Makale

ENSARI ANLAMAK

RAMAZAN ÖZALPDEMIR

ENSARI ANLAMAK

Allahu Tealâ buyuruyor ki: "Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden üstün tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir". (Haşr Sûresi, ayet-9)
Ayetin baş kısmında "Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler" olarak bildirilenler "Ensar" topluluğudur. Ensar kelime olarak; yardımcılar manasına gelir. Ensar, Rasül-ü Ekrem’in mücadelesine iştirak edip, ona her şart ve durumda yardımcı, müdafî, muhafız vaziyetini almış kimselerdir.
"Kendilerine hicret edip gelenler" ise, Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarıdır. Bunlar da, Rasül-ü Ekrem’in emrine uyarak, geride malını, mülkünü, hanımını, çocuğunu bırakıp hicret eden büyük insanlardır. Tüm bu yapılanların temelinde Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanma arzusu yatmakta idi. Böyle bir yüce gaye olmasa idi, kendilerine yapılan haksızlıklara, zulümlere ve hicretle başlarına gelen ızdıraplara katlanmaları pek kolay olmazdı. "Kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde çekememezlik hissetmezler". Ensar öylesine asil bir sevgi ve cömertlik içinde bulunmaktaydı ki, Anadolu tabiriyle "Allah misafirleri" olarak gelen muhacirleri, mallarına ve mülklerine ortak ediyor, onları evlerinde barındırıyor, her türlü ihtiyaçlarına seve seve katlanıyor, onlara kardeşlik havası içerisinde davranıyorlardı. Bu hususlar pek çok muteber siyer kitabında kaydedilmiştir. Onlardan sitayişle bahsedilmektedir. Hatta rivayetlere göre, hiçbir muhacir kura çekmeksizin bir Ensarın evine inemiyordu. Çünkü onları misafir etmeye can atan Ensarın sayısı, hicret edenlerden daha fazla idi. Ensar, Muhacirinle iştirak ettiği savaşlarda elde edilen ganimetlerin taksiminde de Muhacirin’e verilenler karşısında, içlerinde en küçük bir çekememezlik içinde olmamışlardır. Üstelik kendileri zaruret içinde bulunsalar bile -ayette teyid edildiği gibi- onları kendilerine tercih etmişler, onların ihtiyaçlarının temin edilmesine öncelik vermişlerdir.
Daha geniş bilgi için muteber tefsir ve siyer kitaplarının ilgili bölümlerine bakılabilir.
Rabbimiz ayetin son kısmında da "Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." buyurarak, tüm insanlığa gerçek saadetin yolunun Allah’a imandan, cömert olmaktan, başkalarına yardım etmekten, hülasa kalbe ilâhî sevgiyi yerleştirmekten geçtiğini gösteriyor.
Bu ayet bize aynı zamanda "İsâr" hasletini öğretmektedir. Bu haslet, kişinin kendisi muhtaç olduğu halde, başkalarının ihtiyacını daha önde görerek onun yardımına koşma hasletidir. İslâm Tarihi, asr-ı saadetten günümüze kadar bu hasleti üzerinde taşıyan yüce gönüllü insanlarla dolup taşmaktadır. Başta belirttiğimiz gibi Ensar bu hususta ilkleri temsil etmektedir. Ecdadımızdan; ister Selçuklular, isterse Osmanlılar olsun yaşadıkları toprakları muhtaç insanlara yardım yapacak müesseselerle donatmışlardır. Bunların bir kısmı Anadolu’nun pek çok yerinde hala dipdiri ayakta durmaktadır. Yakın zamanlarda ülkemize göç etmek, sığınmak durumunda kalanlara karşı milletimizin bu anlamda gösterdiği âlicenaplık her türlü takdirin üzerindedir. Hatta yabancıları imrendirecek boyutlarda olmuştur.
Netice itibariyle, milletleri, toplumları birbirlerine yaklaştırmak, aralarında sevgi ve kardeşlik tesis edilmek isteniyorsa, öncelikle Yüce Allah’ın, insanları iç ve dış âlemleriyle kuşatan, onları her yönüyle fetheden ölçülerini hayata geçirmek gerekmektedir. Dünya üzerinde, halen cereyan eden pek çok kavga ve savaşların temelinde toplumların ve milletlerin var olan nimetlere tek başlarına hükmetme, dünyayı ve dünyadaki her çeşit nimeti sadece kendilerine ait gibi görme temeline dayanan materyalist (maddeyi putlaştıran) felsefeleri yatmaktadır. Şu halde bu sakat ve çarpık anlayıştan kurtulmak için maddeyi yerli yerinde kullanacak, onunla insanlığa hayırlı hizmetler getirecek, dünyayı (çevreyi) kirletmeyecek, hayatı sadece yemeden içmeden ibaret görmeyecek anlayışa sahip bir nesli yetiştirmek gerekmektedir. Hiç şüphesiz bunu başarmak da ancak Kur’an’ın zaman ve mekanları aşan, değişmez ölçüleriyle mümkündür