Makale

Büyük Türk milletinin Müesses Nizamı Çoğulculuk

BÜYÜK Türk MİLLETİNİN MÜESSES NİZAMI
ÇOĞULCULUK
OSMANLI DÖNEMİ, İSLÂM MEDENİYETİNİN EN GÖRKEMLİ VİTRİNİ.. GÜÇLÜ İSLÂM MESAJININ VE ÇOĞULCULUĞUNUN DA.

Arif GÜNEŞ

ÇOĞULCULUK, uygulama olarak eski olmakla birlikte, kullanımı yeni olan bir terimdir. Bu kuram dilde, inançta, dinde, fikrî ve felsefî yönelimlerde farklı sosyal kategorilerin siyasi bir birlik içerisinde, kendi özelliklerini yaşayabilmeleri anlamına gelmektedir.
Çoğulculuktan söz edebilmek için, öncelikle birbirlerinden farklılık gösteren toplulukların varlığı ve bu farklı özelliklerin siyasî otorite tarafından garanti edilmişliği gereklidir.
Sözünü ettiğimiz bu değerlerden herhangi birisini kabul etmeyen veya kendi değerlerini zorla be-nimsetmeye çalışan siyasî sistem, çoğulcu değil "tekçi" sistemdir.
Çoğulculuğun oluşumu ve uygulanışı bakımından hukukî yapı ve uygulama biçimi önemlidir. Yani, Devletin hukuk düzeni, çoğulculuğu ya oluşturup geliştirir ya da baskıcı bir unsur olarak daraltıp tekçi anlayışı hakim kılar. Diğer bir deyişle, hukuk düzeninin nitelik ve uygulamasının çoğulculukla çok yakın bir ilişkisi vardır. Nitekim "çoğulculuğu" anayasal bir nizam kabul eden ve uygulamada da bunu bütün unsurlarıyla tebarüz ettiren siyasî yapının uzun ömürlü devlet şeklinde tezahür ettiğine, Dünya Tarihi şahitlik etmektedir.
Biz bu incelememizde milletimizin büyük bir döneminin; Osmanlı Devletinin çoğulcu yapısını tahlil edeceğiz. Yapacağımız bu inceleme, tarihî bir olguyu araştırmak olduğu kadar, günümüzün büyük devlet yapılarına da ışık tutmak olacaktır.
Osmanlı Devleti, milletle ve inançlar mozaiğinden oluşan siyasî bir birlik idi. Kültür farklılıklarının şekillendirdiği çeşidi insan toplulukları ve milletler Osmanlı toplumunu meydana getirmekte idi.

OSMANLI BİR DEVLET
Osmanlı Devletinde, en üst yönetim makamında bulunan Sultan . Halife ve Devletin kuruluş yıllarında halk Türk olduğu halde, büyüme ve yükselme döneminde bu görünüm değişiklik göstermeye başlamıştır. Sınırları genişledikçe Türk nüfusun genel nüfusa oranı tabii olarak azalmıştır. Böylece Türklerle aynı dini paylaşan müs-lüman Berberi, Kıbtî ve Arapların yanı sıra, Hristiyan olan Bulgar, Helen. Romen, Çek. Sırp, Hırvatlarla Slav ırkının çeşitli boylarının Osmanlı yönetiminde bir birlik meydana getirdiğini görmekteyiz.
İsimlerini hafızamızda tutmakta bile zorlanabileceğimiz bu sayıdaki farklı milletlerin şüphesiz her birisinin öz dilleri bulunmakta idi. Osmanlı Devletinin nüfusunu oluşturan milletler kendi öz benliklerini, öncelikle ana dillerini konuşabilmekle sürdürmüşlerdir. Gerçekten de Osmanlı Devletinin her yanında,
Türkçe’nin yanısıra, Arapça, Yunanca ve Slav dilinin birçok lehçesi konuşulmakta idi. Ayrıca, Türkler. Araplar ve gayri müslimler eğitim ve öğretim faaliyetlerini kendi dilleri ile yapmışlardır. Diğer yandan, Devlete hâkim olan siyasî otorite Türk kavmine mensup olmasına rağmen, resmî devlet okullarındaki üst düzey eğitim Türkçenin yanısıra Arapça olmuştur. Merkezde ve merkez ile eyaletler arasında resmî yazışma dili Türkçe olmasına karşılık farklı dillerin konuşulduğu eyaletlerdeki iç yazışmalar, o eyaletin dili ile yapılmıştır. Devletin üst yöneticileri çok defa Arapça ve Farsça’yı en az Türkçe kadar bilmekte idiler.
Osmanlı Devletinde, dil bakımından tanınan çoğulcu ilke, din ve mezhep bakımından da, aynı şekilde herhangi bir ayrım yapılmaksızın bütün Osmanlı insanına tanınmıştır.

OSMANLI ÖNCESİ
Konuyu, müslümanlar yönünden incelemek için Osmanlı Devleti öncesindeki dini oluşumla Osmanlı Devleti’ndeki dini’yapıyı birlikte ele almak gerekir. Şöyleki:
Türkler, 8 inci yy .da müslümanlarla temas kurduklarında Arap ve Fars Müslümanları arasında inanç ve amel bakımından daha önceden oluşmuş bulunan çoğulculuk mevcut idi. Gerçekten de İslâm toplumunda, dinin iman esaslarını açıklamak ve yorumlamak konusunda daha önceden oluşmuş olan birçok görüş ve mezhep bulunmakta idi ve bunlar, müslümanlar tabanında az veya çok bir taraftar kitlesine sahipti. Bunlar, belli başlı-caları olmak üzere "Sünnî", "Şiî", "Mu’tezilî", "Cebriye" gibi mezheplerdi. Sünnî akide, müslümanlar arasında en yaygın ve en fazla benimsenen inanç sistemi olmasına rağmen, diğer inanç mezheplerinin belli başlıcalarından olan "Şia" mezhebi, Yemen, Mısır, ve Irak halkının bir kısmınca benim-senmekteydi, özellikle "Mutezile" mezhebi zamanın devlet yöneticileri arasında en fazla rağbet gören mezhep durumundaydı.
Diğer yandan aynı dönemde, müslümanların, "amel" ve "hukuk" konularında da çoğulcu anlayışı sergilediklerini görmekteyiz. Nitekim, günümüzde Ortadoğu diye isimlendirilen bölge müslümanları arasında o dönemde "Şafiî Mezhebi", Hicaz bölgesinde" Han-belî" mezhebi, Kuzey Afrika’da ise "Maliki" mezhebi yaygın olarak kalabalık bir taraftar kidesince benimsenmiş bulunuyordu.
Kısaca, 9’uncu yy.da Türklerin bütünüyle Islâmı kabul etmesinden önce inanç ve amel konusunda müslümanlar arasında oluşmuş bulunan çoğulculuk mevcuttu. Böylece Türkler arasında, müslü-manlarla temas ve ilişkiler geliştikçe, büyük bir çoğunluğuyla inançta sünnî görüşün "Mâtûrîdî" kolu, amel ve hukukta da "Hanefî" mezhebi yaygınlaşmış ve hâkim görüş halini almıştır. Daha sonraki yıllarda Türkler, siyasî bir oluşumla devlet kurmuşlar; dolayısıyla söz-konusu inanç ve görüş sahipleri üst yönetim kadrolarında görev almışlardır.
Türkler, devletleşmelerinden itibaren bir tercihle karşılaştılar. Yukarıda kısaca değindiğimiz farklı akide ve hukuk anlayışlarını sınırları içerisine alan Osmanlı yönetimi vatandaşlarının bütününe , ya kendi anlayışlarını benimsetecek düzeni oluşturacaktı ya da sözkonusu grupların hayatiyetlerine imkan sağlayacaktı. Bu nokta gerçekten önemlidir.
İşte bu noktada Osmanlı yönetiminin "çoğulda birlik oluşturma" tezini benimsediğini görmekteyiz. Tekçi değil, baskıcı değil, müdahaleci değil; çoğulcu...Gerçekten de Osmanlı Devleti, kendinden önce-kilerden bir kültür mirası olarak devraldığı bütün görüş ve mezhepleri tanımış ve bunların müntesip-leri ile siyasi birliğini sürdürmüştür. Mamafih Osmanlı Devleti, kurucularının ve yöneticilerinin benimsediği görüş olan "Sünnî inancı", devletin genel siyasetine hâkim bir unsur kılmış ve bütün resmî öğretim kurumlarında öğretmiş ve terviç etmiştir. Bununla beraber, bu mezhep dışında kalan diğer görüş ve mezhepler ve bunların müntesiplerı Osmanlı topraklarında hep var olagelmişler ve serbestçe kendi mezheplerini propaganda yapabilmişlerdir. Diğer yandan,.Osmanlı yönetiminin sınırları içine aldığı gayri Türk Müslümanlara aralarındaki sorunları kendi mezheplerinin yaklaşımları ile çözümleyecek müftü atadığını tespit etmekteyiz. Bu uygulama, Cezayir’de, Mısır’da ve Hicaz bölgesinde yüzyıllar boyu yürütülmüştür.
Bu uygulama, kabul etmek gerekir ki, çoğulcu anlayışın yönetim tarafından tanınmışlığını ve anayasal bir nizam olarak korunduğunu göstermek bakımından yeterli bir kanıttır.

GAYRİMÜSLİME YAKLAŞIM
Çoğulculuğu, müslüman olmayanlar yönünden ele aldığımızda; Osmanlı Devletinde, bunun, onlar bakımından da geçerli olduğunu görüyoruz.
Gerçekten, ülke nüfusunun önemli bir bölümünü teşkil eden Hıristiyanların, mezheplerinin bile yönetim tarafından tanınmışlığını ve cemaatlerin iç düzenlemelerinin kendilerine bırakılmış olduğunu tespit ediyoruz. Rum Ortodoks Patrikhanesinin faaliyeti, İstanbul’un fethine rağmen durdurulmamış ve Fatih Sultan Mehmed tarafından Devletin Ortodoks nüfusunu oluşturan cemaatin Ekümenik Patrikliğini yürütmesi için serbest bırakılmıştır. Hatta bunun yanısıra, Devletin başşehri İstanbul’da, Ermeni, Süryani, Maruni gibi tüm monofîzit inanç sahibi Hristi-yanların dini ve cemaat işlerini yürütmek üzere bir Ekümenik Ermeni Patrikliği yine - bizzat Fatih tarafından 1461 yılında kurdurulmuştur.
Osmanlı Devletinin, günümüzün devlet yönetimi anlayışı bakımından getirdiği standartlara uygun olarak, müslüman olmayan vatandaşlarına tanıdığı hak ve imtiyazları, Padişah İradeleri dışında 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu, 1856 tarihli Tanzimat Fermanı ile 1876 vei908 tarihli Kanunî Esasilerde de bulmaktayız. Sözkonusu Ferman ve Anayasalardan, devletin müslüman olmayan vatandaşlarına tanıdığı hak ve imtiyazları düzenleyen bazı maddeleri sunmak istiyorum:
"Kilise, hastahane, yetimhane, mezarlık ve buna benzer dinî ve hayrî kurumların inşa, bakım ve idaresi cemaate aittir."
"Cemaatler, okullar açmak ve dillerinde eğitim, öğretim yapmak hakkına sahiptir".
’Evlenme, boşanma, çeyiz, nafaka ve mirasla ilgili işlemler Patriklik tarafından ifa edilir."
"Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilemeyeceği gibi herkes ibadetini serbestçe edâ edebilir".
"Cemaatlara ait mektep, hastane, mezarlık vesaire gibi umumi yerlerin heyet-i asliyeleri üzere ta-mirlerine mümanaat edilmez."
"Her cemaat, genel ve profesyonel amaçlı okullar açmak ve kendi dilinde eğitim vermekte serbest olup, bu okullar Devletin kontrolü altındadır."
" Eğitim-öğretim serbesttir. Her Osmanlı, kanunî çerçevede genel ve özel dersler verebilir."
"İslâmiyet, Devletin resmi dinidir. Bu hüküm gözönünde bulundurulmak suretiyle, Devlet, hudutları içinde bilinen bütün dinlerin serbestçe uygulanmasını ve kamu hukukuna ve geleneklere aykın olmamak kaydıyla bütün cemaatlere tanınmış olan dini imtiyazların muhafazasını taahhüt eder".
Çoğulculuk bakımından, bunun hukuk düzeni içindeki yerini, uygulama alanı ve şeklini ana çizgileri ile incelediğimiz Osmanlı Devleti karşısında müslüman Arap askerlerince S.yy.da baştan sona fethedilen ve ismi ile birlikte değişen Endülüs’ü, gözönüne getirelim. Buradaki sekiz yüzyıllık müslüman varlığının bütünüyle ortadan kaldırıldığını günümüz aydınlarının değerlendirmelerinden takip edelim.
"İstanbul’un fethiyle gelişen Türk yayılışı karşısında, Granada’nın (Iber Yarımadasında kurulu İslâm Ülkesi Benî Ahmer’in başşehri) kendileri için tehlikeli bir durum oluşturabileceğini hisseden Katolik Kralları, bölgenin müslü-manlardan arıtılmasına büyük önem verdiler ve bu işi 1481-1492 yılları arasındaki onbir sene gibi kısa bir zamanda başardılar. Buyruk altına alınan müslümanlara can ve mal emniyeti, din hürriyeti gibi haklar tanındıysa da bu vaatler ancak sözde kaldı. Neticede, Granadalı müslümanların çoğu sürülerek, İspanya’nın başka ülkelerine yerleştirildi. Fakat bu teşebbüsün de köklü bir tedbir olmadığı anlaşıldığından 1609’da bütün müslümanların sınır dışı edilmelerine karar verildi. 1614’te Iber Yarımadası hemen tamamıyla müslümanlardan temizlenmiş oldu..."
Gerçekten de bu faaliyetler sonucu Endülüs, bir müslüman yurdu olmaktan çıkmış, İspanya olmuştur. Böylece artık orada Arapça konuşan kalmadığı gibi Hristiyanların dışında bir din mensubu da kalmamıştır. Ama İspanya bu "TEKÇİ" yapısıyla yüzyıllarca sadece İspanya olarak yaşamış ve günümüzde bile Batı İttifakının içinde en az gelişmiş olan ülkeler konumundan hâlâ çıkamamıştır.
Bir de, bunun karşısında Osmanlı Devletini düşünelim! Osmanlı Devleti, anayasal bir nizam kabul ettiği "ÇOĞULCU" yapısıyla güçlü bir dünya devleti olarak yüzyılları yaşamıştır. Sonunda tarih olmuştur ama, hakimiyetinde bulundurduğu toprakları üzerinde, tarihi kökenleri, dilleri, dinleri, mezhepleri ve kül-türleri farklı otuz kadar Devlet kurulmuş bulunmaktadır. Dolayısıyla tarih, sözkonusu devletlerin aydın-lanndan. kendilerinin devlet şeklinde teşkilâtlanmalarında en önemli mesnetleri olan dil, din ve kültür yapılarını muhafaza eden Osmanlı Devletine minnet borçlarını ifade etmelerini, bir insanlık alacağı olarak beklemektedir.

SONUÇ
Sonuç olarak, Osmanlı Devletinde dil, din, mezhep ve felsefi yönelimler konusunda "tekçi" anlayışın, bırakın kendisini, işaretini dahi bulmak kesinlikle sözkonusu değildir. Aksine, Osmanlı Devleti, kuru-luşundan itibaren çoğulcu anlayışı anayasal bir ilke olarak benimsemiş ve bu sayede bir cihan imparatorluğu haline gelmiştir. Bu hukuki yapısını yıkılışına kadar büyük bir özenle korumuştur. Buradan ulaştığımız bir diğer sosyolojik tespitle yazımızı noktalayalım: BÜYÜK OLMANIN İLK VE EN ÖNEMLİ ŞARTI, BÜTÜN İNSANLARIN EŞİT TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERE SAHİP OLDUKLARININ KABUL EDİLMESİDİR.

“Büyük olmanın en önemli şartı, bütün insanların temel hak ve hürriyetlere sahip olduklarının kabul edilmesidir.”