GAYB
Doç. Dr. Hüseyin ATAY
A. Ü. İlâhiyat Fakültesi
Gayb sözü Arapçada ası) bir köktür ve aslında mastar olup hem isim ve hem gaib anlamında sıfat olarak kullanılır, Sözlük anlamı, gözle görülmeyen ve daha doğrusu beş duyu ile algılanmayan ve bilinmeyen şeye denir. Dilciler "gayb" sözünün yerde içine girilip gizlenilen bir Çukura dendiğini zikrederler ve bu anlamdan giderek görülmeyen, gizli olan yer ve şeye dendiği için de "gaybden bir ses duydum" tâbirini kullanmışlar ve bundan görmediği kimseden ve bilmediği yerden bir ses işittim mânâsını kasdetmişlerdir. Bu, Türkçemize de geçmiş bir deyim olmuştur. Burada gelen ses artık gayb sayılmaz, zîrâ onu duyumuzla algıladık ve böylece onu bildik, fakat geldiği yeri ve kimden geldiğini bilmediğimizi belki ilk anda bilmeyebiliriz. Ama tekrar ederse kimden geldiğinin bilinebileceğini daha önceki bilgilerimize dayanarak söylemek mümkündür. Yalnız önceki algılarımız bize yardım etmezse, meselâ bildiğimiz ses çeşitlerinin dışında İse bu durumda tekrarlanmış bulunsa bile yine kaynağını bilmek imkânsızdır. Râgıb-ı İsfehâni, Müfrodât fi Garîbi’l-Kur’an (s. 373) adlı eserinde "gayb"ın insanlara göre olduğunu, Allâh’a göre olmadığını, zîrâ O’nun görülen ve görülmeyenleri bildiğini açıklar.
Bu durumda "gayb"ı şu çeşitlere ayırmak mümkündür:
a) "Gayb" sözünün sözlük anlamında beş duyu ile bilindiği halde herhangi bir kimse tarafından henüz bilinmemiş olan şeyler, gaybler ki bunlara meçhul (bilinmeyen) de denir. Bir insanın günlük hayatında bilmediği, fakat birçok insanlar tarafından bilinen şeyler de bunlardandır. Bu gibi şeyleri insan bir dakika önce, bilmezken vazife gereği veya rasgele bir dakika sonra bilir ve öğrenir. Bunların duyularla bilinmesi yalnız mümkün değil, tabiatta gelenek halindedir. Bu anlamda gayb demek, hazır olmayan, bulunmayan bir yerde mevcut olmayan demektir. Nisa Sûresinin 33 ve Yûsuf Sûresinin 52 nci âyetleri bu anlamda olan gaybi kasdeder, yâni, birisinin arkasında o hazır ve mevcut olmadığı, gaip olduğu demektir ki, okullarda yapılan yoklama sırasında var olanın "mevcut" ve yok olan için "gâip" denmesi de bu anlamda idi. Yalnız burada gayb gâib anlamına alınmış olmaktadır.
b) Duyularla bilinmesi mümkün, fakat bilinmesi gelenek halinde olmayan gayb’a örnek olarak, geçmişe ait olayları duyu vâsıtalarını kullanmadan bilmeyi vereceğiz. Geçmişe âit olayları tarihleri okuyarak bilmek hem mümkün ve hem de gelenek halindedir. Biz burada tarih kitaplarını da okumadan bilmeyi kasdediyoruz ki, bu öncelikle Peygamberlere tanınan bir imkân oluyor ve bundan dal ayı Kur’ân-ı Kerîm’de (Hûd Sûresi, Ayet: 49) Hz. Muhammed (S.A.S.) geçmiş peygamberlere âit verilen bilgiye gayb haberleri denmiş oluyor. Geleceğe dair haberler ve bilgiler de bu çeşittendir. Ancak peygamber olmayan bâzı kimseler de bu gibi hem geçmişe ve hem geleceğe âit gaybleri bildiklerini iddia etmektedirler.
c) Duyularla bilinmeyen fakat akıl vasıtasıyla bilinen şeye gayb denmesi gayb sözünün sözlük anlamına uygun ise de buna gayb yâni bilinmeyen (meçhûl) denmemektedir. Bundan dolayıdır ki Râgıb-ı İsfehânî, adı geçen yerde Bakara Sûresinin ikinci âyetinde, "gaybe îman" cümlesinde "gayb"ın duyular ve akıl ilkeleriyle kavranılmayan şey olduğunu açıklar. fârâbî de "Nüket" adlı eserinde (s. 72-73) kâinatta sebebi olan şeylerin bilinen ve bilinmesi mümkün olan şeyler; sebebi bulunmayanların da bilinemeyenler sınıfından olduğunu zikreder.
d) Duyular ve akıl ile de kavranılmayan "gayb" ise ikiye ayrılır: Biri bilinmesi mümkün olan gayb, diğeri bilinmesi mümkün olmayan gaybdır. Bilinmesi mümkün olan gayb ancak vahy, ilham, sezgi ile bilinebilir. Bilinmesi mümkün olmayan ise hiçbir suretle bilinmez. Allâh’ın zâtının ve mâhiyetinin bilinmemesi, bilinmesi imkânsız olan gaybden olması bakımından O’nun mâhiyeti hiçbir yol ve yöntemle kavranılmaz, bilinemez denmektedir.
Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyetlerde geçen "gayb" sözünü araştırdığımız zaman bu saydığımız çeşitlerdeki mânâlarda kullanıldığı görülür. Biz burada duyu ve akıl ile algılanıp kavranılmayan anlamına gelen, fakat bilinmesi aslında mümkün olan gayb’den bahsedeceğiz.
Bakara Sûresinin ikinci âyetinde "gayb’e inanırlar" denmektedir. Buradaki "gayb’’den de çoğunlukla duyularla bilinmeyen ve algılanmayan şeyler kasdedildiği dirayet ve rivayet tefsirlerinde zikredilmektedir. Bu duruma göre akıl ile bilinen şey de gayb sayılmaktadır. Böyle olunca bu âyetteki "gaybe îman" meselenin« Allâh’a îman da girmektedir. Allâh’ın varlığına aklî delillerin bulunduğunu gözönönde tutan düşünürler Allâh’ın varlığının gayb sayılmayacağını İleri sürerler. Bu âyette zikredilen "gayb"den maksadın Hz. Peygamber’in öbür dünyâya dâir verdiği Cennet, Cehennem, azab, sevab gibi haberler olduğu, yoksa Allâh’ın varlığı buna dâhil bulunmadığını belirtirler. Oysa Enbiyâ Sûresinin 49 uncu âyetinde, "Görmedikleri halde Rablerinden korkarlar..." denilmektedir. Burada gaybı görmemekle tercüme etmek eksik görünmektedir. Belirttiğimiz gibi akıl ile varlığı bilinene gayb denmediği takdirde, bu tercüme doğru olabilir. Bir şeyden korkmak onun varlığını kabûl etmeyi, var olduğunu bilmeyi gerektirir. Öyle ise bilinen şeyin gayb sayılması akla göre olmayıp duyularla algılanmayan şey olarak anlaşılmasını gerektirir ki; duyuların en şümullüsü olan görmenin nefyiyle yâni görülmemekle, görülmeyen şey olmakla anlatılmıştır.
Gayba îman meselesinde böylece görülmeyen fakat bilinen şeye îmânın söz konusu olduğu ortaya çıkar. Bilmek, yalnız duyularla olmaz, akıl ile de, sezgi ile de, vahy ile de bilmek vardır. Ama duyular özellikle bunların en çok çeşitli, kesin ve ayrıntılı bilgi vereni göz olduğu için, aynı zamanda bütün insanlara —kültürün verdiği incelikler bir yana— aynı derecede hitab ettiği için görme, diğer duyuları da ifade etmek üzere bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır. İşte, inananlar, görmedikleri bir şeye, gayba inanırlar, demekle de onların duyular âleminden başka bir âlemle ilgili oldukları belirtilmiş ve duyular âleminde hapsolup kalmaları önlenmiş ve böylece maddî âlemin sınırları dışına çıkmaları sağlanmıştır. M. Hamdi Yazır Kur’ân Dili Tefsîri’nde (1/174) hakîkat-ı İlâhiyenin gayb-ı mahz olmadığını ve O’nun ehl-i sünnetçe bilinebileceğini ileri sürer. Hakîkat-ı ilâhiyenin bilinip bilinmemesi yalnız filozof ve kelâmcılar arasında ihtilâflı bir mesele değil, ehl-i sünnet arasında da bunda İhtilâf vardır. Fahrüddîn Râzî "Muhassal, 136" adlı eserinde hakîkat-ı ilâhiyenin bilinemiyeceği hususunda Dtrâr ve Gazâlî’nin fikrini desteklediği görülmektedir. Aynı yerde M. Hamdi Yazır "gayb"ın görülemez değil görülmez olduğunu söyler ki, böylece âbirette Allâh’ın görüleceği fikrini savunurken, hakîkat-ı ilâhiyenin görüleceğini de benimsemiş olur. Oysa bu iki meseleyi birbirine karıştırmamak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bilinebilen gayb vardır, bilinemeyen gayb vardır. Öyle ise gaybın görülebileni ve görülemeyeni vardır, Fârâbi (Ta’lîkat 4-5) bir şeyin hakikatini bilmeme husûsunu yalnız Allâh’ın hakîkatına münhasır kılmaz, şeylerin ve cisimlerin dahî hakîkatını bilmediğimizi ancak onların sıfat ve özelliklerini bildiğimizi anlatır.
Mutasavvıfların gayb anlayışı çeşitlidir. Onlar da gayb’ı tek bir tarifle geçiştirmemişlerdir. Muhiddîn b, Arabî Hakk’ın kendisinden değil senden gizli tuttuğu her şey, demekle gaybı sözlük mânâsının Allah ile İnsan arasındaki münasebete göre tanımlamış oluyor. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin "Ta’rîfât" adlı eserinde ve kendisinden aynen nakleden A. Ziyaddin Gümüşhânevî Mütemmimat adlı risâlesinde gaybu’l-huviyye ve gayb-ı mutlaktan bahsetmektedirler. Bunlarda taayyün etmemek i’tibâriyle Hak Teâlâ’nın zâtı olduğu ifade edilir. Gayb-ı meknûn = gizli gayb ve gayb-ı masûn = saklı gayb diye aynı anlamda olan gaybı, Allah’tan başkasının bilmediği, O’nun sırr-ı zâtisi ve hakikati olduğu anlatılmaktadır. Böyle denmesinin sebebi, onun yabancılardan mahfuz, saklı, masûn, aynı zamanda duyu ve akıldan gizli olması gösteriliyor.
Görüldüğü gibi mutasavvıflara göre, Allah’ın zâtı ve hakikati anlamında olan gayb bilinemez. Bundan başka anlama gelen gaybın hepsinin de bilinmeyeceğini Ebû Muhammed Abdullah Yâfiî (698-768) Neşru’l-Mehâsin, 47 adlı eserinde şöyle açıklar: Bir mü’min-i hâssın (ki, o velîdir) gaybı bilmesi kendiliğinden, olmayıp ancak Allah’ın ona bildirmesi ile mümkün olur ve bu da bütün gaybleri bilmek değil, bâzı gaybleri bilmek olarak anlaşılmalıdır. Bu gibi gaybı bildiğini İddia eden kimsenin de kâfir sayılmamasını savunur. Oysa Ebû Nasr es-Sarrâc da "el-Luma" (s. 376) da gaybe inanmak, onu tasdîk etmek vecdin mirası olduğunu söyler. Abdullah Yâfiî, aynı eserinde (s. 53), Peygamber ve velîlere gayb bildirildiği için onu bilmeleri demek, gaybı bilirler demenin doğru olmadığını zikreder.
Nîmetuflah Nehcuvânî (ö. 920) el - Fevâtihu’l-İlâhîyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye adlı tefsirinde Bakara Sûresinin ikinci âyetindeki "gayb"e gaybu’l-huviyye el-vahdâniye yâni Allâh’ın hakikati ve hüviyeti mânâsını vermekle tasavvufî olmayan tefsirlerden ayrılmış oluyor. Yukarıda geçtiği gibi onlar buradaki gaybe, akıl ve his ile bilinmeyen geleceğe ve ahirete âit bilgiler ve haberler demişlerdi.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, tasavvufta gayb sözlük anlamında olan gaybdır. Ancak nelerin gayb sayılacağından çok, akıl ve duyu ile bilinmeyen fakat bilinmesi mümkün olan gayb’den peygamberler yanında velîlerin de haber verebileceği ve bunun da küfrü gerektirmediği anlamına alındığı görülmektedir.
Kaynaklar:
*Ebu’l-Hüseyin Ahmed b. Fâris b. Zekeriyâ, Mu’cem Mekayisi’l-Lûga, cild: 4, Mısır 1368.
*Muhammed Cemâleddin el-Kasımi (1866-1914), Tefsîru’l-Kasımî el-Musemmâ bi-Mehâsmi’l-Te’vil, cild: 1, Mısır 1957.
*Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî (10751144), el-Keşşaf, cild: 1, Beyrut, târihsiz.
*Ebû Ca’fer et-Taberî, Tefsîr, cild: 1. Ebû Mensûr Muhammed b. Ahmed el- Ezherî, *Tehzlbu’l-Lûga, cild: 8, Mısır 1964.
*Ebû Nasr Fârâbî, Nüket, Mısır 1907. Ebû Nasr Fârâbî, Ta’ükat, Haydarabad, 1346.
*Râgıb İsfehânî, Müfredât fi Garfbi’l - Kur’ân, Mısır 1324.
*Fahrüddîn Râzî, Muhammed b. Ömer, Muhassal Efkâri’l-Mutekaddimîn ve’l-Müteahhirîn, Mısır 1323,
*Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, cild: 1, 1935,
*Muhiddîn b. Arabi, Istılahâtû’s-Sûfyye, İstanbul (Ta’rifât Seyidin sonunda).
*Seyyid-i Şerif Cürcânî, Ta’rîfât, İstanbul 1308.
*Ebû Muhammed Abdullâh b. Es’ad el-Yâfiî, Neşru’l-Mehâsini’l-Galiye fî Fadli‘l-Meşâyihi’s-Sûfiyye, Mısır 1961.
*Ni’metullâh b. Muhammed en-Nehcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, İstanbul 1326.