Makale

Bazı İslam Hukuku Kaidelerinin Türkçe'de Atasözü Şeklinde Söylenişleri

Bazı İslam Hukuku Kaidelerinin Türkçe’ de
Atasözü Şeklinde Söylenişleri

Doç. Dr. Haşan GÜLEÇ
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Bazı hukuk kaideleri .toplum tarafından çok benimsenir. Hem hafızalara hem de gönüllere yerleşir. Bunları nesiller nesillere öğretir. Uyulmaya çalışılır. Uymayanlar uyarılır, ayıplanır, kınanır. Zamanın geçmesiyle bunların bir kısmı atasözü haline gelir.
Bu hukuk kaideleri din ile paralellik arzedince bunların gönüllere yerleşmesi, benimsenmesi, uyulması çok kolaylaşmıştır. Toplumun büyük bir kısmı tarafından da sevilerek öğrenilmiştir.
Milletimiz İslam dinini sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren gönüllü olarak kabul etmiştir. Bu dini öğrenmek için gayret sarfet- miş, dine uygun yaşamak çabası içinde olmuştur. Din ile kaynaşmış, dine göre birtakım gelenekler teşekkül etmiştir. Toplumda yüzyıllarca uygulanan İslam hukukunun bazı kaideleri çok yaygınlaşmış, günlük konuşma dilinde yeri geldikçe söylenir olmuştur. Çok yaygın olan ve Türkçe’de atasözü haline gelen İslam hukukunun bazı kaideleri ve esasları bu makalenin konusu olacaktır. Bunların en önemlileri şunlardır:
l-“Her koyun kendi bacağından asılır”.
İslam’da ceza şahsidir. Ceza, yalnız suç işleyenlerle bunlara katılanlara verilir. İlkel tarzda şayaşan kabilelerde’ve Avrupa’da Fransız ihtilalinden (1789) önce cezanın şahsiliği prensibine uyulmazdı. Bazı durumlarda suçu işleyenin suçsuz yakınları da cezalandırılırdı. İslam ceza hukukunda ise suçtan sadece onu işleyen sorumludur; bir kimse başkasının suçundan sorumlu değildir. Bu prensibin dayanağı şu manadaki ayettir: “Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Kasden adam öldürmeye benzer öldürmede veya hataen ölüme sebeb olmada, katilin yakınları diyet ödemeye katılırlar. Bu, cezadan çok sosyal ve ailevi dayanışma, yardımlaşma, çok ağır ve bir şahsın gücünün üstünde olan diyetin ödenme imkanı, yakınların aile ferdlerini iyi terbiye etmeyi sağlama gibi gayeler taşır. Bazı İslam müçtehitleri, âkılenin diyet ödemeye katılmasını kabul etmezler. Âkile, cinayet işleyenin yakınlarıdır. Onlara göre bu katılma mecburi değildir ve ödünç verme şeklinde olur.®
Ayrıca Hz. Peygamber, “Bir kimse, başkasının suçundan sorumlu tutulamaz" buyurmuştur.®
Suçun şahsi olması insafın, adaletin ve hakkaniyetin gereğidir. Ancak ilkel vahşi kabilelerde bu prensip yoktur. Çoğu zaman kan davası şeklinde aslında suçsuz olan, suçlunun yakınları öldürülür veya çeşitli şeklillerde cezalandırılırlar. Kan davasını Hz. Peygamber, Veda haccı (10/632) hutbesinde şöyle buyurarak yasaklamıştır:" Şüphesiz cahileye devrinin kan davası kaldırılmıştır. İlk kaldırmaya başladığımız kan davası Abdü’l-Muttalib oğullarından Amir’in kanıdır." Amir, Leys oğullarına süt çocuğu olarak verilmişti. Onu Hüzeyl oğulları öldürmüştü/(4)
2- “Adalet mülkün temelidir.”
Bu atasözü, Hz. Ömer’in (Ö.23/643) “el-adlü esasü’l-mülk" cümlesinin tercümesidir. Toplumda huzurun ve barışın sağlanması, canın , malın, hakkın, hukukun korunması için adalet son derecede gereklidir. Adaletsizlik kadar insan vicdanını sızlatan, insanı rahatsız eden başka bir şey yoktur. Adaletin zıddı olan zulüm, adeta mülkün temeline dinamit koymaktır. Adalet, herkese hakkını vermek, haksever olmak, kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak başkalarına da o şekilde muamele etmek demektir." Allah adaleti emreder.. ”(5) Hz. Peygamber’in yolu adalettir ve Allah ona adil olmayı emretmiştir: "Deki ey rasülüm, ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım ve bana aranızda adaleti uygulama emri verildi.™ Müslümanlar dosta düşmana karşı adil olmak zorundadırlar. Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler; Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi asla adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun. Bu takvaya en yakın davranıştır. ” <7) Adalet, sosyal hayatın en önemli denge unsurudur. İslam’da adalet güçlülere, zayıflara, zenginlere, fakirlere, akrabaya, akraba olmayanlara, müslümana, kafire aynı derecede ve eşit bir şekilde uygulanır. Herhangi bir kayırma ve ayırım söz konusu olmaz. Isbat vasıtalarının, delillerin objektif olması şarttır. Hz. Peygamber de müslümanları adil davranmaya çağırmış ve adaleti uygulayanları övmüştür.
3-“Akıllı, iki kere aldanmaz.”
Bedir harbinde (2/623) Hz. Peygamber, şair Ebu Ğurre’yi esir aldı ve ona ihsanda bulundu. O da onu bir daha hicvetmeyeceğine, aleyhine insanları kışkırtmayacağına dair söz verdi. Bunun üzerine serbest bırakıldı. Şair kabilesine dönünce yine Hz. Peygam- ber’i hicvetmeye ve insanları onun aleyhine kışkırtmaya başladı. Ebu Gurre, Uhud harbinde (3/624) tekrar esir düştü. Yine Hz. Peygamber’den İhsan ve iyilik yapmasını diledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "(Akıllı) Mü’min, bir delikte kendini yılana iki defa ısırtmaz."
Aklı başında bulunan mü’min, uyanık olmak, gafil avlanmamak, aynı hatayı tekrar yapmamak zorundadır. Aynı hatayı tekrarlamak, akıl zaafı belirtisidir. Müslüman dikkatli olmalıdır, ileriyi görmeli, başına gelen olaylardan ders almalıdır. Bunlara göre hazırlığını yapmalı, ihtimalleri göz önünde tutarak tedbir almalıdır.
4- “Alçak yerde yatma sel alır; yüksek yerde yatma yel alır.”
İslam dininde aşırılıkların yeri yoktur. Müslümanların orta yolu tutmaları gerekir. İbadette, günlük yaşayışta,davranışlarda, harcamalarda ve bütün ekonomik faaliyetlerde orta yol denilen itidal tavsiye edilir. Kur’an-ı Ke- rim’de Allah’ın has kullarının özellikleri sayılırken şöyle buyurulur: "Onlar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. ” m Yine müslümanların orta yolu tuttukları, mutedil bir millet oldukları bildirilir: "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Peygamber’in de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. ”(10)
Hz. Peygamber de daima orta yolu tutarak aşırılıklardan kaçınmış, müslümanların mutedil olmalarını istemiştir. Enes b. Mâlik (ö. 91/717) şöyle anlatır: “Üç adam, Hz. Peygamber’in ne kadar ibadet ettiğini sormak üzere, hanımlarının kaldıkları odaların önüne geldi. Kendilerine onun yaptığı ibadet anlatılınca sanki bunu az buldular. “Biz nasıl Hz. Peygamber gibi olabiliriz? Çünkü onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır” dediler. İçlerinden biri “ben bütün gece namaz kılacağım;” diğeri “bütün ömrüm boyunca oruç tutacağım oruç tutmadığım gün olmayacak;” üçüncüsü de, “kadınlardan uzak duracağım ve asla evlenmeyeceğim” dedi. Biraz sonra (bunların vardıkları kararı duyan) Hz. Peygamber geldi ve dedi ki: “Böyle söyleyen siz misiniz? Allah’a andolsun ki o’ndan en çok korkanınız ve O’na en çok saygı duyanınız benim. Ben hem oruç tutarım hem de tutmadığım zamanlar vardır. Hem namaz kılarım hem de uyurum. Kadınlarlada evlenirim. Benim sünnetimden (yolumdan) yüz çeviren benden değildir.”
Dikkat çeksin diye aşırı hareketler bazı kimseler tarafından benimsenir veya uygulanırsa da bunlar makul ve mantıklı olmaz. Çoğunluk bunları doğru bulmaz ve hoş karşılamaz; benimsemez. Makul ve mantıklı çoğunluğun; azınlığın taşkınlıklarını da önlemesi gerekir. Aşırı davrananlar, hem kendilerine hem de başkalarına zarar verebilirler. Onun için atalarımız orta yolu tutmayı öğütleyerek “Alçak yerde yatanı selin, yüksek yerde yatanı da yelin alacağım” söylemişlerdir.
5- “Az çoğa tabidir.”
İnsanlar toplu yaşama zorundadır. Ama huyları da tuhaftır. Bazen iyi geçinir bazen de geçimsiz olurlar. Bazı insanlar iyi huyludur, bazıları da değildir. Bu yüzden anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması yahut azaltılması gerekir. Uzlaşma, iyi geçinmenin sağlanması ile gerçekleşir. Bunun için belirli kurallara uyulması lazımdır. Herkes kaide dinlemez olursa kargaşa, curcuna ve anarşi olur. Hakkında Kur’an’da ve sünnette açık hüküm olan konularda müslümanlar bunları uygularlar. Hüküm açık değilse veya yoksa içtihada başvurulur. Aynı özelliği taşıyan hüküm, benzeri hadiseye de uygulanır. İçtihatta yanılma payı vardır. Doğruyu bulmak da mümkündür. Bundan dolayı her konuda farklı kanaatler ortaya çıkabilir. Herhangi bir meselenin anlaşmazlığa tahammülü yoksa, birliğin sağlanması da zorunlu ise çoğunluğun görüşüne uyularak problem çözülür. İslam hukukunda bu kaide şöyle formüle edilmiştir: “el-hükmü li’lekser”. Türkçe’ye de bu, atasözü olarak “az çoğa tabidir” şeklinde geçmiştir. Fıkıh kitaplarındaki “cumhur” tabiri, İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu demektir.
6- “(Henüz) balık suda; pazarlık olmaz.”
İslam’da herhangi bir eşyanın alış-verişe konu edilebilmesi için onun ortada mevcut olması şarttır.02’ Ayrıca bu eşyaya malik olmak da gerekir. Bu kaidenin selem ve istisna’ akdi gibi pek az istisnaları vardır. Selem, paranın peşin, malın veresiye olması demektir. İstisna da bir zanaatkâra, ustaya veya meslek sahibine bir şeyi ısmarlamak suretiyle yaptırmak manasına gelir.0® Bunların dışında gayr-i mahdud olan ve malik olunmayan şeyler mesela havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, elli yıl sonra şu ineklerden doğacak danalar alış-verişe konu edilemez. Böyle bir alış-veriş akdi geçerli olmaz. Böylece bilmeme sebebiyle meydana gelecek aldanmalar ve bunların sebep olacağı anlaşmazlıklar önlenmiş olur. Akdin konusu eşya ise bu, mevcut olmalı; iş veya terk ise bunlar da yapılabilir (imkan dahilinde) olmalıdır. Konu belirli olmalı veya belirlenip tayin ve tesbiti mümkün bulunmalıdır; hukuki muamele ve geleneğe uygun olmalıdır.
Zamanımızda fabrikasyon imalâtta standardizasyon çok geliştiği ve yaygınlaştığı için numunesine bakılarak henüz imal edilmemiş bir eşyanın alınıp satılmasına cevaz verilebilir.
Balık üretme havuzlarındaki veya dalyanlardaki balık, su içinde olsa da satılabilir. Çünkü bunun yakalanması her zaman için kolay ve mümkündür.
7-”Şerlat karşısında boynum kıldan incedir.”
Bu atasözü, hukuka, kanuna, meşru otoriteye itaatin en yüce noktasını anlatıyor. Bu boyun eğme, gönüllü bir itaattir. Cezanın en ağırı olan İdam edilmede böyle bir teslimiyet için hukukun ve kanunun hakkaniyetinden, adaletinden ve doğruluğundan şüphe edilmemelidir. İnsanlar hukukun, kanunun ve nizamın doğru olduğuna ikna olur, inanırlarsa bunlara gönüllü olarak itaat ederler. Bu itaat, hem içten hem de dıştan olur. Yani hem emniyet güçlerinin gördüğü yerde hem de hiçbir kimsenin görmediği yerde insanlar suç işlemezler. Çünkü Allah kendilerini her zaman, her yerde, her durumda görmektedir. Böyle bir müslüman şu manadaki ayete de gönülden inanır: “Ey iman edenler; Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,- Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir”(14) Samimi inanç, itaati sağlayan unsurların başında gelir. Bu sayede cezayı çeken, cezanın hakkaniyetine inanır. İsyandan çekinir. Bu ceza kendisini idama bile götürse boynunun kıldan ince olduğunu söyler. Suçunu kabul ederek ceza karşısında direnmez.
8- “Elinle ettiğin hayrı dilinle zayi etme.”
Hayır işlemek, iyilik yapmak insanı yüceltir. İyilik, Allah’ın hoşnudluğunu kazanmak için yapılır. Başkalarından bir şey beklenmezse bu, hakiki manada iyilik olur.
Böylece yapılan hayra gösteriş karışmaz. Gösteriş, iyiliğin değerini düşürür, sevabını azaltır. Allah’ın rızasını kazanma yerine başka şeyleri gaye edinir. Bunun için Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler; Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur inmiş de onu çıplak, dümdüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kafirleri doğru yola iletmez.(15)
Müslümanın gösterişten, yaptığı hayrı başa kakmaktan sakınması gerekir. Müslüman, “kaşıkla aş verip sapıyla göz çıkarmaz.”
Başa kakmada, minnet altında tutmada başkasının şahsiyetini ezme ve onu küçük düşürme söz konusudur. Halbuki insanların onurları zedelenmemelidir. Başa kakanlar, belki de bunu böbürlenmek için yaparlar. Böbürlenmek, ahlaki bir zaaftır. Sözün özü, hem başa kakan, hem de başına kakılan yönünden bu davranış sakıncalıdır.
Ibn Şirin (ö. 110/729), yaptığı iyilikleri sayıp duran bir adama şöyle demiştir:“Sus; sayılıp dökülen iyilikte hayır yoktur”(16)
Ayrıca sağ eliyle yaptığı iyiliği, verdiği sadakayı, sol elinin duyamayacağı derecede gizleyen müslüman, Hz. Peygamber tarafından övülmüştür. (17)
9- “Farzdan önce farz, namazdan önce boğaz var.”
İbadete hazırlanırken ve ibadet yaparken müslümanın kendini meşgul edecek şeylerden imkan ölçüsünde uzaklaşması gerekir. Böylece gönlünü ibadete verir, buna konsantre olur. Halbuki karnı aç insan, sofra hazırken me- sala namaz kılmaya başlarsa aklı yiyeceklerde kalır; zihninden yemek düşüncesini bir türlü uzaklaştıramaz. Namaz ve yemek vakitlerinin bir düzene sokulması gerekir. Yine abdesti sıkışmış bir müslümanın bu durumda namaz kılması da mekruhtur.(18)
Görülüyor ki İslam dininde, ibadete başlamadan önce insanın rahatlaması, aklını fikrini meşgul edecek şeylerden imkan ölçüsünde uzak durması gerekir. İbadet, yüce yaratanın huzuruna çıkış demektir. Zihin buna yönelmeli, başka şeyler ibadete ortak edilmemelidir. İbadet, huzurlu olmayı sağlar. Huzuru sağlayacak ibadetten önce mü’minin, huzuru bozacak şeyleri ortadan kaldırması lazımdır.
Müminin hayatı, bunların ibadet etmeye mani olmayacağı şekilde düzenlenmelidir. Müslümanın, kendini ibadete vermesine, yaptığı ibadetin şuuruna ermesine, ibadete gönlünü de katmasına “huşu” denir. Huşuda mü’min, ilahi bir iç huzura sahip olur. Geçici şeylere ancak kıymetleri kadar değer verir. Bunlar çeşitli sebeplerle elden çıkacak olsa kendini mahvedecek ölçüde üzülmez. Her şeyin bir emanet olduğunu bilir. Allah’a dayanır, Allah’a güvenir. O’na mütevekkil olur. Bütün tedbirleri aldıktan, sebeplere sarıldıktan, olanca gücü harcayarak çalıştıktan sonra bir işin sonunu Allah’a havale etmek çok yüce bir iç huzurdur. İnsanın aczinin farkına varıştır, gücünün sınırlı olduğunu kabul ediştir.
Yiyecekler ortada hazırken, daha da vakit varken bunları yemeden namaz kılmak, insanın tabiatına en uygun olan orta yoldan ayrılmak demektir. İbadette müslüman kendini zora koşmaz, aşırılıklardan sakınır, orta bir yol tutar. İslam Dininde kolaylaştırma, müjdeleme, sevindirme esastır. Zorlaştırma, nefret ettirme ve üzme Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır.(l9)
10- “Namus insanın kanı pahasıdır.”
Bir insanın annesinin-babasının belli olması kadar büyük nimet yoktur. Bu aynı zamanda en büyük şereftir. Namusu-ırzı-koruma, nesli koruma demektir. Mü’minlerin özellikleri sayılırken Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:” Onlar, iffetlerini korurlar”/20’ “Allah’ın has kulları, onun haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahının cezasını bulur”. (2I) Yine “Irzlarını koruyanların da cennette ağırlnacakları”(22) bildirilmiştir.
Müslüman cinsi isteklerini meşru yoldan giderir. Bu meşru yol da nikah akdidir. Müslümanların evlenmeleri teşvik edilmiştir. Böylece yaratılışa uygun hareket edilmiş olur. Hiç evlenmemek suretiyle mü’minin kendini ibadete vermesi fazilet sayılmaz. Müttakilerin gönüllerini mubah istirahatlere ihtiyacı vardır. Nikah, bu mubah istirahatlerin başında gelir. Evlenme sayesinde insanlar sağlıklı bir şekilde çoğalırlar. Çocuklar sıcak aile ortamında, anne ve babanın koruma şefkat kanatları altında büyürler. Böylece aile ve millet sağlam olur.
İslam’da korunması zorunlu olan beş şeyden birisi de nesildir. Nesli korumak, ırzı korumaya bağlıdır. Müslümanlar namuslarını koruma uğruna canlarını verirler. Irzı uğruna öldürülenlerin şehit olduğuna inanırlar.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Müslümanın müslümana canı, malı ve ırzı haramdır”.a3)
İslam dinindeki diğer düzenlemeler, hep namusu koruyacak şekildedir. Zina iftirasının cezası ağırdır. Buna “kazif haddi” denir. Cenab-ı Allah şöyle buyurur: “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra bunu isbat etmek için dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artı onların şahitliğini hiç bir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.” (24)
Namusu koruma demek olan iffet, karı-koca arasında tam bir güven sağlar. Karşılıklı güven, aileye huzur getirir. Güven dürüstlük demektir.
Nikah akdi ile sınırlı cinsel hayat, sağlıklı yaşama demektir. Bu konudaki düzensizlikler, tedavisi zor veya imkansız bir çok hastalığı yaygın hale getirir. Bu yüzden insan ve toplum çok sıkıntı çeker. Hem kendi namusumuzu korumak hem de başkalarının namusuna leke sürdürmemek, sağlıklı kalmanın temel şartlarındandır.
11 - “Rüşvet kapıdan girince adalet bacadan çıkar.”
Rüşvet; hakkı, hukuku, adaleti ve hakkaniyeti altüst eder. Rüşvette adam kayırma, iltimas ve hak yeme vardır. Rüşvet ahlak dışı bir davranıştır; vicdanın aşınmasıdır, başkalarının hakkına saygısızlıktır; onların haklarını çiğnemedir. Rüşvet, adaletsizliktir. İslam dinine göre rüşveti vermek ve almak aynı derecede günahtır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Rüşveti verene de alana da Allah lanet etsin.” (25) Rüşvet, bir haksız iktisaptır, kazançtır. Halbuki Allah şöyle buyurur: “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere vermeyin.” <26) Hakim hem mahkemede hüküm veren şahıs hem de idareci demektir. Onlara verilen mallardan maksat da rüşvettir. Rüşvet, adaleti rayından çıkarır. Adaletsiz yönetimin devamlı ayakta kalabilmesi ve müsbet başarılar ortaya koyabilmesi mümkün değildir.
Rüşvet adaleti ortadan kaldırınca geriye zulüm kalır. Zulüm, başkalarına işkence etmekten zevk almak demektir. Buna sadizm denir. Sadistler birer ruh hastası sayılırlar. Tedavi görmeleri gerekir. En köklü yol, insanları adil olacak, zulümden, işkence etmekten uzak duracak şekilde küçüklüklerinden itibaren eğitmektir. Adil olanları Allah’ın sevdiğini, zalimleri ise sevmediğini gönüllerine yerleştirmektir.
İslam’da adaletten ayrılmanın hem maddi hem de manevi sorumluluğu vardır. Rüşvet, adaletin gerçekleşmesine mani olan en büyük engellerden biridir. Bunun inançla, samimiyetle, el ve gönül birliği ile ortadan kaldırılması gerekir.
12- “Zahire göre hüküm verilir.”
Objektif olarak ve açıkça ortaya konan isbat vasıtalarına göre hüküm vermek, bir hukukun ana unsurudur. Böyle hareket etmek, adaleti yaygın hale getirir. Bu prensip, hiçbir vasıta yokken insanların gizli şeyleri bilemiyecekleri gerçeğini perçinler. Değil normal insanlar, peygamberler bile Allah’ın haber vermediği gaybı bilemezler. Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurulur: “(Ey Muhammed) de ki: Ben size Allah’ın hâzineleri yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. De ki: Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”(27) “De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim." Q8)
Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme (Ö. 61/680) şöyle anlatır: Hz. Peygamber odasının kapısı önünde bir anlaşmazlık duydu. Anlaşmazlık çıkaranların yanına gitti ve dedi ki: “Ben de sadece bir insanım. Bana anlaşmazlığa düşen biri gelir. Belki de bir kısmınız davayı isbat yönünden bir kısmınızdan daha güzel konuşur da ben onu doğru söylüyor sanırım ve buna göre hüküm veririm. Ben kime bir müslümanın hakkını verirsem (bilsin ki) bu ancak ateşten bir parçadır. (İsterse) onu alsın veya terketsin.” (29)
Bu ve benzeri ayetlerle hadislerden anlıyoruz ki Hz. Peygamber bile hüküm verirken zahiri yani ortadaki objektif delillere bakıyor, yanılması söz konusu olsa dahi bu metodun dışına çıkmıyordu. Zaten hakimin hükmü, haramı helal, helali de haram kılmaz.
Hüküm verirken objektif delillere değil de birtakım sübjektif şeylere göre hareket etmek, adalet kurumunu kökünden sarsar. Hakim ve idarecilere olan güven kaybolur. Hükümde sübjektif şeyleri esas kabul etmek, adeta gaybı bilen Allah’ın ilmine ortak olma gibi tuhaf bir mana taşır. Halbuki gaybı ancak Allah bilir. Gayb; aklımızın, duygularımızın, algılarımızın ötesinde kalan bir alandır.
Objektif delilleri ve isbat vasıtalarını bir yana bırakarak sübjektif şeylere göre hüküm vermek diktatör zalimlerin işidir. Delillerin ve isbat vasıtalarının objektif ve açık olması, adaletin ayrılmaz bir parçasıdır.

1- En’am: 164; Isra: 15; Zümer: 7; Necm: 38.
2- Cassas Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi, Ahkamü’l-Kur’an, Kahire, Da- rü’l-Mushaf 1392/1982, IV, 200; Risale. 1412/1992, 1,394-397; Karaman. Hay- reddin. Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, İrfan Yayınevi, 1974,1,153-154
3- Nesai, Ebu Abdi’r-Rahman Ahmed b. Şuayb, Sünen, Mısır, el-Mekte- betü’t-Ticariyyetü’l-Kübra, 1348/1930, kasame 39
4- Ibn Mace, Ebu Abdillah Muhammed b. Vezid el-Kazvini, Sünen, Kahire, Isa el-Babi el-Halebi, 1372/1952, Mena- sik 76,84.
5- Nahl: 90
6-Şura: 15
7- Maide: 8
8- Buhari Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul, Amire, 1315, edeb 83
9- Furkan: 67
10- Bakara: 143
11- Buhari, Nikah 1,
12- Kasani Alaü’d-Din Ebu Bekr b. Mes’ud, Bedaiu’s-Sanai, Beyrut, Daru’l- Katibi’l- Arabi, 1394/1974, V.138
13- Serahsi Muhammed b. Ahmed b. Sehl Ebu Bekr Şemsü’l-Eimme, Meb- sut, Mısır, Matbaatü’s-Seade, 1331, XII, 134 vd.
14-Nisa: 59
15- Bakara: 264
16- Kurtubi, a.g.e. Ill, 312-313
17- Buhari, ezan 36; Müslim, zekat 91
18- Müslim, mesacid 67
19- Buhari, ilim 11, megazi 60, edeb 80; Müslim, cihad 4
20- Mü’minun: 5
21- Furkan: 68
22- Mearic: 29-35
23- Müslim, birr, 32
24- Nur: 4
25- Tirmizi Ebu Isa Muhammed b. Isa b. Sevre, el-Camiu’s-Sahih, ahkam 9, Mısır, el-Mektebetü’l-lslamiy- ye, 1357/1938 111,622
26- Bakara: 188
27- En’am: 50; Hûd: 31
28-Araf: 188
29- Buhari, ahkam 28; Müslim, akdi- ye4,