Makale

Prof. Dr. Mustafa Kara: “Tasavvuf; iman, ibadet, ahlâk üçlüsünde ahlâkî boyutu öne çıkaran, ahlâkî dünyamızı güzelleştirmeye yönelik teknikler geliştiren bir faaliyet alanıdır.”

SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Mustafa Kara:

“Tasavvuf; iman, ibadet, ahlâk üçlüsünde ahlâkî boyutu öne çıkaran, ahlâkî dünyamızı güzelleştirmeye yönelik teknikler geliştiren bir faaliyet alanıdır.”

Hafsa Fidan

Tasavvuf üzerine yapacağımız söyleşide öncelikle ’tasavvuf’ ve ’sûfi’ kelimelerinin anlamları üzerinde duralım isterseniz. Tasavvuf nedir ve sûfi kime denir?
İslâm medeniyetinde 14 asır içinde oluşan, gelişen İslâmî ilimlerden bir tanesi de tasavvuftur.
Tasavvuf tefsir, hadis, fıkıh ve diğer ilimler gibi bir ilimdir. Tasavvuf kelimesi Kur’an ve hadiste geçmez. Hicri ikinci yüzyıldan sonra yaygınlaşan bir kelimedir. Sözlük anlamı enteresandır, ’yün elbise giymek’ demektir. Yün elbise giymek demek ne demek? Bunun esprisi şu: Eski dönemlerde yün elbise giymek bir zühd alameti idi. Islâm’ın ilk dönemindeki zahitler de zaman içinde kendileri için bu kelimeyi kullandılar. Dolayısıyla tasavvuf kelimesinden önce zahit kelimesi kullanılıyordu. Zahit ile züht kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de yoksa da hadis-i şeriflerde vardır. İnsanın iç dünyasıyla, ahlâki dünyasıyla ilgili faaliyetleri öne çıkaran, ibadet ve ihlas konularını, ahiretle ilgili esasları, hassasiyetleri öne çıkaran insanların gittiği yola züht yolu deniyor. Tasavvuf kelimesi daha sonra ortaya çıktı. Buradan da ismi fâil olarak mutasavvıf kelimesi türetildi. Sûfi ve mutasavvıf kelimesi işte bu tasavvuf? hayatı, zühd hayatını benimseyen, dünyadan çok ahireti düşünen, dünya hayatıyla birlikte ahiretle ilgili konuları konuşan, yazan, tartışan bir düşünme ve yaşama tarzının ilk nüvesi oluyor bu yüzyıllarda.
Tasavvufa gönül verenler daha çok İlâhi aşka ulaşmaya çalışan insanlar. Bu sebeple tasavvuf ile İlâhi aşk arasında genelde bir irtibat kurarız.
Tasavvufun Allah aşkını, İlâhi aşkı barındırması ve öne çıkarması monusunda neler söylemek istersiniz?
Bildiğiniz gibi dinin merkez kelimesi imandır. İmanın merkezi de kalptir. Dolayısıyla dinin merkezi de kalptir denebilir. Yani sadece tasavvufun değil dinin merkezi kalptir. İnsanın kalbî dünyası, tasavvufun özellikle ele alıp işlediği bir konudur. Bu bizi ister istemez Allah aşkına, Allah muhabbetine ulaştıracak. Niçin? Çünkü Kur’an-ı Ke- rim’e göre de Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek çok önemli bir esastır. Maide suresindeki, ’Allah onları, onlar Allah’ı severler’ ifadesi bunun temelini oluşturur. Dinî hayat aslında bir aşk hayatıdır, İlâhi aşk hayatıdır. Allah’ı sevmeye, Ra- sûlullahı sevmeye yönelik bir hayattır, işte tasavvuf? hayat buna yardımcı oluyor.
Bunu disipline ediyor diyebilir miyiz?
Evet, bunu disipline ediyor, bunun tekniklerini geliştiriyor ve bu teknikleri insana sunuyor. Nasıl? ’İnsana ne yapalım da onu Rasûlullahı, Allah’ı seven bir insan tipi haline getirelim, bu dereceye yükseltelim?’ sorusu tasavvufun temel sorusudur.
Tasavvufta ’halk içinde hakla olmak’ anlamında, ’halvet der encümen’ tabiri kullanılıyor. Günümüzün modern dünyasını düşündüğümüzde bu yola gönül verenler, halk içinde hakla olmayı nasıl sağlayacaklar? Biraz daha açacak olursam sekülerleşmiş bir dünya algımız var, böyle bir algı içinde bu hâli yaşamak nasıl mümkün olacak?
Evet, gerçekten mutasavvıfların tasavvufî hayatın ideal noktasını isimlendirirken, kullandıkları ifadelerden biri de budur yani ’halvet der encümen’. Öyle bir hayat çizgisi yakalayacaksınız ki, toplum içinde olacaksınız ve fakat gönül planında halvette olacaksınız. Yani Allah’la olacaksınız, yani aşkla, hakikatle birlikte olacaksınız ama bedeniniz de toplumda olacak, sosyal hayatın içinde olacak, işinizde, gücünüzde olacaksınız. Ama Allah’ın her an sizi gözettiğini unutmayacaksınız.
Tasavvuf bu anlamda, dünyadan el etek çekmeyi öğütlemez diyebilir miyiz?
Evet, o İslâm’ın tavsiye ettiği bir yol değildir. İslâm’ın mutlak hayattan kopma, kaçma gibi bir esası yoktur. Bugünkü insan bunu nasıl gerçekleştirecek? Bu gerçekten zor bir iştir. Şunu itiraf edelim ki, günümüz insanı modernist, kapitalist ve materyalist fırtınaların, rüzgârların, tayfunların tesiri altındadır. Dolayısıyla bugünkü hayatta bu gönül derinliğini ve zenginliğini yaşamak zordur, fakat imkânsız olduğunu söylememek lâzım. Gerçekten dünkü hayat açısından bu daha kolaydı. Çünkü daha sakin, durağan bir hayat vardı. Bana göre daha İnsanî ve tabiî bir hayat vardı. Şu an yaşadığımız hayat aslında tabiî ve İnsanî değildir. Bu telaş ve koşuşturmaca içinde esas yapmamız gereken işleri unutuyoruz. Bu ’halvet der encümen’ psikolojisini yakalamak gerçekten düne göre daha zordur. Ama yine de insanoğlunun çok güçlü kabiliyetleri vardır. Kendi kabiliyetlerimizi zorlarsak buna ulaşabiliriz, bunu gerçekleştirebiliriz.
Biraz da bunun nasıl olacağı üzerinde duralım isterseniz. Bu psikolojiyi yakalamak nasıl ve ne ile mümkün olacak?
Pek çok şey söylenebilir bu konuda. Fakat ilk söyleyeceğimiz şey yine riyazetle, zühtle ilgilidir. Mesela ilk yapılacak olan şeylerden biri madde, dünya ve para ile olan ilişkilerimizi bir masaya yatırmaktır. ’Kimi seviyoruz’ sorusuna cevap bulmaktır. ’...Müminler, Allah’ı her şeyden daha çok severler...’ (Bakara, 165) Gerçekten böyle mi?
Bizim esas kafamızı karıştıran şey bu madde mana ilişkilerindeki dengesizliktir ve hayatın en önüne çıktı madde, para, mal, mülk, şöhret. Bunlar hayatın en önünde, herkesin bir numaralı işi bunlar. Halbuki bir dindarın bir numaralı problemi para, şan, şöhret, mal, mülk olamaz, olmamalıdır. Bu yaratılış gayemize aykırıdır. Bu yanlış tercih bizi yanlış noktalara ulaştırıyor.
O halde özellikle günümüzde yaşadığımız bu karmaşa içinde, ayette zikredildiği gibi, ’dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu’ unutuyor muyuz?
Maalesef o bir fantezi gibi kalıyor. Bu ayetin esprisini yakaladığımız zaman aslında dünya hayatımız da yoluna girecek. Fakat kafamızın karışıklığından dolayı bu dengeyi kuramıyoruz. Aksine dünyevilik birinci plana çıkıyor. Dolayısıyla tüketim, gösteriş birinci plana çıkıyor. Bu da dinin istediği bir şey değildir. Elbette tasavvufun da istediği bir şey değildir. Tasavvufun öncelikle bu züht yoluyla insanın kalbine yön vermesi, insanın kalbini bu tip hastalıklardan temizlemeyi hedeflemesi bunun içindir. Bildiğiniz gibi Kur’an-ı Kerim’de kalplerin hasta olmasından, paslı, kirli ve mühürlü olmasından, katılaşmasından, taşlaşmasından bahsediliyor. Aslında tasavvufun bir hedefi de bu menfilikleri yok etmektir. Kalbimizi ne hasta yapıyor, ne kirletiyor, ne paslı hale getiriyor, hangi şeyler katılaştırıyor? işte bu tip ’maddeye tapan’ ilişkilerimiz, kalbimizi iman edebilecek bir güzellikten alıkoyuyor. Bu gücümüzü yok ediyor, sıfırlıyor. Bu gücümüzü sıfırladığı zaman, biz sadece et ve kemikten meydana gelen bir varlık hâline geliyoruz. Ve kabalığımız, haşinliğimiz, taassubumuz artıyor. Bu sefer, ’Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen’ bir insan olma noktasından çok uzaklara düşüyoruz.
Genelde geleneğimizde ya da halkımızın muhayyilesinde bir tasavvur ve ayırım vardır: Bilme ve yaşama ayrımı. Yani ’kâl ehli’ olmak, ’hâl ehli’ olmak. Siz bir tasavvuf tarihi hocası olarak bu ayrımı yapıyor musunuz? Ve hangisine öncelik veriyor sunuz?
Bunlar aslında iki kanat. İnsan tek kanatla uçamaz. İnsanın iki kanadı olmalı. Bir anlamda ’hâl ilmi’ ve ’kâl ilmi’ denilen ya da ’hâl boyutu’ ve ’kâl boyutu’ denilen şey de budur. Bunlar birbirini yok etmez aslında. Kâl denilen şey bilgi boyutudur, kitap boyutudur; hâl denilen şey de gönül boyutudur. İnsan bunun ikisine de muhtaçtır. Niçin? Çünkü yeterli ve doğru bilgi olmadan, İnsanî kabiliyetlerimizi olması gereken noktaya yükseltemiyoruz. Bilgi ne işe yarar? Bilgi aslında insani kabiliyetlerimizi kemâle doğru taşımamız için bize bir motor gücü verir, geniş bir alan açar, ufuk kazandırır, derinlik sunar.
Bu işin bir boyutudur, yüzde ellisidir. Öbür yüzde ellisi ise, bu ilmin bize kazandırdığı güzellikleri gönül dünyamıza aktarmak ve orada aşka çevirmek, bir anlamda mahabbete çevirmek. Bu ayrı bir faaliyet, dikkat ve titizlik istiyor. Bu titizliği gösteremezsek, o bilgi kuru bilgi olarak kalıyor. Ve işe yaramaz bir bilgi oluyor. Mayalanma olmuyor. Ruhsal dönüşüm gerçekleşmiyor.
Peygamberimizin, ’faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ derken, kastettiği budur o halde. Rasûlullah ilim ve aşkı birlikte istiyor diyebilir miyiz?
Gayet tabi, hedef o aşk çünkü. Ama bunun temelinde doğru ve sıhhatli bilgi var. Bu sebeple okumak önemli, okuduktan sonra düşünmek daha önemli. Bir önemli konu da şudur: Bunun mayalanması, bu hamurun son şeklini alıp ekmek hâline gelmesi için bir şeye daha ihtiyaç var. O da bu konunun tecrübesine sahip insanların bilgi, kültür, görgüsüne duyulan ihtiyaçtır. Biz insan olarak bir çok şeyi okuruz, anlarız, hazmederiz, şerhederiz fakat tecrübelerin bize aktarılmasıyla, bunu daha mükemmel noktalara taşıyabiliriz. Onun için evet kitap çok önemlidir, fakat kitap kadar önemli olan bir diğer konu, bu işi bilen ustaların sözleri ve sohbetleridir, insan ikili eğitime de ihtiyaç duyan bir varlıktır. Dolayısıyla bir taraftan kitapları, bir taraftan insanları, kâmil insanları iyi okuyabilirsek, buna bir de kâinat kitabını okumayı ilave edebilirsek, zannediyorum gönlümüzdeki aşk mayalanması gerçekleşebilir. Aşk ve muhabbetin doyumu olmayan sahillerine açılabiliriz.
Biliyoruz ki, bizim geleneğimiz Mevlâna gibi büyük mutasavvıfları çıkardı. Mevlâna bugün uluslar arası düzeyde bir gönül insanı olarak kabul ediliyor. Tüm insanlara söyleyecek sözü olan böyle değerli insanları bizim geleneğimizin çıkarmış olması elbette bizleri gururlandırıyor. Bununla birlikte şu an içinde bulunduğumuz atmosferi göz önünde bulundurduğunuzda süregiden geleneğimiz, yeni Mevlânalar çıkarma potansiyeline sahip mi?
Tabii ki sahiptir, bu potansiyele sahibiz. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu çağdaş, modernist, kapitalist ve materyalist rüzgarlar kafamızı karıştırdığı için eskiye göre bunun oranı azalmış olabilir. Ancak insan insandır. Aslında kabiliyetler olarak bugün de Yunus da, Hacı Bektaş Veli de, Mevlâna da, Hacı bayramı Veli de yetiştirebilecek gücümüz vardır. Fakat bunun engellerini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Engellerin en önemlilerini saydım. Ancak engelleri kaldırmak yetmez, bu insanları yetiştirmenin peşine düşmemiz gerekiyor. Şu anda da belki Mevlâna kadar güçlü, zengin gönüller vardır dünyada, ben ona inanıyorum. Fakat normal hayat onları gerilere itiyor. Hayatta bu günkü materyalist zihin-ki hepimizi belli oranda etkisi altına alıyor- bu tip insanları kâle almıyor. Onların dediğine önem vermiyor, onların dediğinin sözümona ’karın doyurmadığını’ düşünüyor. Para getirmediğini düşünüyor. Halbuki para, İnsanî değerler açısından çok önemli bir şey değildir. Ama şu an için önemli gibi gözüküyor, en önde gözüküyor, hayat ona endekslenmiş durumda. Bu durumda o gönül insanları yok sayılıyor, küçümseniyor hatta. Yoksa Mevlâna gibi, Hacı Bektaş gibi insanlar her zaman olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Niçin? Çünkü bizi besleyen serumlardır onlar. Biz onlar olmadan yaşayamayız. Onlar 700 senedir bizi besliyorlar. Kim ne derse desin. Bunları tenkit eden de olabilir. Fakat biz 700 senedir onların pınarından besleniyoruz. Bütün insanlar besleniyor. Ve kıyamete kadar da beslenecek. Şimdi bunu tepmenin, bu birikimi, bu güzelliği yok saymanın anlamı yok. Mevlâna bugün uluslar arası bir sestir, şadadır ve bütün insanları çağırıyor. Gayet tabi Islâm da bütün insanlığı çağırıyor. Mevlana’nın o meşhur rubaisi bazen tartışılır: ’Herkese gel dedi, doğru mu yanlış mı?’ Gayet tabi doğru bu. Çünkü Kur’an da ’ey insanlar’ diyor. ’Bazâ bazâ her ançehesti bâzâ; Ger kâfiru, gebru, putperestî bâzâ’ ifadesi, aslında bana göre Kur’an’daki ’ya eyyühennasu’ ifadesinin tefsiridir. Şimdi ’ey insanlar’ demek ne demek? Bu insanların içinde kâfir de var, müşrik de var, putperest de var, ateşe tapan da var, hepsi var. Mevlâna da bunu şiirleştirmiş oluyor. Dine davet eden herkes aslında ’ya eyyühennasu’ demek durumundadır. Yalnız buradaki espri şu: ’Ya eyyühennasu’ diyebilecek bir gönlünüz olmalı, bunu iş olsun diye söylerseniz bir işe yaramaz. Aktörlük yapmış oluruz.
Bu durumda Mevlâna böyle bir gönüle sahiptir o halde.
Gerçekten böyle bir gönüle sahiptir ve bu gönül 700 senedir hiç eskimedi. Nice kitaplar yazıldı 700 senedir, ama biz hâlâ Mevlâna’nın ve onun meslektaşlarının yolundan gidiyoruz. Burada bir cümleyi hatırlatmak istiyorum. Birkaç sene önce bir politikacımız şöyle bir cümle kullandı: "Bizim aydınlanma çağımız 13. yüzyıldır. Çünkü Yunus, Hacı Bektaş ve Mevlâna bu yüzyılda yaşamıştır." Bu çok önemli bir cümledir bana göre. Gerçekten bizim aydınlanma yüzyılımız 17., 18. yüzyıl değildir. Çünkü o pozitivist bir aydınlanmadır. Bize göre değildir. Bizim kültürümüzün yani Anadolu kültürünün esas aydınlanma yüzyılı 1 3. yüzyıldır. Çünkü bu büyük dehalar o yüzyılda yaşamışlardır. Ve çok açık ve net bizi 700 senedir bunlar aydınlatıyor. Ve bundan sonra da aydınlatacak. Bunun temelindeki enerji işte o gönüldür. Bu ışığın bitip tükenmemesinin temel sebebi, o gönüllerdeki aşktır. Çünkü aşk bitmez. Aşk ateşi sönmez.
Tasavvuf kavramını açarken siz tasavvufun kökenine değindiniz, ama ben konuyu biraz daha açmak istiyorum. Peygamberimizin hayatında bu bahsini ettiğimiz şekilde disipline edilmiş bir tasavvufi yaşantının olmadığını biliyoruz. Tasavvufu eleştirenler de bu durumu aynı zamanda dayanak göstererek; tasavvufun gnostisizmden, Hint mistisizminden etkilenerek ortaya çıktığını söylüyor. Bu konudaki eleştirilere ne dersiniz? Yani sizce tasavvufun otantiklik sorunu var mı?
Önce şunu söyleyelim, insanlığın bir ortak kültürü vardır. Buna tevhit kültürü de diyebilirsiniz. Biz Hz. Adem’den gelen insanlarız, dolayısıyla Hz. Adem’den beri gelen bir din geleneği vardır ve bu nehir o zamandan beri akmaktadır. Dolayısıyla hangi dine mensup olursak olalım, insanlık olarak bir ortak kültürümüz vardır. Medeniyetler arasında alışveriş her zaman vardır ve olmuştur. Her medeniyet etki almıştır ve her medeniyet etki etmiştir. Bu da kesindir. Tasavvuf başka düşüncelerden etkilenmiş midir? El cevap: Etkilenmiştir. Başka kültürleri etkilemiş midir? El cevap: Etkilemiştir. İslâm medeniyeti hem etki almıştır, büyümüştür, kendi varlığını ispat etmiştir. Hem de etki etmiştir, bu sefer de başkaları onu taklit etmiştir. Bu bir anlamda sünnetullahtır. Ama soruyu şöyle sorarsak cevabı değişir: Bir Müslüman dervişin kafasını, düşüncesini yönlendiren esas sistem Hinduizm midir? Budizm midir? Eski Yunan kültürü müdür? Eski Arap kültürü müdür? Eski Şaman kültürü müdür? Hiç biri değildir. Yani tesir alması, vermesi başka bir şey ama bir insanın gönlünü ve beynini temel olarak yönlendiren kaynak olması başka bir şeydir. Bir derviş bu tesirlere açık olmakla birlikte onun kalbini, kafasını hakimiyeti altına alan esas metin Kur’andır ve temel şahsiyet Hz. Peygamberdir.
O halde tasavvuf, tasavvufî yaşantı İslâm geleneği içinde ortaya çıkan dinî yaşantının bir yorumu mudur?
Evet, daha çok ahlâkî boyutu öne çıkaran bir yorumudur. Meşhur tasnifle söylersek iman, ibadet, ahlâk üçlüsünde ahlâkî boyutu öne çıkaran, ahlâkî dünyamızı güzelleştirmeye yönelik teknikler geliştiren bir faaliyet alanıdır. Gönlümüzdeki hastalıkları tedavi edip yine Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği gibi, ’selim’ bir kalbe ulaşabilmek için bu ahlâkî faaliyete ve cehde ihtiyacımız vardır. Bunun da tekniklerini bize tasavvuf veriyor. Tasavvuf olmadan bir insan ahlâklı olur mu? Olur. Tasavvuf olmadan bir insan Allah’a âşık olur mu? Olur, gayet tabi o yol açık. Ama buradaki mesele şu; demin insanların tecrübesinden istifade etmekten söz ettik. Burada yaşanmış bir tecrübe var ve bu tecrübeyi aklı başında olan insanlar da kullanmalıdır. Yoksa ’tek yol tasavvuftur’, ’tasavvufî yola girmeyen mahvolmuştur’, veya ’şeyhi olmayanın yeri cehennemdir’ gibi bir genelleme yapmamak lâzım. Tasavvuf, kişiyi Allah’a ulaştıran bir yoldur. Ama Allah’a başka yollarla da müminler ulaşabilir.
Tüm bu konuşmalarımızın ardından sonuç olarak, ’Allah’a giden yollar, kulların nefesleri sayısıncadır’ diyebilir miyiz?
Tabi, o da sûfilerin sözüdür. Süfiler bu konuda rahat düşünüyor. Diyorlar ki, her insan kendi fıtrat, mizaç ve meşrebine göre Allah’a ulaşır. Dolayısıyla insanlar sayısınca Allah’a giden yol vardır. İnsanlar sayısınca Allah’a giden usûl, metot vardır.