Makale

MİLLİ BİRLİK-BERABERLİK VE ÜLKE KALKINMASINDA DİNİN ÖNEMİ

Yrd. Doç. Dr. Ahmet GÖKBEL
Cumhuriyet Univ. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

MİLLİ BİRLİK-BERABERLİK
VE ÜLKE KALKINMASINDA
DİNİN ÖNEMİ

İnsan denen varlık, toplum halinde yasayan sosyal bir varlıktır. Bu onun önemli özelliklerinden biridir. Tarih boyunca insanlar çeşitli toplumlar oluşturmuşlar, kültür ve medeniyetler meydana getirmişlerdir. İnsan toplumlarını diğer canlı topluluklarından ayıran bazı özellikler vardır. Mesela, insanlar akıl ve yeteneklerini kullanarak daima kendilerini ve çevrelerini geliştirmişlerdir. Bu gelişme hem maddî hem de manevî alanda görülür. Diğer canlı topluluklarında ise, bu tür bir gelişme görülmez.
İnsan toplumlarını birbirinden ayıran en önemli vasıfların başında, din ve dil birliği gelmektedir. Bunun yanında coğrafi şartlar da insan toplumlarını birbirinden ayıran önemli bir özelliktir. Kısaca din, dil, tarih, hukuk, edebiyat, sanat ve ahlâk gibi bir arada yasayan insanların oluşturdukları ortak değerler ve bunların birleşmesiyle oluşan ortak duygu ve düşüncelere dayanan bir kültür vardır.
Sözünü ettiğimiz bu kültürün oluşmasında ve ahlâk anlayışının gelişmesinde inanılan dinin büyük ölçüde belirleyici ve o kültürü şekillendirici rolü bulunmaktadır.
Din, insanla beraber varolan ve yaşayan bir gerçektir, ferdî ve sosyal bir realitedir, insanın yaratılışına bağlı, tarihin her devrinde ve dünyanın her köşesinde fertlere ve toplumlara hakim olan İlahî bir kanundur. O, her türlü felsefî ve İlmî düşüncelerden önce varolmuş ve İnsanların yaşayışlarını sevk ve idare etmiştir.1
Din, insanın hem akıl, hem duygu, hem de sezgi yönüne hitap eder. Din, insanın kişiliğine ve topluma yön verir, şekil verir. Bu şekillendirme İslâm planında vahiy ile, bir başka deyişle Kur’an-ı Kerim ile olur.
Vahiy, insan için sabit ve değişmez bir ölçüdür. Eğer dinden vahyi kaldırırsanız, din adına geriye yaşanılan tecrübeler ile bir takım efsane ve hikayelerden başka bir şey kalmadığını görürüz.2
Aynı zamanda din, insan ruhunun en karanlık noktalarına girerek, bir hayat anlayışı, hayat neşesi ve mukavemet gücü verir. Böylece sosyal kurumlan meydana getiren birimleri kaynaştırır. Tarihe ve günümüze baktığımız zaman her toplanma yerinde bir mabede rastlarız. Tarihte bütün sosyal hayat bu merkez etrafında toplanmıştır, insan manen ve ruhen tatmin olabilmesi için İlahî bir varlığa dayanmak ihtiyacını tarihin her döneminde hissetmiştir.
İnsanın aklı ve kafası zaman zaman tabiatla ve tabiat hadiseleriyle bir ölçüde tatmin olsa biie, ruhu, bunların gerisindeki hakiki sebep ile irtibat kurmadan edemez. Ziya Gö- kalp; "İnsan, ayağını yere basmadan, ruhunu da Allah’a dayandırmadan duramaz” diyerek konuyu ne güzel aydınlatmıştır. Çeşitli hadiseler karsısında bulunan, ümitsizliğe kapılan, zaman zaman ölçüsünü ve dengesini kaybeden insan, ruhuna bir destek, bir sığınak, bir teselli kaynağı arar. Bu yüzden dine muhtaçtır.
E.Boutrox’a göre din, bir taraftan örf ve adetler gibi dış müeyyidelere tesir ederken, diğer taraftan insanın en derin his kaynakları, fikirleri, arzuları ve iradeleri üzerinde nüfuzunu gösterir. Akıl, yalnız basına bu ifadelere mübalağalı ve gariplikler içerisinde bakabilir. Fakat bu inanışlar, ta başlangıçtan beri insanlığı heyecana getirmiştir. İnsanı sefalet içinde mutlu, bolluk içinde bedbaht yapmıştır. Dinin bu kuvveti, inanmanın bilmekten daha kuvvetli olmasındandır. Allah’ın bütün beşerî yardımlardan daha etkili, aşk ve sevginin bütün akıl yürütmelerden daha kuvvetli olduğuna iman, işin esasını teşkil eder.
Hissî ve ruhi yönden insanı kaplayan, şahsiyetin derinliklerine nüfuz eden din, kişilerin ruhuna yerleştikten sonra, sosyal sahaya bu noktadan geçiyor ve yayılıyor. Daha doğrusu din, ruhuyla insanları yakalarken, onlarla serbestçe temasa geçebilmek için yaşayış ve toplum kuralları yolundan giriyor. Böylece din ve cemiyet içiçe bir vakıa oluyor.
Fertleri yahut sınıfları birleştirecek genel değerler düzenini ancak din sürdürebilir. Gökalp’e göre, toplum laikleşse bile dinin toplumdaki önemi ortadan kalkmaz. Din, işbölümü ve uzmanlaşma sonucu muhtelif mesleki vicdanlara bölünen toplum bütünleşmesinde en temel faktörlerden biri olarak fonksiyonunu sürdürür. Çünkü dinin sosyal gücü, ferdi derinden yakaladığı psikolojiden gelmektedir. Din; dağınıklığa, düzensizliğe, çaresizliğe, acze ve ümitsizliğe karşıdır. Dinin orijinalliği yanında, sosyalliğini işte bu yöndeki tahlilde aramalıdır. Sosyal kuşatıcılığı yanında, ferdî psikolojideki kuşatıcılığı aynı derecede önemlidir. Gelecek ümidi dinden gelir. Coşkunluk duygularının ve sürurun kaynağı dindir. Feragat, fedakarlık, sabır, çalışma, mücadele etme, dinden kuvvet alır. Hayatın güçlüklerini tahammülle karşılamak ve yenmek için dindar, kendinde daha fazla kuvvet hisseder. Bu sırf ferdî psikolojiye ait bir olay olarak kabul edilemez. Sosyal yönü daha fazla olan bu olay olmasaydı, ne savaş yapılabilirdi, ne de adalet organizasyonları kuvvet bulabilirdi. Korkuyu, usancı, ümitsizliği kaldırıp ferdî menfaatleri düzene sokarak, pratik fonksiyonunu icra eden din, birlik şuurunu doğurarak bütüne bağlılık hissini kuvvetlendirir.
Sosyal bütünleşme, bir sosyal sistemin unsurları veya bir milletin mensupları arasında mevcut olup birlik ve bütünlüğü temin eden, ortak meseleler karsısında ortak tavır ve davranışlar ortaya koymayı sağlayan karşılıklı bağlılıktır. Organlaşmış bir topluluk teşkil etmek üzere zümrelerin kaynaşmasıdır. Bu sosyal bütünleşmede din ve ona dayalı olan ahlâk, en önemli yeri işgal eder.131
Din aynı inanışta olanlarda belirli bir dinî heyecan meydana getirir. Bu heyecan ilkel insanda muhayyile ve tasavvuru işletmiş, aydın kimsede iradeyi kuvvetlendirmiştir. Bu heyecan giderek diğer sosyal heyecanları beraberinde sürükler. Bu itibarla dinî yönden, genel anlamda manevî kültür bakımından kuvvetli olan cemiyetler, maddî kültürde üstün olan cemiyetleri kısa sürede asabilirler.’41 Yani cemiyetin temelinde daima manevî unsurlar yatmaktadır.
Dinin faili ve taşıyıcısı olarak temel birim fert olmakla beraber, dinin o kadar zengin bir fikir ve sosyal muhtevası vardır ki, getirdiği muayyen ruhu, mensup olanların hepsi paylaşır. Onlar üzerinde başlayan etki, şuurlu veya şuur dışı olarak girer. Onları birbirine yaklaştırır. Dinî olmayan meselelerde dahi onları belirli ortak tavırlar almaya sürükler. Doğumdan ölüme dek bütün faaliyetlerde belirli tavırları ve iştiraki sağlar. Doğan çocuğa ad koyma, erkek çocuğu sünnet ettirme, evlenme törenleri, işyerini açarken müşterek dualar; belirli gün ve gecelerde yapılan toplu dua ve cemaatla yapılan ibadetler, toplu olarak yağmur dualarına çıkmalar, ölümde ve ölüm sonrası yapılan faaliyetler, her dinde vuku bulan bu tip olaylar ve buna benzer ortaya çıkan pratikler, dinî hayatın zengin faaliyetleridir. Farkında olunsun veya olunmasın, dinî hayatla bezenmeyen faaliyet az görülür.
Din, belirli bir dünya görüşü de verir. Genel olarak dinler, insanı kendisi ve kainat hakkında bir görüş sahibi eder, insan olanlar da kendi mahiyeti ve kainattaki yeri hakkında bir bilgi seması bulur. Kendi başlangıcını ve sonunu görür. Böylece din, insanın temel problemlerini belirli bir açıdan izah eden bir sistemdir. Bazı dinler daha az, bazıları daha çok teferruatlı açıklamalar getirir, ama hepsinin de zihnimizi meşgul eden en soyut metafizik problemlerden, yaşanan hayata ait pratik davranış kurallarına kadar her konuda insanı aydınlatmayı ve ona yol göstermeyi hedef edindiği muhakkaktır.151
Hiçbir fikir, felsefe ve ideolojinin dinin yerini tutması mümkün olmadığı gibi onun yaptığı tesiri de yapması düşünülemez. Her ideoloji fikir safhasında kalır, ferdin sofrasında, yiyip içtiklerine, yatağına, alışverişine nüfuz edemez. Din ise, günlük işlere kadar girerek ferdi kuşatmıştır ve ona kuvvet kaynağı olmuştur.6
Dinin fonksiyonunun tarihi delillerine şöyle bir bakacak olursak, mütekamil dinler kan davasının kalkmasına, mülkiyet şekillerinin tekamülüne sebep olmuş, imparatorlukların kurulmasına yol açmıştır. Cemiyetlerin oluşmasına ait ideal oluşturmada dinin oynadığı rol büyüktür. Dinin gücü, tarihin yalnız parlak dönemlerinde değil, buhranlı devirlerinde de toplumun çözülmeden, dağılmadan ayakta durabilmesini sağlamıştır. Yine adetlerin teşekkülü ve kurumlaşma olayını da dinin fonksiyonunun tarihi dellillerinden saymak mümkündür. Comte’a göre, kurumlar adetlere, adetler inançlara bağlıdır.7 Din, ahlâk kurumunu geliştirmiş, kanun fikrini beslemiştir. Bugün “dinsizliğin sosyal sonuçları, önce ahlâkın, sonra hukuk fikrinin kaybolması”8 seklinde ortaya çıkmaktadır.
Tarihe baktığımız zaman Ortaçağ, Hıristiyanlık ile İslam Dini gibi iki cihanşümul dinin yayılışı, cihan hakimiyeti ve nizamı davası uğruna birbirleriyle mücadelesi çağıdır. Bu mücadele dünya tarihinde, önemli bir yer tutmaktadır.
Hıristiyanlık, eski çağların çok tanrılı putperest inançlarını, materyalist anlayışlarını yıkıp “vahdaniyeti” ve manevi nizamı tesise çalışırken, ondan altı asır sonra, daha büyük bir dava ve kudretle İslam ortaya çıkmıştır. İslam, Hıristiyanlıktaki yanlış anlayışlara ve yanlış yorumlara dikkat çekmiş, daha sağlam bir dünya nizamı ve medeniyeti kurarak, Hıristiyanlığı yakın doğu ve Akdeniz ülkelerinden söküp atmıştır. İslam’ın Hıristiyanlık karsısında kısa sürede basarı göstermesindeki en önemli etkenler arasında Hıristiyanlığın içerisine “putperest” unsurların girmiş olmasının, tevhidi “Teslis’e" döndürmelerinin ve madde-ruh, dünya-ahiret dengesini bozarak onu koruyamamasını sayabiliriz.9
Hz. Muhammed’in basında bulunduğu İslam, Arap Yarı- madası’nda yasayan küçük bir kavmi, büyük millet haline getirmiş ve dünyaya yeni bir nizam sunmuştur. Hz. Ömer’in fetihleri bu nizamın üstünlüğünü ispatlamıştır. Daha sonraki halifeler döneminde, istisnalar da olsa, bu anlayış sürmüş ve İslam’ın yayılma süreci devam etmiştir. Emeviler dönemindeki iç karışıklıklar ve yönetimdeki aksaklıklar, bir müddet İslam’ın yayılmasını ve müslümanların gelişimini durdurmuştur. Abbasiler dönemine baktığımız zaman Emeviler zamanındaki durgunluk aşılmış ve büyüme sürmüştür. Çinliler ile Abbasiler arasında 751 yılında yapılan Talaş Savasında, Türklerin müslüman kuvvetlerin yanında yer almaları Çinlilerin mağlub olmalarına neden olurken aynı zamanda Türkler ile müslümanları birbirine yakınlaştırarak İslam’ın önündeki engel büyük ölçüde aşılmıştır. Bu yakınlaşma Türklerin İslam’a girişine hızlı bir ivme kazandırmıştır.
Beylikler döneminde Anadolu, Selçuklular dönemindeki parlak günleri hasretle anmaya başlamıştır. Bu dönemde Anadolu bahtiyar değildir. Milli birlik yok olmuştur. Anadolu artık düşmanı bırakmış, birbirleriyle uğraşıyordu. Halk, bazı büyük beyliklerden medet umuyordu ki, Seyh Edebali, kırka bölünmüş, boynu bükülmüş Anadolu müslümanlarının birliğinin sağlanacağının rüyasını görmüştür.1101 Bu rüyaya göre uç beyi olan Osman Bey, Selçuklu tahtına oturacak ve birliği sağlayacaktır.
Osmanlı imparatorluğunun tesisi, dağılmıslığın ortadan kaldırılıp Anadolu’nun tekrar dirilişinin sağlanmasında ve Rum diyarının İslamlaşmasında, fetih ruhuna sahip müslüman Türk dervişlerinin, gazilerinin, Alp erenlerinin, Ahî pirlerinin, Geyikli Baba’nın, Taptuk Emrenin ve Yunus Em- re’nin temel rol oynadıklarını unutmamak gerekir.
Osman Bey’e beylik yolunu açan, basına geçtiği beyliği imparatorluğa götüren bir takım değerler vardır. Kısaca bunlar; sarsılmaz inanç, ihlas, samimiyet, güzei ahlâk, belirginleşmiş bir ülkü, törelere saygı, özüne ve benliğine sahip çıkma, adaletle hükmetme, emaneti ehline verme ve tevazu ruhudur, iste bu özellikleri, küçüğü büyük, beyliği imparatorluk yapar. Bunlara riayet etmeyen hatta önemsemeyenleri de büyükken küçük yapar. Bunun örneklerine tarihte çok rastlayabiliriz.
Bu değerlerden uzak duran, aslını inkâr eden, kendisinden utanan ve değerlerinden kopan hiçbir toplum refaha erişemez.
Osmanlı’nın kurulup, yükselişi ile beraber İslam’ın bayraktarlığını üstlenen müslüman Türkler, dünyada denge unsuru olmuş ve hakem rolü üstlenmiştir.
Osmanlı’daki İslam’ın ruhundan gelen müsamaha ve adalet anlayışı, dünyadaki zulme uğrayan insanların tek tesellisi olmuş ve bir an önce bu imparatorluğun himayesine girip kurtulmayı hedef edinmişlerdir. Bunlar arasında bazı Hıristiyan grup ve mezhepler olduğu gibi dünyanın çeşitli yerlerine defalarca sürülen Yahudiler de bulunmakta idi.
Osmanlı’nın Yahudilere karşı gösterdiği müsamaha hakkında, bir Yahudi tarihçinin sözleri dikkate sayandır: “Türklerin gelişi bir sülalenin değişmesi değil, Yahudiler için bir vaziyetin değişmesidir. Yahudiler zulmetten nura, esaretten hürriyete kavuştular. Yahudiler, Türklere yalnız galip ve toprağın efendisi nazarıyla değil, kendi dinleriyle yakınlığı olan kardeş nazarıyla bakmışlardır.”11
Diğer taraftan Fatih İstanbul’u almaya tesebbüs ettiği zaman İstanbul’da bulunan Ortodoks Hıristiyanlar, Katolikleri kastederek “Biz Kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” diyerek müslüman Türklere karsı güvenlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Yine Bursa Ermeni Kilisesi Metropoliti Hovakim Fatih’in kılıcını almış, Onun İstanbul’u feth etmesi için bir hafta dua etmiştir.
Fatih İstanbul’u aldıktan sonra, Ayasofya’da ibadet eden Hıristiyanların can ve mallarının emniyette olduğunu, müslümanlarla beraber kendi inanç ve ibadetlerini, adet ve göreneklerini serbestçe yerine getirebileceklerini ilan etmiştir.12
İste bu ruh ve değerler sonucunda, Osmanlı çok dinli, çok dilli, çok milliyetli, çok kültürlü bir topluluğu tek çatı altında asırlar boyu ahenk ve birlik içinde idare etmeyi başarmıştır.
Elbetteki, her canlı gibi devletlerin de bir ömrü vardır. Doğarlar, gelişirler, zirveye çıkarlar, inis baslar, en sonunda da devlet yıkılır. OsmanlI’nın yükseliş ve çöküş sebepleri, tarihçiler tarafından enine boyuna incelenmiş ve ortaya konmuştur.
Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlı’nın çöküşünü üç nedene bağlamaktadır. Bunlar cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Osmanlı’nın gelişen çağın şartlarına ayak uyduramayışı, ilimde geri kalışı, fakir düşmesi ve bunların neticeleri olarak ortaya çıkan ihtilaflar dış tahrik ve tazyiklerle birleşince, bu koca imparatorluğu adım adım çöküşe götürmüştür.
Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyetinden beklenen, Osmanlıdan devraldığı manevi mirasa sahip çıkıp, toplum bünyesini zaafa düşüren hastalıkların tedavisi için gerçekçi çözümler bularak en kısa zamanda tatbikata koymaktı. Ne yazık ki, bu arzu edilen seviyede gerçekleştirilemeyip çağdaş ülkeler düzeyine çıkılamayarak yarışta geri kalınmıştır.
Zihinlerimizde canlandırıp sabırsızlıkla beklediğimiz, ülkemizin her bakımdan ileri seviyeye çıkması için insanlarımız arasında birlik, beraberlik ve kardeşlik ruhunun yerleşmesi, ilmin ve eğitimin öne çıkarılıp dinî eğitimle manevî duyguların güçlendirilmesi ve modern bilimle akılların aydınlatılması zaruridir. Çünkü aklı ve kalbi aydınlık içinde olan insanların, teröre, fitneye, bozgunculuğa ve dıs tahriklere kapılıp bir takım sıkıntılar çıkarması düşünülemez.
İslam dini, birlik beraberlik ve kardeşlik üzerinde önemle durur. Kur’an-ı Kerim’de: "Gerçekten insan pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkan verildiğinde ise pinti kesilir.”13’şeklinde buyurularak insan bir yönden ben merkezli (ego-centric), diğer taraftan da Enfal Süresinde “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birlestiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galiptir, hikmet sahibidir.”14 buyurularak sosyal bir varlık olarak tanıtılmıştır.
Yapısı gereği, kendi menfaatini ön planda tutan, sadece kendi kabile ve milletini seven, başkalarına pek yakınlık duymayan, kendi kabile veya milletinin gittiği yolun en doğru yol olduğunda ısrar eden bir fert, sosyal bir varlık olarak diğer insanlarla uzlaşamaz. İste bu noktada insan, şahsı dışında bulunan kendisi gibi kişilerin varlığını benimsemek, onların da insan olmaları dolayısıyla istekleri, menfaatleri olabileceğini düşünmek, istikrarlı, birlik ve beraberlik içinde bir cemiyet oluşturmak amacıyla onlarla belirli hususlarda işbirliği yapma zaruretini duymak durumundadır. Bu insan, anılan kanaat, düşünce ve duygularını davranışlarına da yansıtarak hem huzurlu ve mutlu bir kişi olacak, hem de çevresindekileri hangi gruptan ırktan ve milletten olursa olsun uyumlu yaşayacaktır. Böylece de sosyal karekterine uygun, birlik ve bütünlük içinde bir toplum oluşmasına katkıda bulunacaktır.15
İslam’a göre, insanların ortak noktalarda birleşmesini temin edecek esaslar, Allah ve Resulunün emir ve yasaklarıdır. Bunlar, bütün insanlığın müştereken bağlanabilecekleri kaidelerdir. Ancak onlara riayet sayesinde birlik sağlanır, tefrikaya düşülmez. K. Kerim’de “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.”16’ buyurularak birlik ve beraberliğin korunması vurgulanmaktadır. Gerçekten Allah’ın emirlerine uyulmayan ve bu sebeple ayrılığın hakim olduğu, birbirine düşman, birbirine şikayetçi insanlardan oluşan cemiyetlerde huzur ve sükun olmaz. Baskı, sıkıntı, kriz ve belirsizlikler baş gösterir. Bazı organları hasta olan bir insan vücudu, nasıl zayıf ve güçsüz düşer direncini kaybederse, düşmanlıkların çoğaldığı, yayıldığı ve birlik beraberliğin kaybolduğu toplumlar da zamanla güçsüzlesin Bu durum düşmanlar için bulunmaz bir fırsattır. Nitekim bir milleti yıkmak isteyenler, öncelikle o milleti oluşturan fert ve guruplar arasına tefrika tohumu ekerler ve onları birbirine düşürürler. Bu tip oyunlara gelerek maddi ve manevi bütün güçlerini kardeşlerine karşı kullananlar, başkalarına kolayca yem olurlar.17
Biz millet olarak Allah’ın yüce dinine asırlarca hizmet etme şerefine nail olmuş şerefli bir toplumuz. Bizi şerefli kılan ve tarih boyunca başarılara imza atmamıza vesile olan İslamiyet, Türk milletine maddi- manevi birçok faydalar ve üstünlükler sağlamıştır. Türklerin milli ruhuna uymayan inançlar, onların yabancı ırklar arasında erimesine sebep olmuştur. Örneğin Budizm’i kabul edenler, Çinliler arasında; Hıristiyanlığı kabul edenlerde Avrupalılar arasında kaybolup gittiği halde, İslamiyet, Türklere birlik ruhu vermiş ve onları parçalanıp dağılmaktan kurtarmıştır. Birlik fikrine dayanan İslamiyet, özellikle göçebelik döneminde bin bir parçaya ayrılmış, her parçası ötekine düşman Türk aşiretlerinin hepsini aynı potada yoğurarak tek bir millet haline getirmiştir. Bugünkü varlığımızı bu bin yıllık tarihe borçluyuz.1181 Bu itibarla varlığımızın, birlik ve beraberliğimizin devamı için İslam ruhunu canlı tutmak gerekir düşüncesindeyiz.
Yine müslüman olduktan sonra yerleşik hayata geçen ve İslam medeniyetini tanıyan Türkler, milli sanatlarıyla İslam sanatını mezcederek büyük eserler ortaya çıkarmışlardır. İslamiyet’in verdiği ruhla Türklerin kültür ve fikir hayatında önemli gelişmeler olmuştur.
18. asırda İsveç’in İstanbul sefiri olan ve Osmanlı teşkilat müesseseleri hakkında 7 ciltlik bir eser yazan D. Osson, Türkleri maddi arzu ve ihtiraslara kapılmaktan alıkoyan; günahkarlık, tamahkarlık ve insan şerefini iki paralık eden hareketlere düşmelerine engel olan, aileleri ve dolayısıyla milletleri yokolmaya sürükleyen, yığınlarla felaketlerden onları uzaklaştıran sebebin İslam esasları olduğunu belirtir. Aynı yazar, Türklerin İslam’ı kabulünden kısa bir müddet sonra, aralarından dev İslam alimlerinin çıktığını, bunun da bu milletin İslam’a gönülden bağlanıp, her emrini derin bir heyecanla yerine getirdikleri üzerinde durmaktadır.1191
Kısaca bu açıklamalardan şu sonuca varabiliriz. Türk, öz benliğine İslamiyet ile kavuşmuştur. En güzeli İslam’da görmüş, en doğruyu İslam’dan öğrenmiş ve fazilet yönünden cihanın bütün milletleri ile boy ölçüşecek seviyeye İslam sayesinde yükselebilmiştir.
Günümüze gelince, millet olarak milli birlik-beraberlik ve ülke bütünlüğü üzerinde hassasiyetle durarak, bazı sıkıntıları asıp daha da gelişmek için neler yapabiliriz veya neler yapmamız gerekir? Bu konuda bazı öneriler sunduktan sonra yazımıza son verelim.
Bilindiği üzere dinimiz, fertler ve toplumlar için cehaleti, fakirliği, tembelliği ve pisliği öngörmeyip bu kavramlara iyi gözle bakmaz. Kur’an “Oku” diye başlar dinimiz “imanın yarısı temizliktir” der, Peygamberimiz zengin olan müslümanı fakir olan müslüman- dan üstün görür yine dinimizde “hiç ölmeyecekmiş gibi çalış” emredilmiştir.
İslam’ın öngörmemesine rağmen genel olarak İslam ülkelerine ve bütün müslüman toplumlarına baktığımız zaman, bunlara ait köyler, şehirler ile diğer yerleşim birimleri, ne fakirlikten, ne cehaletten, ne tembellikten ne de pislikten tamamen kurtulabilmiş değillerdir. Yıllardır bu insanlara, cehaletin, fakirliğin, tembelliğin ve pisliğin olduğu yerlerde İslam dininin yeşeremeyeceği, örnek toplum oluşturulamayacağı şuuru bir türlü verilememiştir. Bunda elbette ki İslam’ın suçu yoktur. Esas problemi bu eğitimi verenlerde aramanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. o halde, basta din adamları olmak üzere kendini bu konuda yeterli hisseden bilim adamları ve aydınların meselesi, güzel dinimizi tartışmak değil, müslümanları içinde bulundukları vahim durumdan kurtarmak olmalıdır.20
Netice itibariyle bu güzel vatanın birer mensubu olarak, ülkemizinim kalkınıp modern toplumlar arasında ön sıralara geçmesini istiyorsak, birlik ve beraberlikten taviz vermeden, kurtuluşumuzu; cehaleti, fakirliği, tembelliği ve pisliği yok edecek kavramlarda ve bu kavramları hayata geçirmekte aramalıyız. Bu kavramlar ilim, zenginlik, çok çalışma ve temizliktir.
İlim, cehaleti yok edecek en güçlü araçtır, ilim kavramı Kur’an-ı Kerim’de yüz beş ayette geçmektedir. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinin ilk kelimesi “oku” buyruğu olmuştur.21 Kur’an’ın ilk inen ayetinin “oku” kelimesiyle başlaması ve yüzü askın ayette ilimden bahsedilmesi İslam dininin ilme ne derece önem verdiğinin bir kanıtıdır.
İslam dünyasında çok çeşitli ilmi alanların gelişmesinde ve yüksek düzeyde âlimlerin yetişmesinde, Kur’an’ın ilme verdiği önem yanında Hz. Peygamber’in teşvik ve irşad- larının da büyük etkisi olmuştur. İlmin önemi ve değeri, ilme teşvik, alimin büyüklüğü gibi konulara dair yüzlerce hadis rivayet edilmiştir.22 “İlim tahsil etmek kadın-erkek her müslüman üzerine farzdır.”23 “Alimler Peygamberlerin varisleridir”24 gibi hadisler ilmin önemi ve ilme teşvik konusunda en güzel örneklerdir.
İlim; okuma, yazma, anlama, tahlil etme, yorumlama ve terkibe ulaşmadır. Kısaca ilim, düşünce ve fikir üretir. Maddî ve manevî alanda doğruyu, iyiyi, gerçeği keşf ve icat etmemizi sağlar, ilim, cehaletin düşmanıdır, panzehiridir. Ülkemiz bu panzehiri en güzel şekilde kullanmalıdır.’25
Diğer taraftan ekonomi o derece hayatın mihrevi oldu ki, ekonomiyi düzelten devletler ve milletler başarılı olup ön plana çıkarak diğerlerine karşı üstünlük sağlamaktadırlar. Bir toplumun ekonomisinin güçlü olması için o toplumdaki insanların zengin olup fakirlikten kurtulması gerekir. Dinimiz fakirliği ve miskinliği hoş görmediğine göre, toplum olarak yoksulluktan kurtulup zenginleşmenin yolunu aramak durumundayız. Zenginlik ilim ve Allah’ın bize bahsettiği maddi nimetlerden istifade yoluyla gerçekleştirilebilir. 0 halde fakirlik, toplum olarak başkalarına el açmamamız, millet olarak kaderimiz olmamalıdır. Esas olan zenginliği yakalamak ve toplum yararına kullanmaktır.
Millet olarak yapmamız gereken diğer önemli bir görev de, çok çalışmaktır. Çalışmak üretim demektir. Tembelliğin olduğu yerde ilmin de, zenginliğin de yeri yoktur. İslam Dinine göre meşru yoldan kazanç temini için çalışmak, ibadet hükmündedir. Bu itibarla tembellik ve havadan para kazanma yolları İslam’da kabul görmemiştir. Hele eli kolu bağlı oturup da: “kaderimde ne varsa o olur” düşüncesi hiç bir suretle kabul edilemez. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı noksansız verilecektir.”26 buyurmaktadır. Kur’an’da buna benzer çalışmayı teşvik eden birçok ayet vardır. İslam Peygamberi de, her vesile ile çalışmayı teşvik etmiş, tembelliği kişinin yüz karası olarak nitelemiştir.
Bu konuda milli şairimiz M. Akif Ersoy bir beytinde şöyle diyor:
“Bekayı hak tanıyan, say-ı bir vazife bilir.
Çalış, çalış ki beka say olursa hak edilir”
O halde insanlarımıza çalışmanın bir ibadet, tembelliğin, ve miskinliğin ise günah olduğu şuuru verilmelidir.
Bütün bu saydıklarımıza ilaveten, çağdaş ülkeler seviyesine çıkabilmek için her yönüyle temiz olmamız gerekir. Dinimizce imanın yarısı temizlik olarak görülüyorsa-ki öyledir - pislik içinde olan insanın ve toplumun imanının yarısı yok demektir. Temizlik deyince, sadece kişinin vücut temizliği veya vücudun ıslatılması anlaşılmamalıdır. Çevre temizliğinin arzulandığı şekilde gerçekleşmesi için de teknolojinin ve ilmin sunduğu her türlü imkandan faydalanmak gerekir.
Sonuç itibariyle, millet olarak, birlik ve beraberliğimizden ödün vermeden, ilmi zihniyetin hakim olduğu, zenginliğin, çalışkanlığın bulunduğu ve temizliğin geçerli olduğu bir toplum haline gelebilir isek, o zaman dünyadaki arzuladığımız yeri almamız kaçınılmaz olacaktır.

(1) Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul, 1982, s. 31.
(2) Faruk Ermemiş, “Ülke Güvenliği ve Bütünlüğü Açısından Dini Yönden Toplumun Aydınlatılmasının Önemi", I. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993), I, Ankara, 1995, s. 420.
(3) Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, İstanbul, 1988, s. 37.
(4) Amiran Kurtkan Bilgiseven, Türk Milletinin Manevi Değerleri, İstanbul, 1977, s.15.
(5) Erol Güngür, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Istanbul, 1983, s.113.
(6) Nurettin Topçu, Sosyoloji, İstanbul, 1984, s. 83.
(7) Sezen, a.g.e., s.38.
(8) Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Ankara, 1960, s. 131.
(9) Abdurrahman Küçük, İslam ve Günümüz Meseleleri, Ankara, 1991, s. 94.
(10) Küçük, a.g.e., s.95.
(11) Küçük, a.g.e., s.97.
(12) Küçük, a.g.e., s.100.
(13) Meâric, 70/19-21.
(14) Enfal, 8/63.
(15) İzzet Er, “Vahdet’’ İslamda İnanç, ibadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul, 1977, IV, s. 421-422.
(16) Al-i Imran, 3/103.
(17) İzzet Er, a.g.m., s. 423-424.
(18) M. Yasar Kandemir, Örneklerle İslam Ahlakı, (?), 1982, s. 238239.
(19) Kandemir, a.g.e., s. 239-240.
(20) Bayram Kodaman, “Tarihçi Gözüyle Din Devlet Toplum" Türk Yurdu, Ankara, (Nisan-Mayıs) 1997, XVII, s. 116-117.
(21) Alak, 96/1-5.
(22) Mustafa Çağrıcı, “İlim”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, s. 383-385.
(23) ibn Mâce, Mukaddime 17.
(24) Buhari, İlim 10; Ebu Davud,
İlim 1.
(25) Ayrıca ilmin Ünemi Hakkında bkz.: Ali Bardakoğlu, “İlim”, isla- mi Kavramlar, Ankara, 1997, s. 369-372.
(26) Necm, 53/39-4041.