Makale

Balkanlardan İzlenimler-3- BABADAĞ CAMİİ VE SARI SALTUK TÜRBESİ

BABADAĞ CAMİİ VE SARI SALTUK TÜRBESİ

HALİT GÜLER / Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Üzerimizde unutulmaz tesirler bırakan ve kısa zamanda bizi tatlı hatıralara sahip kılan Köstence’yi geride bırakarak, yine geniş bir ovada Tulça şehrine doğru yol alıyoruz. Yine mısır ve günâşık tarlaları arasındayız. Şimdiye kadar gördüklerimize ilave burada yer yer yulaf tarlaları da görüyoruz. Ne yazık ki yulaflar işlenemeyecek tarzda yatmış. Anadolu insanı olduğumuz için biz bu tarz manzaralara zaten alışkınız. Bu bakımdan gördüklerimizi fazla yadırgamıyoruz.
Buralarda at arabalarının her çeşidinden çokça var. Yalnız at arabalarına binenlerle otomobillere binenler arasında şekil itibariyle fark yok. Komünizm, köylüyü kıyafet yönünden şehirliye benzetmiş, kadına tarlada mini eteği giydirmiş, tarlanın başına votka şişelerini dizdirmiş ama, onu iki tekerlekli ilkel arabaların üzerinde soluk benizle dolaşmaktan kurtaramamış.
Yeknesak ağaçların gölgesinde, virajsız bir yolda varmak istediğimiz yere doğru ilerliyoruz. Kadınların yol boylarında tamirat işlerinde halâ çalıştıkları gözümüzden kaçmıyor. Bir tarafta at üzerinde veya yol boylarında kırıta kırıta, sırıta sırtta dolaşıp duran mini etekli kadınlar, diğer tarafta kendinden bezmiş, insan oluşundan utanmış kirli paslı tulumlar içinde yol boylarında çalışan kara yüzlü, üzgün bakışlı kadınlar. İşte Komünizm bu. Bu Komünizmin bıraktıklarını değiştirmek bu kadar zor mu acaba? Kadın hakları savunucularının kulakları çınlasın. Her iki örnekte hoş değil.
Evet kadın da çalışmalı ama herhalde böyle yerlerde ve böyle işlerde değil. Kadını çalışmaya zorlayanlar niye onlara münasip işler vermiyorlar ki. Yoksa bu düşüncelerinde samimi değiller mi?
Şu anda Babadağ’da Gazi Ali Paşa Camii’nin ve türbesinin önündeyiz. Cami kasabanın girişinde ve ana caddelerden birisinin üzerinde olduğu için bulmak kolay oldu. Serhat Camii, Osmanlı akıncılarıyla o toprakları bereketlendiren ilk mabedlerden birisi veya birincisi.
Caminin bulunduğu şanslı mahallin, Anadolu kasabalarının şirin köşelerinden hiç farkı yok. Bükreş Büyükelçimiz Yaman BAŞKURT, Babadağ Camiini mutlaka görün, ricasında bulunmuştu. İşte biz de görmek için geldik. Şu anda Gazi Ali Paşa’nın manevi huzurunda-yız.
Soydaşlarımızın meraklı bakışları altında camiye doğru yürüyoruz. Varlığının sebebi Gazi Ali Paşa’nın Türbesi’yle birlikte muntazam bir avlu içerisinde yer alan camiyi, taşları dökülmeye yüz tutan duvarlarına uzanacak yardım sever cesur elleri bekler vaziyette bulduk. Asırlarca serhat boylarının manevi bekçiliğini yapan ve duvarları yontma taştan yapılan caminin dıştan genişliği 15 m. derinliği 20 m.dir. 500 kişinin namaz kılabileceği bir mekana sahip olan caminin, üç kapısı bulunmaktadır. Aynı avlu içerisinde attı köşe bir plân üzere inşa edilen Gazi Ali Paşa’nın Türbesi, camide ibadet eden mü’minlerin dualarıyla bereketlenmiş ve bu günlere ulaşmış. Pek çok mübarek mekanda görünenin aksine bu türbede sanduka tektir. Çıplak tahtadan ibaret olan sanduka, kucakladığı kabirdeki ulu insanın, serhat boylarının yiğit komutanlarının mütevazi halinin simgesidir.
Babadağ Cami’nde iki rekat şükür namazı kılarken, Gazi Ali Paşa’nın ruhuna fatihalar gönderirken, ister istemez gözlerimiz dökülen sıvalara, kemerlerden düşen taşlara, örümcek kaplamış pencerelere, açıldığı zaman tekrar kapanacağı şüpheli olan kapılara takılıyordu. Cami bu haldeyken herhalde türbe başka türlü olamazdı diye düşündük. Nitekim türbenin yanına varınca gördük ki camiden hiç farkı yok. Merhum Gazi Ali Paşa herhalde sağ olsaydı türbeden önce caminin kurtarılmasını ve restorasyona alınmasını isterdi. Gazi Ali Paşanın ahire-tinin bu türbenin dış görünüşü gibi olmayacağını ümit ederek teselli bulduk.
Avluda gördüğümüz çukurlardan, arkeologların Babadağ Camii’nin çevresinde araştırma yaptıkları anlaşılıyordu. Bir Bizans eseri bulabilir miyiz acaba diye durmadan toprağı kazıyorlarmış. Bizanslılar dönemine ait bir kalıntı bularak Babadağ Camii’nin karşısına dikmek, görüyorsunuz bu topraklarda Osmanlılardan önce kimler varmış demek istiyorlarmış. Onlar toprağın altını araştırırken, toprağın üstündeki Osmanlı medeniyet eserlerini görmüyorlar. Onları kaderlerine terk edenler utansınlar. Yerin altında tarihi kalıntı arayanlar, yerin üstündekiler Osmanlı eseri olduğu için onlarla ilgilenmiyorlar. Soydaşlarımızın ilgilenmesine de kolay kolay izin vermiyorlar.
Hiç olmazsa Romalılara ait birşey bulabilir miyiz acaba diye durmadan toprağı kazıyorlarmış ama hep külliyenin diğer birimlerinin kalıntıları, temelleri ortaya çıkıyormuş. Arkeolojik araştırmalar, Babadağ Camii çevresinin Osmanlı dönemine ait ilim ve kültür zenginliğini ortaya koymaktan başka bir işe yaramıyormuş.
Gazi Ali Paşa Camii ve Türbesi yıkılmamak için büyük mücadele veriyor. İlgi duyanların haberi ola. Minareleri susmak üzere olan Babadağ Camii’ne hüzünle bakmaktan, Gazi Ali Paşa Türbesi’ne fatihalar göndermekten başka birşey yapamamanın çaresizliği içinde başlarımız eğik oradan ayrıldık.
Yürüyerek, Babadağ Camii’ne komşu sayılabilecek bir mesafedeki, Sarı Saituk Türbesine gittik. Bahçesinde Türbe boyu yükselmiş mısırların arasından geçerek Saituk Baha’nın huzuruna vardık. Manzara Gazi Ali Paşa Türbesi’nde gördüklerimizden farklı değildi. Kapı kilitli olduğu için içeri giremedik. Buralara kadar gelmişken içeriyi görmeden buradan ayrılmayız deyince anahtarı bulup getirdiler. Dışarda okuduğumuz Fatihaları aynı niyazla, duaları aynı heyecanla içerde tekrarladık.
Evliya Çelebi’nln naklettiğine göre vaktiyle burası Sarı Saltuk’un Türbe-sl’nden ibaret değilmiş. Bu mahalde II. Sultan Bayezid tarafından yaptırılan ulu camisiyle, medresesiyle, han, imaret ve kervansarayıyla muhteşem bir külliye varmış. Zamanla hepsi maalesef yıkılıp gitmiş ve yerlerinde herhalde bu külliye unutulmasın, Sarı Saltuk duasız kalmasın diye şu mütevazi Türbe kalmış.
Türbe’nin dışı gibi içinin de perişan ve bakımsız olduğunu görünce üzüldük. Türbede bizim göremediğimiz Cennet köşesinde huzur içinde yatan Sarı Saltuk’un bu görüntüye üzülmeyecek kadar manevi güzellik içerisinde olduğuna inanıyoruz. Çünkü iç açıcı olmayan bu dünyevî manzara, gönül erlerinin İslâm uğruna çektikleri çilenin ve katlandıkları sıkıntıların bedeli sayılmazdı.
Bakımsız sandukanın baş tarafına beyaz bir bez parçasının düzensiz bir şekilde bağlanmış olduğunu gördük. Sarığa benzetmeye çalışmışlar ama, gayrı muntazam oluşu sarığa benzemesine mani olmuş. Heyetimizden Hayrettin ŞALLI arkadaşımız belki düzeltmek maksadıyla, belki de altında ne olabilir merakıyla kirli bezi çekiverince altından bir ayyıldız çıkıverdi. 0 anda bizim gönül dünyamızda da ayyıldızlar parladı. Türbe’nin içindeki perişanlıkla kararan iç âlemimiz, aydınlandı. Demek ki çaput parçasını sarık şeklinde görünsün diye değil de, Türk’ün sembolü olan ayyıldızı saklasın diye örtmüşler. Soydaşlarımızın bunu yapması mümkün değil. Osmanlı eserlerini yok etmek isteyenler, düşmanlıklarını buralara kadar uzatmışlar. Tarihi çeşmelerdeki ayyıldızları kazımışlar, saat kulelerinin tepesine kilise çanı ve haç işareti koymuşlar, minarelerin şerefelerini aşağıya indirmişler ve alemlerini kurşunlamışlar. Camilerimizi kundaklamışlar, medreselerimizi gazino yapmışlar ve mezarlıklarımızı park haline getirmişler.
Bir zamanlar Moskova Camii’ni gezerken caminin herhangi bir yerinde ayyıldız göremeyince şaşırmıştım. Çünkü Moskova Camii’nin bir adı da Tatarlar Camii’dir. Merak edip araştırmamı biraz daha sürdürünce ayyıldızın caminin tam ortasındaki avizenin içerisine güzel bir şekilde gizlenmiş olduğunu gördüm. Orta Asya ve Balkanlardaki Türk eserlerinin uygun bir yerinde ayyıldıza mutlaka rastlanır.
Sarı Saltuk Türbesi’nde gördüğümüz, nereden geldiğini ve kime ait olduğunu bilemediğimiz bir sandukanın üzerinde de hilâl vardı. Belki bu sanduka Sarı Saltuk’un arkadaşlarından birine aitti. Sanki türbe depo olarak ta kullanılıyordu. Bahçesindeki mısırlara gösterilen bakım ve itina türbeye gösterilse iyi olurdu.
Sarı Saltuk Babanın kapısını kilitleyerek oradan ayrıldık. Kilitlenen sadece yok olup gitmeye yüz tutmuş olan kapı idi. Yoksa gönül ordusunun bir neferi olan Sarı Saltuk’un feyiz ve bereketi değildi. Zaten ona gücümüz de yetmezdi.
Biz türbeden ayrılırken meraklı çocuklar etrafımızı sarıverdi. Resimlerini çekmek isteyince de iki kız çocuğu kalıverdi. Diğerleri her nedense resimlerinin çekilmesini istemediler. Demek ki her ne kadar hürriyetlerine kavuşmuş olsalar da, Sarı Saltuk’un Türbesinin önüne gelme cesaretini gösterseler de Komünizmin, üzerlerinde bıraktığı korkuyu henüz atamamışlar. Kız çocuklarından birine ismini sordum Meryem dedi. Diğerine sormadım.
Babadağlılara zor da olsa veda ederek oradan ayrıldık.

ZİNDANDAN CAMİYE
Babadağ’dan ayrılıp Tulça’ya geldiğimizde saatlerimiz 11.50’yi gösteriyordu. Bizi karşılayanlarla birlikte doğruca 19. asırda Sultan Aziz zamanında inşa edilmiş olan Aziziye Camii’ne gittik.
Sultan Aziz tarafından bu mabede gönderilen kilitin halâ muhafaza edilmekte olduğunu görmek bizi duygulandırdı.
Caminin İmamı Nurettin HAMDİ, mihrabın önünde bize şu bilgileri verdi:
"Bu şehirde 1400 müslüman yaşıyor. Camii’nin bugünlere ulaşması için büyük mücadele verilmiş. Bu uğurda ölenler ve sürgün edilenler bile olmuş. Şu anda bu güzel eseri bizden sonraki nesillere ulaştırabilmek için aynı mücadeleyi sürdürüyoruz. Çok şükür çocuklarımız Kur’an-ı Kerim okumaya başladılar. Öğrenmek isteyenlerin adedi de günden güne artıyor. Camimiz, beş vakit namaza açılmasa da Cuma namazına mutlaka açılır. Bana 30 dolar maaş veriyorlar. Yetmediği için ek bir iş yapmak zorunda kalıyorum. Bir müzede tercümanlık yapıyorum."
Demek ki imama yeterli ücret ödenebilse camiyi beş vakit ibadete açacak ve o zaman vakit namazlarına da gelenler olacaktır.
Öğle namazını Tuna Nehri’nin coşkun sularını seyrederek bu camide kıldık.
Bu arada camiyle yakından ilgilenen ve mesleği muhasebecilik olan Halil KADİR Bey’le tanıştık. Kendisini tamamen caminin imarına ve ihtiyaçlarının karşılanmasına vermiş olan bu zat, rejime muhalefetten 20 yıla yakın hapiste yatmış. Hapishanede, izleri halâ suratında görülen korkunç işkenceler görmüş. Onbeş seneden fazla zindan hayatı yaşamış ama cami sevgisini hiç kimse gönlünden söküp atamamış. Camiye hizmet etmekten vazgeçmemiş. Komünizm yıkılır yıkılmaz da camiye koşmuş. Buna cesaret mi dersiniz, inanç mı dersiniz. Ne derseniz deyin Halil KADİR, örnek bir insan ve iyi bir müslüman.
Yıllardır hasretini çektiği camiye yeniden kavuştuğu için geçmişte olanların hepsini unutmuş. Sanki hiç hapiste yatmamış ve işkence görmemiş. Halil KADİR, yüzlerce soydaşımız gibi günlerce süren işkencelere ve zindan hayatına bugünlere ulaşma ümidiyle katlanmıştır. Bu kadar zulümden sonra yine de korkmayan ve mücadeleden yılmayan Halil KADİR, merkezi Köstence’de bulunan Türk Tatar Birliği Federasyonu’nun Tulça şubesini açmaya çalışıyor. Cami müştemilatından bir bölümü bu hizmete tahsis edebilmek için kendi elleriyle tamir ediyorlar. Bir daha buralara gelmek kısmet olursa bu fedakâr ve yürekli insanların sayesinde çok farklı hizmetler göreceğiz.
Soydaşlarımızın ısrarı üzerine yemek için gittiğimiz salonu, Tuna Nehri serinletiyordu. Yemekten sonra Tuna Nehrine bakarak çay içmek bakalım bir daha nerede ve ne zaman nasip olacaktı. Kısa zamanda daha iyi şartlarda nasip olmasını temenni ederek ve soydaşlarımızı sevgi ile kucaklayarak Tulça’dan ayrıldık.


MECİDİYE MEDRESESİ
Tulça’dan ayrıldıktan iki saat sonra Mecidiye’de idik. Mecidiye’ye, arabalarımızdan birinin benzini bitmesi sebebiyle yolda beklemek zorunda kaldığımız için akşama yakın varabildik. Köstence’ye de 30 km.lik bir yolumuz kalmıştı.
Mecidiye, Romanya’nın önemli yerleşim merkezlerinden birisi. Burada 10.000 den fazla Türk’ün yaşadığı söyleniyor.
Bu yörenin önemli mabedlerinden Sultan Abdül Mecit Camii’ni ziyaret ettik. Bu camileri gördükçe Balkanlara hayranlığımız bir kat daha artıyor. Caminin imamı Süleyman AYDIN’dan ayak üstü şu bilgileri edindik:
1857 yılında inşa edilen bu camide; Cumaları 150, vakit namazlarında 25 civarında cemaat oluyormuş. Bulgarlar İkinci Cihan Savaşında mihrabın sağ ve solunda gördüğümüz şu mumları kırarak içerisinde altın aramışlar. Gözlerini maddiyat, düşüncelerini kin bürümüş bu insanlar altın bulamamışlar ama, tarihi mumların da böyle kırık kalmasına sebep olmuşlar.
Sultan Abdül Mecit Camii’nin, bahçesindeki güllerin minare ile bütünleşen güzelliğine bırakarak oradan Mecidiye Medresesi’ne gittik.
Vaktiyle çok şirin olduğu ifade edilen medrese, şu anda içerisine girilemiyecek kadar perişan ve bakımsız. Burada yok olan yalnız ilim değil, aynı zamanda tarih ve medeniyet te yok olmuş. Bina tamamen elden çıkmış sayılmaz. Kısa zamanda tamir ettirilerek tekrar hizmete sokulma şansına sahip. 1964 yılında kaderine terkedilen medrese, bu günkü hali almış.
Mecidiye Medresesine, yıkık duvarları ve çökmüş tavanları arasında dolaşmaktan başka bir şey yapamıyarak ve birbirimizin suratına üzgün üzgün bakarak oradan ayrıldık. Köstence’ye doğru yola çıktık. Mesafe kısa olduğu için çabucak vardık. Önce Köstence Müftülüğü’nü ziyaret ettik?
Heyet Başkanımız Mehmet Nuri YILMAZ, müftülükteki sohbette şunları söyledi:
"Burada yaşayan Türkleri birlik içerisinde görmekten son derece memnun olduk ve bu birlikten adeta güç kazandık. Bildiğiniz gibi bütün müslümanlar kardeştir. Müslüman Türkler haydi haydi kardeştir. Bu noktayı halkımıza iyi anlatmalıyız ve onları da bu konuda yetiştirmeliyiz. Cemaatimize dinlerini ve dillerini mutlaka öğretmeliyiz. Takdir edersiniz ki bunlar olmadan birşey yapamayız. Birlik de bunlarla sağlanır. Bu konuda hepimize büyük görevler düşüyor. Değerli soydaş meslektaşlarımız bu önemli noktada biraz daha gayret göstermeli. Müftü Efendiden camilerin beş vakit ibadete açılmasının sağlanmasını rica ediyoruz. Bazı imamlar tembellik göstererek camilerini beş vakit ibadete açmıyorlar. Bunun çok büyük bir yanlış olduğunu belirtmeye bilmiyorum ihtiyaç var mı? Herhangi bir camiyi namaz vaktinde kapalı bulan kimse, nasıl olsa açmıyorlar düşüncesiyle diğer vakitlere de gelmez.
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde olduğu gibi buralarda da alkol kullanımının yaygın olmasından üzüntü duymamak mümkün değil. Yerli din adamlarının bunun gibi problemler üzerinde hassasiyet ve dikkatle durmalarını bekliyoruz."
Bu güzel sohbeti çaylarla noktaladıktan sonra müftülükten ayrıldık. Sonra 1869 da Sultan Aziz tarafından yaptırılan Hünkâr Camii ile Sultan Mahmut zamanında yaptırılan Mahmudiye Camii’ni ziyaret ettik.
Sultan Abdülhamit’in Adakale Camii’ne hediye ettiği tarihi halıyı, Mahmudiye Camii’nde serili bulduk. Sultan Abdülhamit’in hediyesi olan halının üzerinde kendilerinin namaz kılıp kılmadıklarını bilmiyoruz ama çok şükür bu şanslı halı üzerinde namaz kılmak bize de nasip oldu. Keşke vaktimiz olsaydı da bu camide biraz daha kalabilseydik. Ecdat ne kadar güzel düşünmüş ve ne güzel inşa etmiş. Geniş bir coğrafya üzerinde gönül adamları yetiştirdiği gibi, gönülle hüneri birleştiren, anlaştıran sanat erleri de yetiştirmiştir. Kabe’nin şubesi sayılan Balkanlar’daki camilerimiz de yalnızca maneviyatın ve ibadetin değil, aynı zamanda maneviyatı okşayan sanatın da merkezi olmuştur. Orta Asya, Anadolu ve Balkanların tabiî güzelliklerini ulvileştiren camilerimiz, ilâhî aşkın, ibadet duygusunun ve güzel sanatların müşterek sergilendiği dünya çapında şöhrete sahip müzelerimizdir.
Ecdat yadigarı serhat camilerimizden aldığımız feyz ve bereketle Türk-Tatar Birliği Federasyonunun merkezini ziyaret ettik.
Ne yapalım ki bir yerde fazla kalamıyorduk. Keşke zamanımız olsaydı da Köstence’de yaşayan soydaşlarımızla cami cami, medrese medrese, dükkân dükkân, ev ev biraz daha dolaşa-bilseydik. Minarelerinde ezan okuyabilseydik, kubbelerinin serinliğinde namaz kılabilseydik. Çınar ağaçlarının gölgesinde soydaşlarımızla konuşabilseydik, medreselerden çıkan gençleri seyredebilseydik. Müslümanların sıkıntılardan kurtulabilmeleri için şehitler, gaziler yurdu Balkanlar’da hep beraber avuç açıp Allah’a yalvarabilseydik. İşimiz çok, yükümüz ağır, sorumluluğumuz büyük, çilemiz bitmedi gör ya Rabbi! diyebilseydik.
Ne yazık ki Köstence’den de ayrılma zamanımız gelmişti. Gelmişti ama diğer yerlerde olduğu gibi burada gördüklerimizi de unutmamız mümkün değildi. Tulça Aziziye Camii, Babadağ Gazi Ali Paşa Camii, Sarı Saituk Baba Türbesi, Mecidiye Medresesi, camileri ve bu sanat abidelerinin etrafında kümeleşen soydaş insanlar hep gözümüzün önünde, gönlümüzün derinliklerinde.
Balkanlardaki mabedler bakımsız, türbeler garip, medreseler sessiz, köprüler yıkık, çeşmeler susuz, minareler şerefesiz, kuleler saatsiz, mezarlıklar harap, bedestenler meyhane... Bu kadar olumsuzluğun içinde olumlu olan soydaşlarımız. Onların yiğit, fedakâr, çalışkan, anlaşmış ve kaynaşmış olmaları ve geleceği kendi açılarından şanslı görmeleri. Balkanların korkusuz bekçileri, Osmanlı torunu olmanın şerefini yaşıyor ve gereğini yapıyorlar.
Akşama yakın bir saatte kısa zamanda üzerimizde derin izler bırakan Köstence’den ayrıldık. Sofya’ya gidecektik. Ayrılmadan önce gideceğimiz yol, mesafe hakkında soydaşlarımızdan bilgi almak istedik. Değişik şeyler söylendi. Ne yapsınlar ki onlar da bizim gibi yaşadıkları ülkeyi tanımıyorlardı. Komünist diktatörler yıllarca onları dar bir çerçevede yaşamaya mecbur ve mahkum etmişlerdi. Yaşadığı dünya, kaldığı pansiyonla, çalıştırıldığı kol-hoz veya domuz çiftliği arasındaki mesafeden ve hayattan ibaretti. Bir kısmı mesafeyi 370 km. derken, bir kısmı mesafenin 400 km. den fazla olduğunu söylüyordu. Bir kısmı yolun Sofya’ya kadar otoban olduğunu söylerken, bir kısmı belli bir yerden sonrasının otoban olmadığını söylüyordu. Yalnız hepsi de gece yolculuğu yapmamamız konusunda birleşiyor ve hep bir ağızdan "Sakın gece gitmeyin" diyorlardı.
Değişik bilgiler verilmesine şaşırmadık. Onlar da ülkelerini bizim gibi yeni tanıyorlardı. Babadağ Camii’ni bir defa ya görmüşlerdi veya görmemişlerdi. Caminin içine girememişlerdi. Sarı Saltuk gibilere fatiha gönderememişlerdi.
Komünizmin uygulandığı ülkelerde inanç özgürlüğü olmadığı gibi seyahat özgürlüğü de yoktu.
Allah’dan bir mani gelmezse Salı sabahı Sofya’da olacağız. Çünkü önemli randevularımız var...
Bulgaristan gümrüğünden ayrıldığımız zaman saat; 22.00 idi. Ortalık iyice kararmıştı. Kararmakla kalmamış derin bir sessizliğe bürünmüştü. Demek ki buralar henüz gürültü-patırtı asrını yaşamıyorlardı. Zorlu bir gece yolculuğundan sonra 19.07.1994 Salı sabahı saat 06.00 da Sofya’ya geldik.
Geldik ama nasıl? Bu kadar kısa değil.
Bu yolculuğu yapmadan ve yolda olanları yaşamadan nasıl sorusuna cevap vermek kolay değil.
Karanlık ve sessiz bir yol. Genellikle insan karanlıkta karşıdan gelen vasıtanın far ışıklarından rahatsız olur. Burada tam aksi. İnsan karşıdan bir vasıta gelse de hiç olmazsa ışığını görsem diye adeta bekliyor. Benzin istasyonu zaten yok. Tektük olanlar da kapalı. Şehirlerin dışında kalacak yer de yok. Yalnız yer yer meyhaneler ve meyhanelerin önünde sabahlamaya niyetli sarhoşlar görülüyor.
Yol tamiratlarını, keskin virajları, yoldaki daralmaları, yandan giriş ve çıkışları, telefonu, istirahat ve park yerlerini gösteren hiçbir işaret yok. Trafik polisi mi? Ona rastlamak hiç mümkün değil. Bir ara sür’atle giderken önümüze bir köprü tamiratının otomobil boyunda moloz yığınları çıkıvermez mi? Bu hengameden Mercedes marka otomobilimiz sayesinde kurtulduk. Eğer o hızla toprak yığınına bindirseydik akıbetimiz ne olurdu Allah bilir.
Sofya’nın parlak ışıkları görününce sevindik. -Devam edecek-