Makale

RAMAZAN ve ORUÇ

RAMAZAN ve ORUÇ

Dr. FERİD AYİTER

Ramazan ayı, İslam dini ve Müslümanlar için çok mühimdir. Dinimizin Kitabı, mesnedi olan “Kur’ân-ı Kerîm” Ramazanda, Kadir gecesinde dün­yamıza, biz insanlara indirilmiş (nâzil olmuş) ve Kitabımızın âyet-i kerîme­leri, doğrudan doğruya Allah’ın Kelâmı olarak Peygamberimize, nübüvvet müddeti içinde, 23 senede, vahyedilerek, parça parça tebliğ olunmuştur.

—Ramazan ayı o aydır ki Kur’ân, bu ayda indi­rilmiştir.” (Bakare suresi, 185 inci âyet-i kerîme). Kur’ân-ı Kerîmin Kadir suresinin birinci âyet-i kerîmesi de bunu teyid buyurmaktadır.

“Gerçek Biz onu (Kur’ân-ı Kerîmi) Kadir gecesinde indirdik. Peygamberimize ilk vahyolunan âyet-i kerîmeler, Alâk sure­sinin ilk beş âyetidir.

Kur’ân-ı Kerîmin insanlara bir ilâhî hidayet olmak, yani doğru yolu göstermek ve hak ile bâtılı tefrik ederek bunun açık delillerini anlatmak üzere indirilmiş olduğu tasrih buyurulmaktadır.

Bu büyük nimetin hürmetine, Ramazan ayım idrak eden ve hasta veya seferde olmayan her müshmin, âkil ve bâliğ olmak şartiyle ve kadınlar için dinin emrettiği temizlik halinde, oruç tutması emrolunmuştur. Bu ilâhî emir, Peygamberimizin Mekke’den Yesrib’e (Medine’ye) hicretlerini müteâkıb nâzil olmuştur.

“=Bu ayı içinizden kim idrak ederse (O ayda olursa) orucunu tutsun ve kim hasta olur veya bir seferde ise, oruç tutmadığı günler mikdarında başka günlerde orucunu kaza etsin” (Bakare suresi, aym âyet-i kerîme). Cenâb-ı Hak, kulları için kolaylık emir buyurduklarından ve güçlük istemediğinden, oruç tutamayanlar için bu kolayhk bahşedilmiştir. İslam dini hiçbir kim­seye takatından fazla bir yük yüklemez.

Ramazan ayının Müslümanlar için ne büyük bir kadri olduğu görül­mektedir.

Ramazanla oruç sıkı bir irtibat halindedir. Cenâb-ı Hakka bedenî ibadetlerin en mühimlerinden biri olan oruç, İslâmdan evvelki kitabî dinlerde de insanlara emrolunmuştur.

“Ey iman edenler, sizden evvelkilere emrolunduğu vechile} size de sayılı günlerde (Ramazan’da), ittika üzere olmanız için, oruç emrolundu(Bakare sûresi, 183 üncü ve 184 üncü âyet-i kerîmeler).

Oruç, İslam dininin dayandığı beş temelden biridir. Diğerleri namaz, zekât, hac ve “kelime-i şehâdet”tir. Her müslim için abdestini alıp, günde, beş vakit, namazım kılmak, Ramazan ayında orucunu tutmak, malının zekâ­tını vermek, bedenî ve mâlî takati müsait olduğu takdirde ömründe hiç olmazsa bir defa haccetmek ve Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed’in Allâh’ın resulü olduğuna tam bir kalb hulûsiyle daima iman ve bunu lisaniyle ikrar etmek (şehâdet getirmek) İslâmın en birinci ve asgarî şartlarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık namaz kılmak ve zekât vermek emrolunurken iyilik etmek, iyi fiil ve hareketleri işlemek imanın ve İslam’ın ayrıca şartları olarak beyan buyurulmaktadır.

“İman edenlerin, iyi fiil ve harekette olanların, namaz kılanların, zekât veren­lerin ecri, mükâfatı onların Rabbi (olan Allah’ın) indindedir ve onlar için hiçbir korku ve hüzün, mahrumiyet yoktur.” (Bakare sûresi, 277 inci âyet-i kerîme). Allah’a ve Resulüne îmandan sonra, tam bir müslim olabilmek için, iyi fiil ve harekette, sâlih amelde olmak geliyor ve müteakiben namaz ve zekât zikrolunuyor. İslâm dini ferdi ve cemiyeti ve onların karşılıklı münasebetleri­ni ele alarak bu münasebetlerin iyi ve ihtilâfa...... mahal vermiyecek surette tan­zimine ve Müslümanların felâh ve saadete mazhar olmalarına azamî itina gösterir ye her iki tarafın, yekdiğerini mütekabilen itmam edici birer un­sur olduğunu idrak ve münasebetlerini ona göre tanzim etmeleri için emirler verir ve nehiyler, memnuiyetler vaz’ eder.

İslâm hukuku bunun en mükemmel bir tatbik sahası olmuştur. Cahıliyet devrinin veya feth olunan yerlerin İslâm ile te’lif kabul etmiyen müesseseleri ya kaldırılmış veya ıslah ve faideli bir hale ifrağ olunmuştur. Yeni hukukî müesseseler, münhasıran İslâm dininin bir neticesi ve gösterdiği lüzûmun bir ifadesi olarak ve hiçbir veçhile yabancı (Roma-Bizans ve İbrânî) hukuk sistemlerinin ve müesseselerinin tesiri altında, kalmaksızın vazedilmiştir. İslam dininin bu kendine mahsus ve müstakil varlığını kabul etmeyip onu bir insanın gördüğü, işittiği kitâbı ve hatta kitâbî olmıyan din müesseselerinden seçerek ortaya koyduğu ve kendisinden sonra geçen asırlar esnasında yabancı örfî ve hukukî telâkkilerin nüfuzu altında geliştirilmiş bir nevi dinî ıslahat mahiyetinde görmek isteyenler, İslâmın esaslarını zâhirî bir ilim kisvesi altında red ve cerh etmek için kasden garazkârane çalışanlardır. Fakat bu İslâm muarızları iddialarını isbat edememişler ve zan ve tah­minden ileri gidememişlerdir. İslâm hukukundaki müesseselerin yabancı hukuk müesseselerine bazı benzerlikler ihtiva etmesi, mümasil İçtimaî ihtiyaçların aynı hal yoluna sevk etmesinden ileri gelmiştir.

İslâm dini, aklın, mantıkin, doğru ve salim tefekkürün kabul edemiyeceği hiçbir şeyi ihtiva etmez. Hayatın, ilmin, felsefenin vaz ettiği en mühim, en esaslı ve en yüksek meseleleri, bitaraf ve munsifâne düşünen bir kimse ve bir ilim adamı için en tatmin edici bir surette cevaplandırır. Bundan dolayı İslâmiyet, bir neşir ve tamim vasıtası ve propaganda teşkilâtına sâhip ol­madığı halde âdeta kendiliğinden büyümekte, genişlemekte ve kuvvetlen­mektedir. Meşhur Alman şairi ve mütefekkiri Goethe, bunları etraflı bir surette tetkik ettikten sonra, Allah’ın şerik ve nazîri olmayan birliğine ve bunları tebliğ eden zâtın, Hazret-i Muhammed’in, Allah’ın resûlü olduğuna kimin îman etmiyeceğini soruyor. İman ikrarım, kelime-i şehâdeti ihtiva eden ezanın okunduğu vakit, Müslümanlar ruhlarında bir in­şirah ve huzur, gönülden gelen sağlam bir hürmet ve merbütiyetle Allah’a, mutlak ve tek Hâlık ve Sâhibe sarsılmaz bir bağlılığa ve çok kuvvetli bir ya­kınlık hissine mazhar olurlar. Mübârek ezan seslerini dinlemek ve ruhlarının gıdalandırmak için nice gayr-i müslimlerin minarelerin dibine gitikleri ve namaza daveti, Allah3m birliğinin ilânım, Hazret-i Muhammed’in Allah’ın resulü olduğunun teyidini nasıl huşu içinde dinledikleri görülmüştür. İslâm hakikaten tabiî, fıtrî olan yegâne dindir. Hurâfeye değil, en sağlam hakikat­lere dayanır. İslam dinini Peygamberimizin nasıl tebliğ ettiğini ve bu hu­sustaki bütün fiil ve hareketleriyle bu dini nasıl tatbik ettiğini İslâm âlimleri ve müctehitleri en mükemmel bir surette tetkik etmişler ve bu mesâile­rinin neticelerini çok mühim büyük eserlerine dere etmişlerdir. İslâmın zev­kine, inceliğine, sonsuz yükseldiğine ve derinliğine varanlara ne mutlu. Güneş gibi aydınlık, nurdan daha parlak bir iman kaynağı, hakikî gönül ve ruh iksiri olan din. Her türlü maddî ve manevî nimetleri ihsan buyuran, hastalıkta şi­fayı veren, sıkıntıda feraha kavuşturan, korku hallerinde kalbe güç ve kuvvet veren, hıfz ve siyânet, afv ve mağfiret buyuran ve akılları durduran hilkati yoktan var eden eşsiz, tek ve mutlak vahdaniyet olan Allah’ına, Hâlikına, Sâhibine, Sâni’ine, Hamisine karşı kulun sonsuz, bitmez ve tükenmez hamdini ve minnettarlığını arz ve eda etmesi kadar tabiî ne olabilir. Huşu’u ile, rükû’u ile, secdesiyle, tam âdâbı üzere, hakkiyle kılman, hem vücutle ve hem kalble eda edilen namaz, en yüksek mertebeye vâsıl olmuş bir ibâdet, bir “arz-ı ubûdiyet” ’tir. Bunun yanında sessiz, sedasız, tam bir hulûs ile, tam bir teslimiyetle ve maddî ihtiyaçlardan feragat ederek sırf Allah için, Allah’a ibadet için tutulan, ruh ve gönlü dolduran ve dolu gönülle açlığı unutturan oruç da ne ulvî bir ibadettir. Oruç yalnız fecrin ağarmasından güneşin batmasına kadar yemek, içmek, cinsî münasebet gibi her türlü maddî ihtiyaçlardan nefsi tutmaktan ibaret değildir. Bu feragati dile, göze, kulağa teşmil etmek, yalan söylememek, kimseyi iğfal etmemek, çekiştirmemek, başkalarına iftira etmemek, hakaret etmemek, kötü niyetle, şehvet gözü ile âleme bakmamak, yalan, yanlış’ sözlere kulak vermemek, nefsimize tam manasiyle hâkim olmak manevî orucumuzdur. Nefsimizi terbiye etmek için bundan güzel ve isabetli bir yol tasavvur edilemez. Oruç insanlar için en büyük bir ahlâk dersi ve ahlâk imtihanıdır.

Şüphesiz namazın ve orucun vücudumuza, sıhhatimize büyük faideleri vardır. Abdestini alıp günde beş vakit namazını kılan bir müslimin ruhu zenginleştiği kadar vücudu nasıl çevikleşir, zindeleşir ve temiz kalırsa oru­cunu, maddî ve mânevî şartlarına, dinin vaz ettiği esas ve kaidelere göre tutan bir kimsenin vücudu, mîdesi, karaciğeri, bağırsakları ve sair akşamı dinlenir, temizlenir, bir sürü mikroplardan ve sinsi hastalıklardan kurtulur ve mâneviyatına hâkim olan sinirleri sükûnete kavuşur. Bu sebeple tababette perhiz en mühim bir tedavi usulü olmuştur.

Ancak Allah’ın emirlerinin insanlar için daima iyi ve faideli olduğuna şüphe etmeksizin iman etmekle beraber, namazın ve orucun bu maddî faideleri için değil, her şeyden evvel Allah’ın bize bu husustaki emirlerini ifa etmek maksat ve gayesiyle eda edilmesi icabeder. Sırf beden terbiyesi olarak kılman namaz, her müslime farz olan namazm kılınması demek olmıyacağı gibi, vücudu muayyen hastalıklardan tedavi maksadiyle aç kalmak, oruç tutmak olamaz. Allah’ın emrini Allah’ın emri olarak ifa etmek ve ona göre namaza ve oruca niyet etmek lâzımdır, iman budur.

Kulun doğrudan doğruya Hâlikına bağlı olması, Hâlikına sığınması ve dileklerini Hâlikına arz etmesi ve dileklerinin ancak Hâlikı tarafından ka­bul ve is’afını niyaz etmesi İslâmın en büyük şiarıdır, îman bunu emreder. Ne görürsek, ne bilirsek hepsi Sâhibimizin irâdesi ile olmaktadır. Cenâb-ı Hak her şeye kadir ve mutlak irâdeye sâhibtir. Bununla beraber insanlar kendilerine terettüb eden vazifeleri ifa etmemekten mesuldürler. Bu, kendi cüz’î irademizin hesabıdır. Bilerek, bilmiyerek daima kusurlarımız oluyor, îmanımızın îkâzı ile bu hareketlerimizden nâdim oluyoruz. Hâlıkımızdan afv ve mağfiretine mazhar olmaklığımızı dua ediyoruz. Bu nedâmeti Cenâb-ı Hak mükâfatsız bırakmıyacağını va’d buyuruyor. Her halde namazım kılıp Sahibine iltica eden, oruçlu haliyle kusurlarım, hatâlarını, nisyanlarını, günahlarını göz önüne getiren ye Hâlikına nasıl hesap vereceğini düşünen bir kulun, nâdim olarak, kat’î tevbe etmesi ve Allah’ın büyük ve sonsuz mağfiretine sığınması, şüphesiz, Allah indinde mukâbelesiz kalmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îman edenler, sabr ederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyiniz, şüphesiz Allah’ın yardımı sabredenleredir” (Bakare suresi, 153 üncü âyet-i ke­rîme) buyuruluyor. Bu sabr’a oruç dahildir. Bu sebeple Ramazana, bir hadîs-i şerifte, “sabır ayı” denilmiştir.

Oruç tutanın uykusu da ibadet, sükûtu teşbih, ameli muzaaf, yani fiil ve hareketlerinin sevabı iki kat ve duası müstecab olduğu ne kadar isa­betli bir beyandır. (Mehmet Zihni, Kitâb-üs Savm, ikinci tab’ı, 1912, sahife 7).

İmanın kuvvetlenmesi, tam ve kâmil olması Allah’a, Allah’ın azame­tine, ulviyetine, kudretine, hudutsuz irâdesine îman etmekle, Allah’ın emir­lerini ifa etmekle ve men’ ettiklerinden kat’î olarak ictinab etmekle, namazını kılmak ve orucunu tutmakla, zekât ve hac farizalarını yerine getirmekle, Allah’ım daima diliyle ve kalbiyle zikretmekle ve Sâhibe kayıtsız ve şartsız bağlılığım bütün ruhu ile yaşamakla olur. İbâdetler insanları daima iyiliğe yaklaştırır ve fenalıklardan korur. Allahına sıkı bir surette bağlı, mü’min bir kimse işine, gücüne, rızkım namuslu bir surette kazanmağa ve âilesine, vatanına ve milletine tam bir sadakatle bağlı olmağa azamî gayretle çalışan en hayırlı bir insandır.

Cenâb-ı Hak biz Müslüman kullarım, Muhammed ümmetim bu îmana mazhar buyursun.

Oruç, açlık çekenlerin sıkıntılarım, açlığın ne demek olduğunu öğretir. Bu suretle açlara, yoksullara yardım lüzûmunu, merhameti, teâvünü ve tesânüdü sarsılmaz bir İçtimaî kaide ve zaruret olarak anlatır.

İnşaallah idrak edeceğimiz mübarek Ramazan bütün mü’min ve müslim kardeşlerimize mübarek olsun.