve sitayişi İfade eden kelimelerle hitâb edilmesinden de hoşlanmazlardı.

Nitekim :

"Efendimiz, en hayırlımız, en hayırlımızın oğlu!” tarzındaki bir hitaba karşı :

"Ey İnsanlar! Allah’dan korkunuz; şeytâna uymayınız. Ben yalntz, Abdullâh’in oğlu Muhammed’im; Allah’ın kuluyum. Cenâb-ı Hak beni peygamberlikle şereflendirdi. Bana bundan fazlası ile ta’zim göstermenizi istemem,” buyurmuşlardı.

Bir def’a da, birisi Peygamberimize:

“Ey bütün mahlûkatın en hayırlısı” diye hitâb etmişti. Bundan hoşlanmayan Peygamberimiz: “Bana bu şekilde hitâb etmeyin.” buyurmuştur.

En büyük zaferleri kazandıkları zaman da, Peygamberimizin ilk işi, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda secde-i şükrana kapanmak olurdu.

Sahabeler arasında bulundukça, onların yaptıkları işlere de iştirak eder, onlardan ayrı, mümtaz bir mevki’de bulunmaktan çekinirlerdi.

Nitekim, Kubâ mescidi yapılırken, bîzzât çalışmaktan geri durmamıştı.

Bir sefer esnasında, yakacak toplamak vazifesini üzerine almıştı. Buna mâni’ olmak isteyen Ashâb-ı Kirâm’a:

“Evet, her işi yapacağınızı biliyorum, fakat siz çalışırken ben oturmayı, sizden mümtaz bir durumda bulunmayı hoş görmem; çünkü Cenâb-ı Hak böyle şeyden hoşnut olmaz.” demişlerdi.

Hazret-i Ömer (radiya’llâhu anh), Beytü’l-Mâl’e (=Hazine’ye) âid bir devenin kayıp olduğunu görünce, bizzat aramağa çıkmış, yorulmuşlardı. Bu esnada kendisine :

“Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Kölelerinİzi gönderseniz de arasalar" diyenlere ; “Cenab-ı Hakk’ın benden daha iyi kölesi mi var?” cevâbını vermişlerdi.

Yîne Hazret-i ömer (radiya’llâhu anh), bir gece kol gezer, şehri dolaşırken, şehir kenarında bir çadır içinde bir kadının:

“Ömer’in Allah lâyığını versin; babanızı harbe sevketti, babanız şehid oldu, fakat Ömer şimdi burada sizin hâlinizi görmez. Uyuyun benîm yavrularım, şimdi pişecek” gibi sözlerle evlâdını avuttuğunu işitti. Hemen Beytü’l-Mâl’e koşup, bir çuval un aldı ve sırtında oraya kadar götürdü. Yolda : “Yâ Emîre’l-Mü’minin! yoruldunuz, onu bize ver de biz taşıyalım.” diyenlere, “işittiniz mi? Kadın, Ömer’e beddua ediyor, size değil” buyurmuşlar, çuvalı çadıra götürüp, tencerede bulamaç yaparak çocukları doyurmuşlardı.

Ömer b. Abdü’I-Aziz’e, bir akşam misafir gelmişti; kendisi yatsıdan sonra ba’zı şeyler yazmakla meşguldü; kandil sönmeğe, yüz tutmuştu. Misâfirin, “Yâ Emîre’I-Mü’minin! Müsâade buyurulursa, kalkıp kandile bir parça yağ koyayım.” sözüne karşı : "Bir kimsenin misafirine herhangi bir iş buyurması insanlığa yakışmaz.” dedi. Bundan sonra misâfirin “Müsaade edilirse kölenizi uyandırayım.” demesine de, "O daha ilk tatlı uykusundadır” deyip, yerinden kalktı, şişeyi alıp kandile yağ koydu. Misafir : “Size zahmet oldu, Yâ Emîre’l-Mü’ninin deyince, “ömer olarak kalktım; Ömer olarak gittim, döndüm; yine Ömer’im; ne var ki?” dedikten sonra: “Allâh katında, insanların en hayırlısı mütevazi” olanlardır.” buyurdular.

Hülâsa-i kelâm : Tevazu’, peygamberlerin, velilerin, ilim ve adâlet sahiblerinin, Allah’ı tanıyan, Allâh’dan korkanların ahlâkıdır. İnsan ne halde ve ne mevki’de bulunursa bulunsun, yine insan olduğunu ve bir çok hususlarda âciz ve zayii bulunduğunu hatırlıyarak yaradılış ve kulluk cihetlerinden diğer insanlardan hiç bir farkı olmadığını düşünmeli; şâyed kendisinde diğer insanlardan fazla bir ni’met ve meziyet varsa, onu da şahsî kudret, tabiî ikdidârından bilmeyib Cenâb-ı Hakk’ın bir lutf-ı mahsûsu ve ihsanı olduğunu düşünmeli ve bunları veren Allâhu Zü’l-Celâl’in onu geri atmağa da muktedir bulunduğunu bilmeli de aczini itiraf etmeli ve tevâzu’da kusûr etmemelidir.

Yanlış görüşlü, basit düşünceli ba’zı kimseler, tevazu, ahmaklık alâmeti, zillet, hakaret ihtiyarıdır, diye görüp, göstermeye uğraşırlar. Bunların yanılmalarına sebep, bir takım şahsî menfaat peşinde koşanların, te’min-i menfaat kasdiyle yaptıkları sahte tapınışları görmeleridir. Fakat buna tevâzu’ demezler, temellük, dalkavukluk, yardakçılık derler.

Böyle menfaat te’mini için sahte tapınışları, dalkavukluk ve yardakçılıktan Müslümanlık şiddetle reddetmektedir. İşte şu Hâdis-i Şerif meâli de bunu göstermektedir :

"Bîr kimse, bir zenginden aldığı bir kaç kuruş mukabilinde elde ettiği ufak bir menfaat karşısında onu büyütüp kendini küçültmek suretiyle nefsini ayaklar altına alırsa, dîninin üçte ikisi gitmiş olur.”

Hadis âlimleri de, bu Hadis-i Şerifi şöylece

şerh ve beyân etmişlerdir :

Malûmdur ki yaradılmışların Yaradan’a karşı ibâdetleri, Allah’a yaklaşmak, rahmet ve nzâsına kavuşmak için, yaptıkları bütün fiilleri, kalb, dil, sâir a’zâ ve cevârih olmak üzere, üç âlet ile meydana gelir. Menfâat - pperest, dalkavuk, yardakçı da karşısındakine yüzlü görünmek, beklediği hasis menfaati elde etmek için dil vesâir a’zâ ve cevârihini burada kullanır. Onu över, ona yaltaklanır, ibâdet âletlerinden yalnız kalbi kalır. Çünki bu gibi yardakçılar, memdûhlarına kalben bağlı değildirler. Umduklarını efendilerinden elde edince ve memdûhları zarurete düşünce yahut memdûhlarından ters yüz görünce evvelkinden ziyâde aleyhlerine yürürler, işte bu suretle, böyle yardakçılık yapanlarda ibâdet âletlerinden ikisi gitmiş, yalnız birisi kalmış olur.

Tevâzu’ ise, ancak, vekarı muhafaza ile beraber kibir ve azameti kırmaktan ibarettir ki hâlis bir kalb, güzel bir niyet ile olur.

Buna binâen de, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir Hâdîs-i Şeriflerinde :

“Tevâzu’da şeref ve fazilet, takvada izzet ve keramet, kanâatte hürriyet vardır.” buyurmuşlardır.

Tevâzu’a âid sözlerimizi burada tamamlamış bulunuyoruz. Her şey zıddı ile , açıklanacağından bu bahsin daha ziyade aydınlanması için, artık bunun zıddı olan tekebbürden bahsedeceğiz.