Makale

ADALET DAYANIŞMA ve BARIŞ

Abdullah ŞAHİN I Musahhih

ADALET DAYANIŞMA ve BARIŞ

Üzerinde yaşadığımız dünyadaki canlı türleri, hem varlıklarını koruyabilme ve hem de üreyerek nesillerini devam ettirebilmeleri için, toplu halde yaşam mücadelelerini veregelmişlerdir. Zaten işin tabiatına uygun olanı da bu tarz yaşam şeklidir.
Sözkonusu canlı türleri içinde halife ünvanıyla en seçkin yeri işgal eden, akıl ve fikir gibi iki önemli hasletle de, diğer canlılara hükmeden insanoğlu için de, toplumsal hayat, bütün sorunlarıyla birlikte kaçınılmaz bir yaşam şekli olagelmiştir. Sahip olduğu akıl, fikir, deney ve tecrübe gibi üstün meziyetlerle, karşılaştığı her türlü sorunları en kolay aşabilen canlı türü de yine insandır. Ancak insan için sahip olduğu zikredilen üstün meziyetlerin yanında, nefis-heva, şan-şöhret, makam-mevki hırsı, uzun emel v.s. gibi ölçüsüz ve dengesiz davranışlara itici, menfi arzu ve istek olguları da sözkonusudur.
İşte bu arzu ve istekleri haksız bir şekilde elde etmeye yönelik her türlü tutum ve davranış şekli yanlış olup, dinimizce de yasaklanmıştır. Çünkü bu tür yanlış eylemler, toplumdaki huzur ve barışı temelden sarsacağı gibi, toplumu ayakta tutan ve konumuza da başlık olarak seçtiğimiz, adalet ve dayanışmanın yerini zulüm ve düşmanlığın alması, sonuçta toplumun siyasi istikrarının ve ekonomik dengelerinin altüst olması kaçınılmaz olacaktır. Böyle bir ortamda da barış ve huzur yerine terör, baskı, zorbalık, stres ve eflasyon gibi toplumsal hastalıkların hüküm süreceği açıktır. Konumuzun ana hedefi ise, toplumsal huzursuzluk yerine, toplumsal barışın hüküm sürmesidir.
Bu kısa girişten sonra toplumsal barışı sağlamada çok etkili iki faktör olan ve yüce dinimizin de önemle üzerinde durarak salık verdiği toplumsal adalet ve toplumsal dayanışmayı özet olarak sunmaya çalışalım.

TOPLUMSAL ADALET

Adalet kelimesi, "a’dl" kökünden türetilen arapça bir kelimedir. İş ve icraatta doğruluk ve hakkaniyet esasından ayrılmamaktır. Zıddı zulüm, cefa ve haksızlıktır. Sultan, vâli ve hâkim (yöneticilik ve yargılama) görevleri söz konusu olduğu takdirde de, zulüm ve cefa etmiyerek, insaflı olmak ve eşit muamele sergilemektir. Bu cümleden olarak aynı kelime, terazinin kefelerinde eşitliği sağlamak ve eğri bir nesneyi doğrultmak v.s. gibi anlamlarda da kullanılmıştır.
Bu manalar ışığından hareketle toplumsal adaleti temin ederek huzur ve barışı sağlayabilmek için, her şeyden önce toplumun birer üyesi olan istisnasız bütün fertlerine, her konuda eşit muamele uygulamaya özen gösterilmelidir. Böylece işin başında haksızlığın, imtiyazın ve kayırıcılığın önüne geçilmiş olur. İslam’ın emri de bu doğrultudadır. Zira İslam’ın hayat anlayışında haklara riayet ve saygı, öncelikli bir konudur. Bu hususta söz hakkı, haksızlığa uğrayan ve mağdur duruma düşen canlı türüne ait olup, başka bir çıkış yolu ve seçenek de sözkonusu değildir. Kul hakları helallik ister dendiğinde, kastedilen mâna da budur. Nitekim Allah Rasülü (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde, “Kıyamet gününde kuşkusuz haklar sahiplerine iade edilecektir. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü de alınacaktır.” 2 buyurmuşlardır. Bir başka hadis-i şeriflerinde ise: “Bir kimse (din) kardeşinin ırzına (namus ve haysiyetine), yahut mal ve mülkünden bir şeyine haksız olarak taarruz etmiş ise altun, gümüş bulunmayan günden (kıyamet günü) evvel onunla helallaşsm. Aksi takdirde yapmış olduğu zulüm nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. Eğer iyiliği yoksa, hak sahibinin günahlanndan alınıp haksızlık eden adama yükletilir." 3 buyurmuşlardır.
Binaenaleyh yapılan haksızlıklar bu dünyada şöyle ya da böyle örtbas edilse bile, gerçek adaletin uygulanacağının kaçınılmaz olduğu mahşer gününde mutlaka hesaplaşılacak ve hak sahibinin mağduriyeti de bertaraf edilecektir. Bu inanca sahip bir müslümana haksızlığın yakışmayacağı açıktır. Zira haksızlığın hüküm sürdüğü, bağrı yanık, boynu bükük ve çaresizlik içinde ezilenlerin söz konusu olduğu bir ortamda, adalet ve eşitlikten söz etmek, pek fazla bir anlam taşımaz. Böyle bir ortamda, daha çok zulümden söz edilir. Halbuki bütün semavî dinlerde zulmün yeri yoktur. Zira zulmün olduğu ortamda barış ve huzur kendiliğinden yok olur. Bu nedenle Yüce Allah (c.c.) Kur’an’da, zâlimlerin hiçbir dost, yaren ve yardımcılarının olmadığını açıkça ifade etmektedir.4 Buna mukabil Yüce Allah (c.c.) adaleti emretmekte ve adaletli davranışlardan da hoşnut olduğunu bildirmektedir.5
Ancak bir toplumda adaletin uygulanabilmesi ve istenilen seviyede yaygınlaştırabilmesi için, adâletle bağdaşmayan ve onun ruhuna uymayan bir takım gayri meşru davranışlara meydan vermemek zorunludur. Nasıl ki temiz bir kaynaktan fışkıran suyu, istenilen mahalle ulaştırıp ondan yararlanabilmek için, suyun tabiatına uymayan her türlü kirli maddelerin bu suya sızmaması gerekir. Tıpkı bu basit örnek gibi, adaleti uygulama imkanını ortadan kaldıran veya en azından bu uygulamayı zorlaştıran, İslam’ın da yasakladığı pek çok menfi davranış ve girişimlere meydan verilmemesi gerekir ki, arzu edilen huzur ortamı sağlanabilsin. Bu meşru olmayan davranış ve girişimlerden bir kaçını şöyle örnekleyebiliriz: Rüşvet, imtiyaz (kayırıcılık), bölücülük, gasb, zorbalık, karaborsacılık, israf ve cimrilik v.s. gibi, Bunlardan her biri toplumsal barışı temelden sarsan kötülüklerdir. Binaenaleyh yüce dinimiz bu tür davranışları şiddetle yasaklamıştır. Yazımızın hacmini gözönünde bulundurarak, toplumsal mesaj yüklü şu iki uyarıyla konumuzun sosyal dayanışma kısmına da girmeye çalışalım. Yüce Allah (cc.) Kur’an’da, “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”6 buyuruyor. Bu ayetin ikinci kısmında, yukarda zikri geçen kötülüklerden kaçınmamız istenmektedir. Allah Rasûlü (s.a.s.) de bir hadisi şeriflerinde, “zulümden kaçınınız, çünkü zulüm kıyamette karanlıklara sebeptir. Cimrilikten de korununuz, çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, onları kan dökmeye, haramı helal görmeye sevketmiştir.”7 buyurmuşlardır.
Örnek olarak sunulan 6 dipnotlu ayetin birinci kısmıyla bu hadisi şerifte, yine zulüm ver zorbalıktan sakınılarak adaletin uygulanması, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın lüzumu, gayet açık bir şekilde beyan edilmiştir. Böylece yazımızın, toplumsal dayanışmanın barışa olan katkısı kısmına girebiliriz.

SOSYAL DAYANIŞMA

Toplumda yer alan zayıf ve güçsüzlere maddi-mânevi yardım eli uzatmak, her ferdin üzerine düşen bir yükümlülüktür. Burada söz konusu olan yardım, fertten ferde olan destektir. İnsanların hayati sorunlarına çözüm getirme ve bu konuda köklü tedbirler üretme işi, daha ziyade devletin görevidir. O halde toplumsal dayanışma, hem ferdi, hem de devleti ilgilendiren bir konudur. Başka türlü düşünmek yanlıştır. Şöyle ki: Fert sadece nefsinin adamı olursa yani sadece kendini düşünürse, devlet de bir avuç azınlığın yani her halükârda rant düşünenlerin devleti olursa, böyle bir toplumda sosyal dayanışmadan söz edilemez. Edilse de hiçbir anlam taşımaz. Zira bir toplumda fakir ve güçsüzler olabilir. Ayrıca çalışacak iş bulamayan sağlıklı insanlar yani işsizler, bunun yanında çalıştığı halde zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeterli geliri temin edemeyen insanlar yani ihtiyaç sahipleri de olabilir. Bunlar geçici bir zaman için, borç-harç durumu idare edilebilirler. Ancak yokluğun mertliği bozacağını da gözönünde bulundurarak, toplumun vazgeçilmez üyeleri olan bu kişilerin sorunlarına devlet ve varlıklı kişiler, yardım ellerini uzatmak durumundadırlar. Aksi takdirde art niyetli kişiler tarafından masumane bir duygu sömürücülüğü, ile mutlaka onlara zehirli bir yardım eli uzanacaktır. Bunun sonucunda ise karşı gruplar oluşup, bu gruplar birbirine düşürülecektir. İşte böyle bir ortamda barışın yerini düşmanlığın, huzurun yerini de zorbalık ve anarşinin alacağı kaçınılmaz olacaktır. Buradan şu sonuca varabiliriz. Bir toplumda barış ve huzur için hem adâlet, hem de ictimâî dayanışma atbaşı yürütülmelidir. Bu konuda ihmal ve bencilliğin, hem topluma, hem de gelecek nesle çok acı bir fatura çıkaracağı muhakkaktır. Burada akla şöyle bir soru da gelebilir. Sanayileşmiş ve kalkınmış ülkelerde huzursuzluk ve terör yok mudur? Evet sosyal yaşam düzeyinin fevkalade olumlu olduğu bu ülkelerde de huzursuzluk ortamı mevcuttur. Ancak onların sorunu mânevi tahribat ve ahlâki çöküntüden kaynaklanmaktadır. Bu tesbit onların kendi düşünürlerine aittir.8
Zaten yukarıda zikri geçen mânevî yardımdan kasdımız da, bu çok önemli noktayı vurgulamaktı. İşte yüce dinimiz, kısaca değinmiş olduğumuz bu temel sorunları kökten halletmek için zekât, fıtra, kurban, keffaret, diyet, tasadduk gibi bağlayıcı ana esaslarla meseleye köklü çözümler getirmiştir. Atalarımız da lonca, vakıf, daru’l-aceze, aş evleri v.s. gibi yardımlaşma kuruluşlarıyla bu sorunları askariye indirme gayreti içinde olma duyarlılığını göstermişlerdir. Günümüz insanlığı ise, teknolojinin de sağladığı avantajlarla bu kondaki çalışmalarını, daha ileri noktalara taşıyarak, toplumu maddi-mâ- nevî çöküntüden kurtarmak ve ileriye de ışık tutmak gayret ve fedakarlığını sergilemek durumundadır. Sadece sözden öteye geçemeyen kuru tenkitlerle meseleye yaklaşmanın, köklü bir çözüm getiremeyeceği açıktır. Nemalazımcılık, lüks-israf ve rant sömürücülüğü gibi bencil ve maddeci yaklaşımla, toplum sınıfları arasında oluşacak uçurumları ortadan kaldırmak nasıl mümkün olur? Böyle bir ortamda barış ve huzurdan nasıl söz edilebilir? Kaldı ki İslam’ın kelime anlamı sulh ve barıştır.
Binaenaleyh Müslüman, sergileyeceği adalet ve dayanışmayla, barış ve huzurun temsilcisi olmak durumundadır. Böylece barışa mani olacak her türlü sıkıntı ve problemleri de, kolayca aşabilecektir. Zaten İslam’ın yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik gibi temel esaslarının altında bu espiri yer almaktadır. Nitekim Kur an da “Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik.yap.”9 buyurulmuş olup, Allah Rasûlü (s.a.s.) de, bir hadisi şeriflerinde, “Sen mü’minleri, birbirini sevmekte ve birbirine merhamet etmekte, bir bedenin uzvu gibi görürsün ki, o bedenin herhangi bir uzvu rahatsız olduğunda, diğer bütün uzuvlan da rahatsız olur.”"10 buyurarak, sosyal dayanışmayı veciz bir misalle dile getirmiştir. Bu konuyla ilgili, muteber kaynaklarda ve özellikle de yüce Kur’an’da pek çok mesajlar mevcuttur.
Sonuç olarak adalet mülkün temelidir. O da, herkese hakkını vermek ve aynı şartları taşıyanlara, eşit muamele uygulamak olayıdır. Bu husus sadece adalet mercilerini değil, sosyal ve siyasi alanda söz sahibi bütün yöneticileri de bağlayan temel bir esastır. Kısa ifadeyle, mülkü ayakta sağlam bir şekilde tutacak temel esas adalettir. Bunun yanında dayanışma ve yardımlaşma ise, sosyal barışın vazgeçilmez kurallarıdır. Haksız uygulamalar ve mânevî değerlerden uzaklaşmak da, toplumda huzur ve barışı yok etmeye yönelik, çok tehlikeli ve tahrip edici dinamitlerdir. Bu konularda oldukça duyarlı olmakla, baştan ayağa tabiriyle herkes sorumludur. Bu tutum ve davranış, dünya huzuru ve ahiret mutluluğu için gereklidir. Son cümlemiz: ’Kur’an’ın, “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allahtan korkun, çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.”11 İlahi ve evrensel uyarısıdır.


1. Kamus trc. 3/1428 vd. a’dl md.
2. Riyazu’s-Sâlihîn Trc. 1/253, H. No: 202 Müslim.
3. a.g.e., 1/258.H. No: 208 BuhârP.
4. Hac, 22/71 -Mü’min, 40/18.
5. Nahl, 16/90-Mümtehine, 60/8.
6. Nahl, 16/90.
7. Riyazu’s-Sâlihîn Trc. 1/584, H. No: 565 Müslim.
8. Arnold Toynbee “Medeniyet Yargılanı- yor“dan, Toplumun Temelini Sar. Probl. L. DOĞAN 5. Baskı S.262-3.
9. Kasas, 28/77.
10. Buhârî, Edeb 78, 27. Bab.
11. Maide, 5/2.