Makale

İSLAM - TÜRK SAN’ATINDA ÇEŞMELER

İSLAM - TÜRK SAN’ATINDA ÇEŞMELER

Yılmaz ÖZCAN

Derleme ve Tayım Müdürlüğü

Yayın Uzmanı

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah (C.C.) her şeyi su’dan diri halkettiğini, canlı kıldığını beyan buyuruyor. İlim âleminde de hayatın su çevresinde be­lirdiği nazariyeleri hâlâ geçer akçedir...

Müslüman Türkler, canlılığın ve hayatın en mühim unsuru olan suya gereken ehemmiyeti vermişler; onu bir san’at havası içinde sunmasını en güzel şekilde bilmişlerdir. Bu sunuş, islim mîmârisinde, çeşmeler, sebiller, selsebiller, şadırvanlar olarak tezahür etmektedir. Bunlarda her anki pra­tik fayda nazar-ı itibara alınmıştır. Ayrıca, bahçelerde ve mesken içlerinde (enteriyör) daha ziyâde süs mîmarî unsuru olan fıskiyeli ve fıskiyesiz ha­vuzları görüyoruz.

Hıristiyan dünyasında da şüphesiz bir çeşme, havuz mîmârîsi var, Fran­sa, bilhassa İtalya’da da san’at eseri havuzlar çok. Fakat bunlara daha zi­yâde büyük parklar ve meydanlar gibi yerlerde rastlıyoruz. Yâni, bunlarda tezyînî husus ön plânda tutulmuş, Osmanlılarda ise, suyu, yüksek mîmârî eserler İçinde toplayıp İhtiyaca göre dağıtmak, günlük hayatta faydalı hale’ getirmek esas fikir olmuştur. Her çeşme, hayat ve İçtimaî kaynaşmanın canlı bir mahallî olmuştur. Bilhassa, san’at eserî olan büyük, müstakil çeşme ve sebillerin etrafı dâîmî bir mesir yeri gibidir. Eski gravür, resim ve tablolar karıştırılır, tetkik edilirse bu husus açıkça görülecektir...

Çeşmelerin, sebillerin İslâm Türk mimarisindeki haysiyetli yerini bilhassa İstanbul’da müşâhede edebiliyoruz. Ceddimiz (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) suyun muazzez hatırına hürmeten biribirinden güzel, seyrine doyum olmayan mîmâri san’at eserleri vücûda getirmişler, onlarla, şehre su gibi aziz yeni bir hava katmışlardır. Bunları yaptıranlar acaba hangi hâlet-i rûhiyenin tesiri altında idiler? Ruhlarının ebedî meserreti İçin mi; geriye bir eser bı­rakmış olmak için mi; suyu ta’zîz için mi, su gibi bir ilâhî nîmetten aynı za­manda, bir san’at ve bediî hislerle de istifade etmek için mi?.. Be!ki bunlara ilâveten daha nice yüksek tesir ve hislerle ibdâ ettiler...

İstanbul, şehir mimarcılığı bakımından, bir de, çeşmelerinin, sebillerinin oturtturulduğu yerler bakımından tetkik edilmelidir. Görülecek ki, çeşme ve sebillerimiz de, câmilerimiz gibi, keramet denilecek şekilde, en isabetli yerlere, mânâsına en uygun şekilde inşa edilmişlerdir. Yerleri değiştirilen çeşme ve se­biller yeni yerlerine uydurulamamıştır. Şunu diyebilirim ki, İstanbul çeşmeleri, şehrin sokak ve meydanlarında yüzüğün taşı gibidirler; şaşırtıcı bir cazibe­leri vardır. Meydanların şekil almalarında önemli bir yerleri vardır...

Ruh ve tezyinat bakımından da İslâm-Türk ve Hıristiyan (Avrupa) çeş­meleri arasında büyük farklar vardır. Onlarda âbidevî çeşme ve fiskiyle havuzlar (Fontane’ler) İstanbul’un fethinden sonra gorütmeye başlamıştır; bizde ise eskilerinden daha san’atkârâneleri yapılmaya başlamıştır. Esasen Osmanlıların hayırhah ve yüksek yaratılışları, her nereye gitmişler ve her nerede bulunmuş iseler, birçok hayırlı inşaatlar meyanında sebiller ve çeş­meler olarak da tezahür etmiştir. Onlar, bu mîmârîde de yeni değillerdir.

Bilhassa İtalyan (Roma) fıskiyeli havuzlarında efsânevî figürler, at, ba­lık gibi hayvanlar içte ve çevrede tek ve kompozisyon (tertip) halinde iş­lenmişlerdir. İslâm Türk çeşmelerinde v.s. de antik ilâhlar, at, balık gibi fi­gürler yerine, suyun mânâsına uygun şekil ve tezyînâta raslıyoruz; bu baka­nı ferahlatıyor. Sanki o ağaçlar (bilhassa selvi), vazolu, vazosuz, fiyonklu buketler, tabakta meyveler, hatâyîler, rûmîler, barok ve rokoko ile bize gelen diğer bitki motifleri, velhâsıl çeşme, sebil üzerine işlenmiş bütün Türk tezyînâtı canlılığını o çeşmeden, o sudan alıyormuş intibaını vermektedir, insan hiçbir şekli yadırgamamaktadır. Türk’ün dahî elinde suda âbîdeleşmiş ve şerefli bir tarih olmuştur.

Çeşme ve sebillerimizde (hepsinde değil) târih kîtâbeleri vardır. Bun­lar da birer yazı şâheseridirler. Sebil ve çeşmelerin üstleri geniş çatılarla ör­tülüdür. Bâzılarının çatıları mahrûtî, bâzılarının siper şeklinde. Bunların altları ise fevkalâde müzeyyen. Çeşme ve sebillerin yazılı ve tezyînli kısımlarının da boyandığını biliyoruz. Yazı olarak nesih, sülüs ve Türk ta’lîki kullanılmıştır. Fakat maalesef bakımsızlıktan o siper ve çatılar yıkılmış, orijinal renkler ta­biî tesirlerle silinmiş, yok olmuştur. 1728 tarihli Sultan Ahmed Çeşmesi’nde orijinal boyalarıyla yazıların ve tezyînâtın ne kadar iç açıcı güzellikle oldu­ğunu bir nebzecik olsun görebiliyoruz. Diğerlerinde renkler silindiği için mer­merin aslî rengi çıkmış. Renk olarak, mavi, koyu turuncu, kırmızı, yeşil ve yaldız kullanılıyordu.

Çeşme ve sebillerin fevkalâde güzel, süslü saçakları, çatıları su için ge­lenleri yağmur ve güneşten koruyordu ve efsanevî güzellikler meydana ge­tiren gölgeleri rûha sürür veriyordu. Her çeşme o mevkiin hayat kaynağı idi.

En basit, küçük ve tezyinatsız (ornement) çeşmede dahi çok güzel bir taş, mermer işçiliği dikkati çekiyor, Tenasüb (oran, nisbet) güzellikleri de tatminkâr. Hiçbirisi, mîmârî anlamda, taş veya mermerden yapılmış, dörtkoşe şu-bu biçimde su deposu, hazinesi değil, Müslüman-Türk’ün suya verdiği ehemmiyetin ve onu verene hamdinin müşekkel, mücessem birer san’at mi­sâlidirler. Bir yabancı, Türk’ün suya olan meclûbiyetini kınayabilir. O, eser­leri fazla uğraşılmış görebilir. Fakat Anadolu’muzdaki incecik bir derenin, çayın etrafına bahşettiği hayatı, güzelliği görünce mutlaka evvelki düşünce­lerinden vazgeçip hak verecektir. Suya değer hükmünü Anadolu, Müslüman - Türkler vermiş, mîmârîsîni kurmuş, geliştirmiş ve kemâle erdirmiştir.

Bugün, maatteessüf, ata mîrâsı nice muhteşem sebiller, çeşmeler millî bir lâubalilik, vurdum-duymazlık, nemelazımcılıkla perişan, bakımsız ve mez­belelik haldedir. O canım eserlerin (İstanbul’daki her biri taşıyla toprağıyla beraber altınla tartılsa seza olan eserlerden bahsediyorum) muslukları yok, çevreleri mezbelelik; bâzılarını da satıcılar, manavlar İşgal etmiş vaziyette. Su mes’elesi ise fecaat. Koca İstanbul’da atadan kalma yüzlerce, binlerce çeşmeden, sebilden yalnız pek az’bir kısmı akmakta. Bâzı sebiller restorasyondan sonra su ve meşrubat satmak için şahıslara kiraya verilmiş. Bazılarında da hem gazete, mecmua, hem de —alkollü içkiler de olmak üzere— meşrubat sattırılıyor. O, iğrenç, şehvetimiz seks mecmuaları atalarımızın ruhlarını ta’ziz etmek için yapılmış olan sebillerimizin, çeşmelerimizin temiz yüzlerini kir­letmektedir. Vakıflar onlara bakıyor ve kiraya veriyorsa o şekilde mi kullan­malı, kullandırılmalıdır? Hem bazılarının bronz, mermer şebekeleri kırılmak­ta, heder edilmektedir. Biran evvel ilgili meretler bu işi ele alıp yeniden bir formuna sokmalıdırlar. Ma’nevî vebali pek ağırdır. O eliböğründe san’at ese­ri saçaklar, çatı, elini daha kuvvetle böğrüne koymuş altında satılan mel’anetlere lanetle bakmakta... Bir zamanlar restorasyondan sonra o gibi yerlerde yalnız su sattırılacağı söylenmiş ve yazılmıştı. Çok iyi bildiğim bâzı sebiller de —kontroldan âzâde oldukları İçin— mel’anet yuvası hâline gelmiştir.

Türk barok, ampir ve rokoko üslûbunda da çeşmeler, sebiller, selsebiller yapılmıştır, güzel eserler verilmiştir, fakat, o üslûbları kendi memleketlerin­de seyretmek isterdim. Bütün dünyada san’at kollan biribirlerinden çizgiler, renkler, üslûplar v.s. almışlardır, fakat bir san’at kolunun başka bir mem­lekette bütün çizgileriyle tezahür etmesine tesir değil kopyacılık denir. Bu kopyacılık girdiği memleketin aslî san’atının ölümü demektir. Çünkü aslî san’at kaldırılıp rafa konur. Bizde de maalesef bu böyle olmuştur. Avrupa san’atına dönünce mîmârîmîz ve tezyini san’atlarımız soysuzlaşmıştır. Neyin ne miktarda alınıp nasıl Türkleştirileceğini bilmediğimizden basit bir kopya­cılık olmuştur.

Şadırvanlar ise medrese, cami avlularında, çok köşeli, geniş saçaklı, kub­beli veya mahrûtî (piramit) çatılı paviyonlar şeklinde inşa edilmişlerdir. Pâye veya sütunların araları madenden veyahut mermerden şebekelerle kapalıdır. Şebekelerin zarifliği ve çeşitliliği (variation) sanatkârlarımızın bu cihetle de re derece ulvî ilham zenginliğine (enthousiasme) sahip olduklarını isbat edîyor.

Şadırvanlar çok çeşitli olarak yapılmışlardır. Mîmârî ve san’at değerini haiz çok sayıda misâller verilmiştir. Bunlar câmi ve medreselerin bahçelerinin en göze çarpacak yerlerinde bulundukları halde göz ve zevk tarafından as­la yadırganmamak, bilâkis onlara bina ve bahçenin mütemmimi nazarıyla bakılmakta ve İlâhî sükûneti, vekarlı atmosferi ruhlara daha çok sindirmek­tedirler. Aynı zamanda, ibâdet İçin abdest ve su zarûrî olduğundan pratik değerleri de mühimdir. Bilhassa Süleymaniye Câmiİ ile Sultan Ahmed Câmünİn şadırvanları yerleştirme, inşa ve ölçülerinin (lokalize, konstrüksiyon ve pro- porsiyon) güzelliği bakımından dikkate şayandır.

İlk bakışta bâzı şadırvanlarımız sevimli birer köşkü hatırlatmaktadırlar.

Çeşme, sebil, selsebil, havuz ve şadırvanlarımız manevî yaratıklar addeftiğimiz güvercinlere de hayat bahşetmekte; onlarla mânâ ve güzellikleri tamamlanmaktadır.

Selsebiller, çeşmelerin daha dekoratif, daha zengin bir nev’idir. Selsebillerde birbirinin altında veya kaydırmalı (periyodik veya alternatif) çanaklar bulunmaktadır. Çanakların büyüklükleri de muhteliftir. Su, birinden diğerine dökülürken havayı serinletmekte ve tatlı bir şırıltı peyda etmektedir. Ufacık hava kabarcıkları, şırıltının armonisi, serinleyen hava insanın ruhuna büyük, müsbet tesirler icra etmektedir. Bugün, modern bahçe ve bulvar (avenue) mîmârîsinde selsebilin güzelliğinden istifâde edilmektedir. Yalnız, işlenişi iyice maddîleşmiş, belirli birkaç çizgi halinde kalıplaşmıştır.

Selsebiller evlerde (meskenlerde) ve bahçelerde, yapıldıkları yerlerde en mutena köşeleri işgal etmektedirler. Muhtelif çanaklı fıskiyeli havuzlarla selsebillerin birbirlerine yakın bir şekilde yapıldıkları da görülmüştür.

Mimar Mühendis Koca Sinan’ın sebillerin gelişmesinde ve çeşitli numuneler vermesinde de büyük gayretleri olmuştur. (Ruhuna ebedî rahmet dilerim...)

Çeşme, sebil, şadırvanların en mühimlerinin bile kronolojik sıralarını yazı dışı bıraktım. Umûmî olarak ifâdeleri üzerinde durdum. Târih ve isimlerini yazmak ancak en az birkaç makale ile mümkün olabilirdi...