Makale

İSLAMDA HAKLAR-ÖZGÜRLÜKLER VE ÖDEVLERİ

İSLAMDA
HAKLAR-ÖZGÜRLÜKLER VE ÖDEVLERİ*

Yazan: Cemaleddin ATİYYE**

Tercüme: Doç. Dr. Musa K. YILMAZ***

GİRİŞ

Bu araştırmanın amacı, İslama göre insan haklarının genel bir çerçevesini çizmek ve İslamın insan haklan konusunda izlediği metodu tespit etmektir. Bu makalede, her türlü hak kavramını anlatmak suretiyle, nazariyattaki insan haklan ile pratikteki insan haklarını ayrı ayrı göstermeye çalışacağız. Ancak bu makalenin amacı, pratikteki insan hakları sorununa çözüm getirmekten ziyade nazari olarak bu hakların varlığını ve derecesini tespit etmektir.

İslam fıkıh kitaplarının herhangi bir babında insan haklarıyla ilgili bir bölüm bulamazsınız. Esasen İslam hukuku, her hakkı, ilgili fıkıh babında ele almış pratik hayatta sorunun çözüm yolunu göstermiştir. Bu hakların insan hayatına tatbik edilmesi, kuşkusuz İslam hukukunun ana maksatlarından birisidir. Bu itibarla İslam hukuku kuru ve içi boş sloganlarla savaşmış ve onları reddetmiştir. Başka bir deyimle, tatbiki mümkün olmayan nazari

ve lafta kalan hakları ve söylentileri kınamıştır. "Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah yanında en sevilmeyen şeydir"1 ayeti bu hususu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim mütaaddit yerde imanla amel-i salihi bir arada zikretmiştir. Rasulüllah (s.a.v) da faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır.2

Hâsılı İslâm hukuku, her hususta hükmün tatbik edilebilirliğini esas alan bir metod benimsemiştir. İnsan haklarıyla ilgili İslami hükümler fıkıh kitaplarında dağınık olarak bulunmakla birlikte, hakların genel çerçevesini oluşturan esasların usul, kitaplarında üç konuda ele alındığını görmekteyiz. Genel haklar, isteğe bağlı hükümler ve zorunlu hükümler... Genel haklar bölümü hukukun temellerini oluştururken, isteğe bağlı hükümler özgürlüklerin temellerini oluşturmaktadır. Zorunlu hükümler ise İslam hukukunun

önemle üzerinde durduğu temel ödevleri içermektedir. O halde konuyu,

İslamda haklar,

İslamda Özgürlükler ve

İslamda ödevler başlıkları altında incelemek mümkündür.

I- İSLAMDA HAKLAR:

Arab luğatı ve fukaha örfüne göre insanı Allah’a ya da başka insanlara karşı sorumlu hale getiren ve şeriatte sabit olan şeylere "HAK" denir. Hakkın dört rüknü vardır:

Birincisi sabit olan şey: Bir şeyin hak olabilmesi için öncelikle sabit olması gerekir. Bu sabit nesne bazen bir mal olabilir, satılmış malın parası gibi. Bazen bir menfaat olur, kiralanan evde oturmak gibi. Bazen de bir iş olur, bütün nevileriyle ibadetleri ve hadleri yerine getirmek ve satılmış malı teslim etmek gibi. Bazen de sabit olan bu şey, bir işi yapmamak şeklinde olabilir. Kadının izinsiz olarak kimseyi kocasının evine almaması gibi. Her insanın günah işlememekle olan yükümlülüğü de buna örnek teşkil edebilir. Bazen de bu sabit şey başka bir vasıfta olabilir. Yönetimde şûra ve küçüklere velayet konulan buna örnek olabilir.

İkincisi, hak sahibi: Hak sahibi insan olabileceği gibi Allah (c.c.) da olabilir.

(*) Bu makale, 1987 yılında Tahran’da toplanan İnsan Hakları Sempozyumuna tebliğ olarak sunulmuş ve Arapça kaleme alınmıştır. Tebliğler "Hukuku’l-İnsani fi’l-İslâm" adıyla, 1987 yılında kitap halinde Tahran’da basılmıştır.

(**) Lüxemburg Üniv. Öğr. Üyesi

(***) Harran Üniv. İlahiyat Fak.

Üçüncüsü, üzerinde hak bulunan kişi: Buna mükellef (yükümlü) de demek mümkündür. Mükellef ya muayyen bir kişi olur, kan kocanın birbirleri üzerindeki hakları gibi. Ya da bir topluluk olur, devlet başkanının halk üzerindeki hakları gibi. Bütün insanlar bu iki hakka saygı göstermek mecburiyetindedirler.

Dördüncüsü ise hakkın meşruiyetidir: Bu rükünden maksad, kanun koyucunun bu hakkı hak olarak kabul etmiş olması ve bunu engellememiş olmasıdır.

Haklar bu temellere göre değişik kısımlara ayrılabilirler:

A- MAHREÇLERİNE (ÇIKTIKLARI YERE) GÖRE HAKKIN KISIMLARI:

Haklar, mahalleri itibariyle iki kısma ayrılırlar. Somut haklar ve soyut haklar. Bunları ayn ayrı inceleyelim:

1) SOMUT HAKLAR:

Hissen idrak edilebilen haklara somut- haklar diyoruz. Bunlar ya mali haklar olur; bir nesnenin, bir menfaatin mülkiyeti ve rehin edilen bir malın saklanması gibi. Ya da mali olmaz, Talak (boşama), kısas, babanın evlat üzerindeki babalık hakkı, evladın babaya mensubiyet hakkı, yaşama ve eşitlik hakları ve diğer haklar gibi.

Mali olan haklar ivaz (bedel) kabul eder ve miras olarak bırakılabilirler. Mali olmayan haklar ise bazen mal karşılığında ivaz kabul eder. Kısas ve talak hakkı gibi. Bazen de kabul etmez, evlatlık ve velayet hakkı gibi.

2) SOYUT HAKLAR:

Bu tür haklar, herhangi bir yer ya da şahsa bağlı olmayan haklardır. Şufa hakkı, emeklilik hakkı, yemin etme veya ettirme hakkı, şûra hakkı gibi siyasi haklar, kamu hizmetinde çalışma hakkı, telif ve icad gibi düşünsel haklar v.s.

İlk fakihler, soyut hakları mal olarak kabul etmemişlerdir. Onlar bu haklan saklanabilen ve insanlar arasında kiymetlendirilebilen yani maddi olan eşya ile kıyaslayamıyorlardı. Müteahhir hanefiler de ivaz karşılığında görevden ayrılmanın caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre soyut hakları da, mali olan ve olmayan şeklinde iki kısma ayırmak mümkündür. Ancak mali olmayan hakkın ne ivazı olur, ne de veraset yoluyla başkasına geçmesi mümkün olur. es-Senhuri’ye göre soyut haklar bölümünde mütalaa edilebilecek bir tek hak vardır, o da irtifak hakkıdır. Su içmek, su akıntısı, kanal ve komşuluk haklarıyla ilgili irtifak hakları gibi. .

B- TÜRÜ VE MİKTARINA GÖRE HAKLAR:

Türü Ve miktarı itibariyle belli olan ve olmayan (mutlak ve mukayyed) olmalc üzere haklar yine iki kısma ayrılır.

1) Türü ve miktarı belli olan haklar: Bu tür haklar tefsir ve yoruma muhtaç değildir. Ramazan ayında oruç tutmak ve satılan malın bedelinin ödenmesi gibi.

2) Türü ve miktarı belli olmayan (Mutlak) haklar: Bu tür haklar, takdir edilebilmesi açısından bir asla muhtaçtırlar. Bu asi ise, her toplumda bulunabilen vasat akıl sahipleridir. Kur’an-ı Kerim bu konudaki örfün ne kadar önemli olduğunu bir çok ayetle belirtmiştir. (Bkz. Bakara, 231, 233, Maide, 89, Araf, 199) Memleketin en çok yenilen gıdasından alının fıtır sadakası, zevcenin örfe uygun nafakası ve boşanmış kadına verilen müt’a... bütün bunlar türü ve miktarı belli olmayan fakat örf esasına göre tespit edilen haklara örnek gösterilebilirler.

C- HAK SAHİBİ AÇISINDAN HAKKIN KISIMLARI:

1) ALLAH HAKKI:

Allah hakkından maksat kamu hakkıdır. Büyüklüğü ve şerefi göz önünde bulundurularak "Hukukullah" diye adlandırılmıştır. Nitekim, haklarını koruyamayanların ve bakıcısız çocukların hakları da hukukullah içinde mütalaa edilir. Ancak bazı İslâm âlimleri hak sahibi açısından hakkı dört kısma ayırmışlardır:

a) Sadece Allah hakkı,

b) Sadece kul hakkı,

c) Allah hakkı galip olmak üzere hem Allah hem de kul hakkı. (Hadd-i kazif gibi)

d) Kul hakkı galip olmak üzere hem kul hakkı hem Allah hakkı. (Kısas hakkı gibi)

Dikkat edilirse üçüncü ve dördüncü kısımlarda hem kul hakkı hem de Allah hakkı vardır. Bu iki kısma bir nevi "müşterek hak" demek de mümkündür. İnsanın kendi hayatını, sağlığını ve aklî dengesini koruması, malını telef olmaktan ya da meşru olmayan bir yerde harcamaktan koruması, bir yönüyle Allah’ın hakkı iken bir yönüyle de kul hakkıdır. Allah’ın hakkıdır, çünkü hayatın ve dünyanın temeli olan böyle nimetleri korumak Allah’ın hakkıdır. Bir yönüyle de insanın hakkıdır, çünkü söz konusu olan haklar insanın kendi malı, hayatı ve sağlığıdır. Bey’at hakkı, şûra hakkı gibi siyasi haklar bu kabil hak- tandır. Yani bir yönüyle Allah hakkı, diğer yönüyle kul hakkıdır.

Müşterek olan haklarda kural olarak galip olan vasfa bakılır. Eğer Allah hakkı galip ise, insanın o hakkı ıskat etmesi (düşürmesi, o haktan vazgeçmesi) veya o hakta istediği gibi tasarruf etmesi caiz değildir. Bu yüzdendir ki, insan kendi öz hayatına ya da sağlığına kıyamaz. Malını sebepsiz ve boş yere israf edemez.

Bazı âlimler, "Allah her zaman ve her hususta hak sahibidir. Çünkü insanlara yapılabilecek her türlü teklif Allah’ın hakkıdır." düşüncesinden hareketle "sadece kul hakkı" şeklindeki bir deyimin kullanılmasını uygun bulmamışlardır. Bazı âlimler de, "Her şer’i hükümde mutlaka kulların maslahatı gözetilmiştir." düşüncesinden hareketle"sadece Allah hakkı" şeklindeki kavramın kullanılmasını doğru bulmamışlardır. Şimdi Allah hakkı ile kul hakkım ayrı ayrı inceleyelim:

ALLAH HAKKI:

* Allah hakkı dediğimiz zaman ilk akla gelen şey, Allah’ı tazim ve teşbih etmek ve ona yakınlaşmak amacıyla yapılan farz ibadetlerdir. Namaz, oruç ve zekat gibi.

* Bir tek şahsın değil umum toplumun maslahatına terettüp eden ve toplumu korumak amacıyla yapılan işlerde Allah hukukuna dahildir.

* Kendilerini korumaktan aciz olanları koruma hakkı da Allah’ın hakkındandır.

Bununla birlikte Hanefiler Allah hukukunu sekiz kısma ayırmışlardır:

1) İbadetler: Namaz, oruç ve zekat gibi İslamın temellerini oluşturan farzlar Allah’ın hakkından olduğu gibi, ibadetlerin temelini oluşturan iman ve İslam da Allah’ın hakkıdır. Zira ibadetlerin amacı dinin ayakta durmasıdır. Dinin ayakta durması ise İslam toplumunun ayakta durmasının temel şartıdır.

2) Tam olan Hadler: Zina yapan, hırsızlık yapan, yol kesen ve içki içenlere uygulanan hadler, toplumun varlığını korumak amacıyla uygulanırlar. Bu itibarla adı geçen tam hadler Allah’ın hukukundandır.

3) Tam olmayan Hadler: Katilin mirastan menedilmesi bir cezadır, fakat bu ceza tam değil, eksiktir. Çünkü bu ceza katile olumlu anlamda bir eziyet sayılmadığı gibi maktule de faydası yoktur.

4) İbadetle ceza arasında olan haklar: Ramazanda bilerek orucunu bozana, hataen öldürene ve yeminini bozanlara uygulanan keffaret ve diyet cezalan bu kabildendir.

Keffaretler bir yönüyle ibadete girer, çünkü keffaret oruç, sadaka ve köle azat etmek gibi ibadet türüyle ödenmektedir. Bir yönüyle de cezadır, çünkü masiyete terettüp ediyor. Bu yüzdendir ki, "KEFFARET" yani günahı örten, ismiyle ismlendirilmiştir.

5) Kût (yiyecek) manasını içeren ibadetlerle ilgili haklar: Fıtır sadakası bu türe örnek gösterilebilir. Çünkü fakirlere sadaka vermek suretiyle Allah’a yaklaşılabiliyor. Fıtır sadakası bir yönüyle de nafakadır, çünkü nefis vergisi hükmündedir.

6) İbadet manasında olan Kütla ilgili haklar: Öşür buna örnek olabilir. Çünkü öşür bir yönüyle kuttur. Zira öşür arazisinin bir vergisi mahiyetindedir. Öşürde ibadet manası da vardır, çünkü öşür yerden çıkan mahsulün zekatı olduğu gibi, zekatın verildiği yerlere de verilebilmektedir.

7) Ceza manasında olan Kutla ilgili haklar: Haraç buna örnek teşkil edebilir. Haraç, bir bakıma haraca tabi arazilerin vergisidir, bir bakıma da cezadır. Zira gayr-i müslimlerin elinde bırakılan tarımsal arazilerden alınan bir vergidir.

8) Kendi kendisiyle kaim olan Allah hakları: Ganimetlerden ve yeraltından çıkarılan madenlerden alınan hümüs (beşte bir) buna örnek olabilir. Hümüs kendi zatiyla kaim olan bir haktır. Çünkü hümüs, onu ödeyecek şahsın zimmetine bağlı değildir. Allah ganimetlerin dört hümüsünü ganimet sahiplerine, bir hümüsünü de umumi ya da hususi maslahatlara tahsis etmiştir. Keza definenin dört hümsü defineyi bulanlara, bir hümsü de umumi maslahatlara tahsis edilmiştir.

Hanefilerin "kamu hakları” anlamındaki Allah haklarını böyle sekiz bölüme ayırması, "Hukukullah" mefhumunu kavram yönünden daraltmaktadır. Esasen kamu hukuku bu sayılan sekiz bölümlük haktan çok daha geniştir. Çünkü kamu hukuku, hayatın gelişmesi ve muhtelif toplum kesimlerinin beklentileri doğrultusunda değişebilmektedir. Başka bir deyimle, umumi maslahatın gerektirdiği bir çok yeni hak olabilir. Kaldı ki, bu sekiz bölümlük Allah hukuku, kendisini korumaktan aciz olan sahipsiz küçüklerin ve zayıf kimsesizlerin haklarını kapsamamaktadır. Oysa bunlar da Allah hukukundandır.

Şeyhü’l-İslam İbni Teymiye’nin hukukullah’la ilgili tarifi daha kapsamlı ve geniştir. İbn-i Teymiye, "Allah insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder"3 ayetini tefsir ederken şöyle der:

"İnsanlar arasında hüküm ya hadlerle olur ya da hukukta olur. Bunlar belli bir kavme ait olmayan hadler ve haklardır. Bu hadlerin ve hakların menfaati belli bir gruba değil tüm müslamanlara aittir. Başka bir deyimle, tüm müslümanlar bunlara muhtaçtırlar. Bunlara "hukukullah ve hududullah" demek mümkündür."

Yol kesen, zina eden ve hırsızlık yapanlara uygulanan hadler bu kabildendir. Devlete ait mallar, vakıflar ve belli bir şahsa yapılmayan vasiyetler de bu bapta mütalaa edilebilir.

Hem Allah hakkı hem de kul hakkının bulunduğu fakat Allah hakkının galip olduğu haklar da buna ilave edilebilir. Kazif haddi gibi. Kazif haddi genel ahlâkı, karşılıklı vuruşmayı ve namusları koruduğu yönüyle hukukullaha girerken, namuslu bir kadının şerefini kurtardığı ve onu kötülüklerden koruduğu yönüyle de kul hakkına girer. Bununla birlikte burada Allah hukuku galiptir.

KUL HAKKI (HUKUK-U İBAD):

Bir ya da bir kaç kişinin maslahatının terettüp ettiği haklara "hukuk-u ibad" (Kul hakkı) denir. Her insanın kendi evinde, işinde ve eşinde bulunan hakkı buna örnek gösterilebilir. Bu haklara "hususi haklar" da denir. Bu itibarla sadece hak sahibi, (başkası değil), bu haklarda tasarruf etme, hakkı talep etme ve hakkı ıskat etme yetkisine sahiptir.

Kul hakkının en bariz örneklerinden birisi diyettir. Diyet, kan sahibinin rızası olduğu takdirde kısasın yerine geçen bir haktır. Diyet, hataen öldürmelerde ve kısasın imkansız olduğu yerlerde vacip olur. Daman (tazminat) da hususi hakların örneklerindendir. İster akde bağlı tazminat olsun, ister fiili tazminat olsun fark etmez. Akde bağlı tazminat sözleşmeden doğan bir sorumluluğun neticesidir. Borç sahibinin borcunu istemesi buna bir örnektir. Fiili tazminat ise, mal hususunda görülen ihmalden doğan bir sorumluluk türüdür. Bir malı gasbetmek, bozmak ya da yok etmek gibi durumlarda ortaya çıkan sorumluluklar buna örnek gösterilebilir. Böyle durumlarda gasbeden kimse, gasbettiği malın aynını ya da kıymetini ödemekle yükümlüdür. Malı bozan ya da yok eden kimse de, bozulan veya yok edilen malın benzerini veya kıymetini ödemekle yükümlüdür.

Kısas gibi, kul hakkının galip olduğu ve iki hakkın bir araya geldiği hususlar da burada zikredilebilir. Bilindiği gibi kısas kul hakkından sayılır. Çünkü kısas, hayatları konusunda insanlara güvence verdiği açıdan umumi bir maslahatı yerine getirmektedir. Ama maktulun sahiplerini rahatlattığı, öfkelerini söndürdüğü ve katile karşı olan kinlerini yok ettiği gerekçesiyle hususi bir maslahatı gerçekleştirmektedir. Bu ikinci husus daha galip olduğu için kısas kul hakkı kabul edilmiştir.

Burada bir soru sorulabilir:

Özel malların korunmasından toplum da istifade etmektedir. Bu duruma göre insanların malları da amme hukukundan sayılamaz mı?

Her şeyden evvel, bizim burada "insan hakkı-kul hakkı" deyiminden maksadımız, temelde insana ait olan haklardır. Dolayısıyla, bazı insan haklarında bir nevi amme hukukunun bulunması, o kuralı bozmaz. Bu yüzdendir ki, harp hali, kıtlık zamanı, bulaşıcı hastalık ve tabii afetler gibi durumlarda temelde insanlara ait olan haklarda bazı amme haklan da doğmaktadır. Örneğin, böyle durumlarda insanlar tek başlarına mallarını tüketemezler. Şu halde hak sahibinin o hakka özel sahipliği tam anlamda bir sahiplik değildir. Nitekim insan kendi hakkını sınırsız bir şekilde kullanma yetkisine sahip değildir. Yani o hak sahibinin diğer insanlarla, ortak olan bir hakkı vardır. Bu da iki türlü olur:

Birincisi, bir şahsın, kendisine ait olan bir hakta tasarruf yetkisi, başkalarının o tasarruftan zarar görmemesi şartına bağlıdır. Bu yüzden, bir hakkın kullanılmasından zarar gören bir cemaat, o hakkın kullanılmasına engel olabilir. Örneğin, yolun ortasına ağaç dikmek isteyen ya da bina yapan bir kimse, böyle bir hakka sahip değildir. Cumhur-u fukahaya göre, bir mülk sahibi, mülkünü kullanmaktan dolayı açık bir şekilde komşusuna zarar verirse o hakkı kullanmaktan men edilir. Şu halde hak sahibi hakkını kullanırken, kullanım sonucundan çıkacak zararları göz önünde bulundurmalıdır. Meselâ bir hak sahibi, komşusuna zarar vermek amacıyla ya da bilinmeyen bir kullanım tarzıyla, ya da komşusuna vereceği zarar kendisine sağlayacağı faydadan çok olması halinde, yahut gayr-i meşru bir amaç için hakkını kullanamaz.

İkincisi, Allah taala hak sahibine özel olmak üzere o hakta kişisel bir menfaat koyduğu gibi, amme için de bir maslahat koymuştur. Çünkü bir kişiye ait olan bir mal, nihayet ümmetin umumi servetinin bir bölümüdür. Bu yüzden kişi malını yok etmek ya da israf etmekten menedilmiştir. Zira mal sahibi kendi zararını düşünmezse bile ammenin zararını düşünmek mecburiyetindedir. Kaldı ki, Allah o maldan kamu için de bir pay ayırmıştır. Zekat, öşür, haraç, keffaret ve âdil vergiler bu açıdan düşünülmelidir. İhtikar yapmanın, fiyatları yükseltmenin yasaklanmış olması da bu konuya ışık tutmaktadır. Kur’an’ın "Allah’ın, sizi , başına diktiği mallarınızı aklı ermezlere vermeyiniz."4, "Saçıp savurma"5 "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte onlara, acı bir azabı müjdele."6 gibi ayetleri yukarıdaki kurala işaret eder.

Rasulüllah (s.a.v) de "Yanında fazla güç (silah ve mühimmat) olan kimse, o fazlasını gücü olmayana versin. Yanında fazla kûtu (yiyecek-giyecek) olan da bu fazlasını kûtu olmayana versin" 7 buyurarak malın ziyan edilmemesi gerektiğini bildirmiştir. Görülüyor ki, hususi haklar içinde de bir yönüyle amme hukuku bulunmaktadır.

HUKUKULLAHIN ÖZELLİKLERİ:

1) Allah’a ait olan bir hak, afla, barışla yahut ibra ile sakıt olmaz.

2) Bütün insanlar özellikle de müslümanları yöneten idareciler bu hakları korumak mecburiyetindedirler. Emr-i bi’l- maruf ve nehy-i an’il-münker esasına dayanan hisbe teşkilatı, hukukullahı korumak amacıyla kurulmuş bir teşkilattır. Buna göre herkes amme hukukunu ihlal eden herhangi bir kimseyi adli mercilere bildirmek ve olay konusunda şahitlik yapmakla mükelleftir. Şahitlik kendisinden istenmezse bile amme hukukunu korumak için şahitlik yapmak mecburiyeti vardır.

3) Amme hukukunu ihlal sonucu terettüp eden cezaları uygulamak imama ait bir iştir. Fertler hakkını almak için kişisel davranışlarda bulunamazlar.

4) Hukukullahın aleyhinde aynı türden birden fazla cinayen taaddüt ederse ceza taaddüt etmez. Şayet cinayetler ayrı türden olur fakat bu cinayetlerden biri kati değilse cinayet sayısınca ceza da taaddüt eder. Örneğin bekar olan birisi zina eder, içki içer ve hırsızlık yaparsa, üç had kendisine uygulanır. Ama eğer suçlardan birisi katli gerektiriyorsa, katlin dışındaki cezalar kendiliğinden düşmüş olacağından cezaların taaddüt etmesi söz konusu olmaz.

5) Amme hukukunda veraset olmaz. Örneğin cani öldüğü zaman varisleri onun yerine cezalandırılmaz. Hak sahibi ölürse caniyi cezalandırma yetkisi imama geçer; hak sahiplerinin varislerine intikal etmez.

6) Allah hukuku müsamaha üzerine kurulmuştur. Çünkü Allah’ın zatına bir zararın dokunması söz konusu değildir. Bu yüzden zina yaptığını itiraf eden bir kimse ikrarından dönerse had cezası tatbik edilmez. Kul hakkı böyle değildir. Bir insanın borcunu ikrar eden bir kimse sözünden cayarsa kabul edilmez. Kullar, hakkın kaybolmasından zarar gördükleri için hakları konusunda müsamaha söz konusu değildir. Bir insan fıtır sadakasını ödemekten aciz olursa kazası gerekmez. Hatta eğer sonradan zengin bile olsa ödemek zorunda değildir.

HUKUK-U İBADIN ÖZELLİKLERİ:

1) Şahıs hukukunda af, barış veya ibra caizdir. Bununla birlikte düşürülmesi asla caiz olmayan özel haklar da vardır. Bunlar bir yönden hukukullahtan sayılırlar. İnsanın malını telef olmaktan koruyan sirkat haddi ve faiz yasağı, insan neslini israftan koruyan zina yasağı, insanın ırz ve namusunu koruyan kazif haddi ve insanın nefsi ile azalarını ölüme ve kesilmeye karşı koruyan kati yasağı gibi hükümler bu noktadan değerlendirilmelidir. Eğer insan bu yasaklarla ilgili olarak hakkının düşürülmesine rıza gösterirse görüşüne itibar edilmez. Mesela evinden kıymetli bir malı çalınan bir kimse, malını onu çalan adama bağışlayabilir. Fakat had cezasının o adama tatbikini engelleyemez. Allah hakkının

galip olduğu müşterek haklarda da durum böyledir. Örneğin kazif olayında haddin düşürülmesi söz konusu değildir. Ama şahıs hakkı galip olan kısas gibi hükümlerde fert isterse hakkını iskat edebilir.

2) Hususi hakların yerine getirilmesi hak sahibi ya da onun velisinin iznine bağlıdır. Maslahat sahibinin izni olmadan davamın ortadan kaldırılması da caiz değildir.

3) Hususi haklara terettüp eden cezalarda tedahül olmaz. Yani suç taaddüt ettikçe ceza da teaddüt eder.

4) Hususi haklarda veraset söz konusu olduğu halde, câni açısından söz konusu olmaz. Burada temel kural kul hakkının bir kısmının veraset yoluyla başkasına geçtiği, bir kısmını, ise geçmediğidir. İmam el- Karafî bu konuda şöyle der:

"Kişinin malına ya da ırzına taalluk eden haklar verasetle varislere intikal eder. Ama kişinin nefsi, aklı veya iradesiyle ilgili haklar varislere intikal etmez. Bu itibarla alıcı ile satıcı arasında şart koşulan "hiyar" varislere intikal etmediği gibi, şahsın makam ya da velayetlerinden herhangi biri de intikal etmez. Mal olmadıkları halde malî haklar gibi verasetle intikal eden iki durum daha vardır. Bunlardan biri kazif haddi, diğeri göz ve aza kısasıdır. Bunlar malî hak olmadıkları halde, vârisin öfke ve kinini dindirmek ve ırzını temize çıkarmak amacıyla vârise intikal ederler."

D- İLGİ ALANLARINA GÖRE HAKLAR:

Haklar ilgili oldukları yere göre iki kısma ayrılmaktadır;

1) AYNÎ HAKLAR:

Bir insanın herhangi bir şeyde hak sahibi olması ayne (nesneye) taallûk eden bir haktır. İnsanın kendi evinin mülkiyet hakkına sahip olması, alacaklının rehin edilen malda hak sahibi olması, ekinin belli bir su kanalından sulama hakkına sahip olması, Allah’ın zekat mallarında hak sahibi olması, babanın evlatları üzerinde velayet hakkına sahip olması, annenin kendi çocuğunu büyütme ve besleme hakkına sahip olması... Bütün bunlar bir nesneye (ayne) taalluk eden haklardır. Yani bu haklar başka şahsa bağlı olmadan sahibine âittirler.

2) ZİMMETTE SABİT OLAN HAKLAR:

Bir insanın başka bir insanda bir hakkı örneğin bir alacağı varsa, birisi hak sahibi veya alacaklı, diğeri ise mükellef veya borçlu durumuna düşer. Zimmette sabit olan bir hak ya mali bir borç olur, ya da olmaz. Bu da bir iş ya da bir menfaat olur. Bina yapmak, elbise dikmek bir iştir. Ev kiralamak, hizmetçi tutmak ve karı koca arasındaki muamele bir menfaattir. Zimmette sabit olan bir hak bazen bir işi yapmamak şeklinde de olabilir. Kadının, kocasının izni olmadan evine kimseyi almaması, bir arsanın satışı esnasında, üzerinde yapılacak binanın belli bir yüksekliğin dışına çıkılmaması şartının koşulması gibi hususlar zimmete taalluk eden haklardır.

Zimmete taalluk eden haklar hususunda mükellefe düşen görev, bu hakları eda etmektir. Bu eda biçimi, namaz kılmak şeklinde olumlu olabileceği gibi, içki içmemek şeklinde olumsuz da olabilir. Edanın vucubu, bazen mükellefin kendi şahsına bazen de onun vekiline taalluk edebilir. Zengin olan çocuk ve mecnunla ilgili hükümlerde olduğu gibi. Burada haklan ödemekle yükümlü olan çocuk ya da mecnunun velileridir.

ZİMMET NEDİR?

Zimmet insana vacup olan hakların mahallidir. Zimmet vucup yönünden değişiklik arz etmez. Fakat insanın malî ve aklî gücü itibariyle edânın vucubiyeti açısından değişiklik arz eder. Keza edâya muktedir olanların tabiatlarına göre de değişiklik arz eder. Bazı insanlar haklarını tam ve zamanında öderken, bazıları muktedir olduğu halde zamanında ödemez, geciktirir. Bazıları da hiç ödememek ister.

AYNİ HAKLARLA BORÇLARIN ÖZELLİKLERİ:

1) Borç edâ hususunda borçlunun vasıtalığına muhtaçtır. Bu yüzden borcu borçludan istemek söz konusudur. Ayne taalluk eden haklar ise aynın kendisiyle alâkalı oldukları için vasıta olmak ve istemek gibi durumlara muhtaç değildir.

2) Ayni olan bir hak, hangi elde olursa olsun ayna (nesneye) tabidir. Zimmete taalluk eden haklar ise şahsın zimmetine tabidir. Örneğin bir adam bir at sattığı zaman, o atın başka birinin hakkı olduğu ortaya çıkar, fakat satın alan şahıs o atı satarsa atın ilk sahibi ikinci müşteri hakkında dava açabilir. Mülkiyet hakkı aynın kendisine taalluk ettiği için at hangi elde olursa dava o şahısla ilgili olur. Gasbeden bir adamdan gasbeden bir adamın (hırsızın hırsızı gibi) durumu da aynıdır. Burada mal sahibi ikinci gasbeden adamdan şikayetçi olabilir. Zira hak konusu olan mal onun elindedir.

3) Borçta vade, takas ya da ibra söz konusu olabilir. Ama aynî haklarda bunlar söz konusu olmaz.

4) İki hak bir yerde içtima ettiklerinde öncelik ayni olan hakka verilir. Örneğin, bir borçlunun atı rehin olarak alacaklının yanında olursa, alacaklı, borçlunun iflası ya da ölümü halinde, atı satmak suretiyle alacağını tahsil etmek hususunda diğer alacaklılara göre bir önceliğe sahiptir. Ama zimmete taalluk eden bir hak (borç) hususunda alacaklılardan hiçbiri diğerine göre bir önceliğe sahip değildir. Örneğin, üç adamın bir şahısta alacakları varsa ve borçlunun bu üç şahıstan herhangi biri nezdinde bırakılmış bir rehinesi yoksa, borçlunun iflası ya da ölmesi halinde hiçbir alacaklı öncelik hakkına sahip olmaz. Üçü de borçlunun malını alacaklarına göre bölüşürler.

5) Borç güvence altına alınabilir. Bu da ya kefâlet ya da rehin yoluyla mümkündür. Aynî haklarda ise, aynın telef olması halinde, sadece tazminat söz konusudur. Gasp edilen bir malın telef olması halinde tazminatın gerekmesi gibi.

6) Ayni haklar helâk olabilir, borçlar ise helâk olmaz.

7) Ayni olan bir hak eğer bir sözleşmeden doğuyorsa, mebîin helâk olması halinde sözleşme geçersiz olur. Yani, eğer mebî (satılığa konu olan mal) müşteriye teslim edilmeden helâk olursa sözleşme geçersiz olur. Zimmette sabit olan haklar ise böyle değildir. Örneğin selem akdinde mal helâk olursa sözleşme bakidir ve satıcı müşteriye yeni bir mal bulmak zorundadır.

Bir hak ayne (nesneye) bağlı olunca, aynın helâk olmasıyla hak da helâk olur. Örneğin kâtil kendiliğinden öldüğü zaman kısas düşer. Keza zekâta konu olan mal helâk olursa hanefilere göre zekât da sâkıt olur. Bu durumda zekâtı ödeme imkânına sahip olsa bile ödememesi bir kusur teşkil etmez.

8) Bazen aynî bir hak şahsî (zimmete bağlı) bir hakka dönüşebilir. Örneğin bir insan bir otomobili gasbedip tarhip ettiği zaman, otomobil sahibi tahripten evvel otomobilin aynında hak sahibi iken, tahripten sonra otomobilin kiymetinde hak sahibi olur. Bu kiymet de gasbedenin zimmetinde sabit olan bir haktır. Şafiilere göre ödeme imkânına sahip olduğu halde zamanında zekâtını ödemeyen bir şahıs zekât malının helâkinden sorumludur.

9) Bazen de şahsî haklar aynî hakka dönüşebilir. Örneğin bir insan üzerinde bir borç olduğu halde ölmesiyle borç terikeye intikal eder.

E- DİNÎ VE KAZAÎ AÇIDAN HUKUKUN KISIMLARI:

Dinî olan hak, şerî bir hükümle sâbit olduğu halde mahkeme önünde ispat edilemeyen bir haktır. Kazai haklar ise, şeri bir hükümle sabit olmakla birlikte mahkeme önünde de ispat edilebilen haklardır.

1) DİNİ HAKLARIN MİSALLERİ:

a) Kocanın karısını yanlışlıkla boşaması buna örnek gösterilebilir. Hakim zahire bakarak kadının boşanmış olduğuna hükmeder, oysa adanı gerçekte karısını boşamamıştır.

b) Yalancı bir şahidin şahitliği ya da bir yemin sonucunda hakim Ali’ye ait olan bir hakkı Veli’ye hükmedebilir. Gerçekle ise ve dinî olarak bu hak Veli’nin değil Ali’nindir. Ama bu hakkın Veli’ye ait olmadığı mahkeme önünde ispat edilemez.

c) Edası için mahkemenin hükmü gerekmeyen bütün ibadetler ve dinî haklardandır. Namaz, oruç, hac, nezir ve keffaret gibi. Her ne kadar hâkim bu ibadetleri terkedenle- ri tediben cezalandırsa da o ibadetlerin edası için hâkimin kararı gerekmiz.

d) Fakirler için vakfedilen vakıflar da dinî haklardandır. Keza "diyaneten vaciptir" hükmünü alan tüm haklar da dinîdir.

2) KAZAİ HAKLARIN MİSALLERİ:

Hâkimin önünde isbat edilebilmesi için engel bulunmayan tüm kişi hakları kazâî haklardır. Kazâî hakkın en belirgin özelliği, istemekle elde edilmesi mümkün olmadığı takdirde mahkemeye başvurmak suretiyle elde edilebilmesidir. Otomobili gasbedilen bir kimsenin, bazı delillerle otomobili gas- beden aleyhine dava açması gibi.

II- İSLAMDA ÖZGÜRLÜKLER:

Usulcüler "şerî hükmü" şöyle tarif etmişlerdir: "Şerî hüküm, mükelleflerin fiillerine taalluk eden zorunlu, isteğe bağlı yahut yapmamak şeklindeki Allah’ın hitabıdır."

İsteğe bağlı olan hükümler, başka bir ifadeyle "mübah", mükellefin özgürlüğüyle ilgili olan hükümleri oluşturur. Mükellef, mubah ile bir şeyi yapmak ya da yapmamak arasında serbest olur. Bu fiillere mubah denir.

İslam hukukunda genel prensip şudur: Nassın vârid olmadığı eşyada asıl olan mübahlıktır. "Deki, bana vahyolunan- da (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum." 8 âyeti ve "Allah Taala’nın kitabında helâl kıldığı şeyler helâl, haram kıldığı şeyler de haram, sükût ettiği şeyler ise affedilmiştir caizdir " 9. hadisi eşyadaki asıl hükmün mübahlık olduğunu göstermektedir. Başka bir deyimle, haramlık istisnâî bir durumdur. İslam hukukunun "Nass olmadan suç ve ceza yoktur" . kuralı da bunu açıkça gösterir. "Biz bir elçi göndermedikçe hiç bir kavme azâb edecek değiliz"10 ve "Rabbin, şehirlerin anası olan Mekke’de, onlara âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir"11 âyetleri de eşyada asıl olanın, mübahlık olduğunu göstermektedir.

Şu halde, suçun suç sayılabilmesi için şerî bir gerekçe, yahut o fiili yasaklayıcı bir nassın bulunması gerekir. Eğer o fiili yasaklayan bir nass bulunmuyorsa, o fiili işlemek mübah olur. Aynı şekilde, nassla yasaklanan bir fiilin suç sayılabilmesi için, o fiilin yapılmasına had veya tazir türünden bir cezanın terettüp etmesi gerekir, el- mâverdî şöyle der: "Cürümler, Allah’ın had ya da tazir yoluyla sakındırdığı şer’î mahzurlardır." Bu durumda denebilir ki, beşerî sistemlerin ancak 13. ve 18. asırlarda tanıdıkları mübahlık kuralı 14 asır önce İslam tarafından ilan edilmiştir.

MUBAHI MUBAH YAPAN ÖZELLİKLER:

Şeriatın mubah konusundaki bakış açısı, Allah’ın kul için tanıdığı izin ve ruhsattan kaynaklanmaktadır, allah, kulun "mübah" ismi altında toplanabilecek fiilleri yapmakta serbest olduğunu bildirmiştir. Mubah bir kaç şekilde olabilir.

Mübah bazen bir fiili, sevap ya da ceza düşüncesi olmadan yapmak ya da terk etmek şeklinde olabilir. Bazen de, fiilinde veya terkinde zem yahut medih bulunmayan, başka bir ifadeyle, işlenmesine ve terk edilmesine sevap ya da ikap terettüp etmeyen fiiller anlamında olabilir. Kısacası mübah, serbest ve yasaksız fiiller şeklinde düşünülebilir. Bütün bu manalar gösteriyor ki mübah, yapılması hususunda Allah’tan izin bulunan fiillerdir. Başka bir deyimle, eğer fiilin işlenmesi veya işlenmemesi hususunda Allah’tan bir izin çıkmamış ise, insanlar kendi kendilerine izin verseler bile, o fiilin işlenmesi ya da terk edilmesi caiz olmaz. Eğer bir konuda Allah’ın izni olur fakat kulun izni yoksa, sahibine tazminat ödemek suretiyle o fiilin işlenmesi caiz olabilir. Örneğin, ölmek üzere olan bir adam sahibinin izni olmadığı halde onun malından ölmeyecek kadar yiyebilir. Ancak bu malın bedelini ödemek zorundadır. Misafirlikte yenen yemek de bu konuya örnek teşkil eder: İbni Hazm ez-Zahirî ve İmam Malik’in bir kavline göre misafire ikram etmek vaciptir. Buna göre kendisine ikramda bulunulmayan bir misafir, ev sahibine tazminat ödemeden, onun yemeğini zorla alabilir. Bu konuda şu hadis rivayet edilmektedir: "Bir kavme misafir olduğunuzda, misafire uygun bir şey getirdikleri zaman kabul ediniz. Bir şey getirmedikleri takdirde, misafire uygun olan misafir hakkını onlardan alınız." 12

Şu halde mubahlığın asıl kaynağı Allah’ın iznidir. Başka bir ifadeyle, Allah’ın insanlara tanıdığı özgürlüktür. Bu durumda denebilir ki, Allah’ın izni bulunmayan şeylerde mubahlık yoktur. Temlik mübahlığın neticelerinden biridir.

GENEL MUBAHLAR:

Genel mubahların en belirgin örneği kamu tesisleridir. Umuma ait yollar, bahçeler, serbest akan sular, genel sağlık kurumlan ve mahkemeler gibi. Genel mubahlarla ilgili kural şudur: Eğer kanun koyucunun izni tüketimle ilgili ise, o takdirde mallar izinle mülkiyete geçer. Eğer kanun koyucunun izni intifa hakkına yönelik ise, kanun koyucunun izni, istifade etmek üzere ilk sırayı alan şahsa öncelik hakkını verir. Hiç kimse ilk sırayı alan şahsı oradan uzaklaştıramaz.

Burada iki merhale ile karşı karşıyayız. Birinci merhalede herkes için eşit olan bir ortak hak söz konusudur, ikinci merhalede ise her ferd için özel bir hak söz konusudur. Örneğin herkese açık olan suyu düşünelim. Herkes bu sudan istifade etme hakkına sahiptir. Bu bir ortak haktır, ayrıca her fert belli ölçüde bir su hakkına sahiptir.

İnsanların müşterek haklarından istifadelerini kolaylaştırmak devletin görevidir. Buna göre, herkes kamu hakları karşısında eşit haklara sahiptir. Ayrıca her şahıs kamu hakları karşısında hususi haklara sahiptir. Birinci merhaledeki ortak hak istila (haketme) ve sıra alma hakkıdır. İkinci merhalede ise istila ettiği şeyden istifade hakkıdır.

GENEL ÖZGÜRLÜKLER:

Özgürlük, kanun koyucunun insan fiilleriyle ilgili ibhasıdır. Temellük hakkı, toplanma hakkı, bir yerden bir yere intikal hakkı ve diğer siyasi ve kültürel haklar hep birer özgürlüktür. Seçme ve seçilme özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve inanç özgürlüğü hep birer siyasi ve kültürel özgürlük hakkıdır. Tüm özgürlükler, ferdin onları yapıp yapmamakta serbest olması açısından nübahtırlar. Tahyîrî olan (yapılması ve yapılmaması eşit olan) hükümlerin asıl özelliği de budur.

Özgürlükler aynî şeylere taalluk etmedikleri için insanlar arasında ortak olan haklardan değillerdir. Deyim yerindeyse, herkes için özel bir özgürlük söz konusudur. Özgürlüklerde tahsîs, istila ya da sıra gibi sorunlar da yoktur. Zira özgürlükler doğumdan beri insanla beraberdirler. Öncelik hakkı, yahut sıra ve tahsis hakkı söz konusu olmaz.

Ancak kanun koyucu bu özgürlüklerin bazısını mübah yaparken bazısını da vacip yapmıştır. Örneğin, çalışmak mübahtır. Ama gücü yettiği halde çalışmayan kimse sorumludur. Keza evlilik mübahtır. Fakat hüküm bazen vacip bazen müstahap bazen de mekruh hatta haram olabiliyor.

Genel özgürlükler fertler için birer hak sayılır. Fert isterse onları kullanır, isterse kullanmaz. Özgürlükleri korumak devlete ait bir görevdir. Başka bir ifade ile, insanların birbirilerine saldırılarını ve özgürlüklerini kısıtlamalarını engellemek devlete ait bir görevdir.

III- İSLAMDA ÖDEVLER

(VACİPLER):

İnsan haklarından söz ederken insanın ödev ve yükümlülüklerinden söz etmemek mümkün değildir. Her şeyden önce her insana verilen bir hakkın karşılığında başka bir insan üzerinde bir ödev bulunabilir. Hatta özgürlükler bazen hak sahibinin üzerinde bir ödev şekline girer.

Ödevler takdir açısından iki kısma ayrılır:

1) Belli bir sınırı olan vacipler: Bu tür vacipler mükellefin zimmetindedir. Mükkellef onu eda edinceye kadar dinen onun mükellefiyeti altındadır. Satılan malın semeni, telef edilen eşyanın kiymeti, zekat miktarları, namazların rekat adetleri ve benzerleri... bütün bunlar dinen mükellefin zimmetindedirler. Bunun en açık delili de hakların tayin ve takdir edilmiş olmasıdır. Tayin ve takdir edilmiş olmak işin zorunlu olduğunu açıkça ifade eder.

2) Sınırı belli olmayanlar: Bunlar mükellef için gerekli olmakla birlikte onun zimmetinde birer borç sayılmazlar. Mutlak sadakalar, fakirlere yardım etmek, cihad, emr-ibi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker gibi farz-i kifaye türünden olan bütün farzlar bu guruba girer.

Bazı İslam fıkıhçılarına göre mukadder olan bir vacip eğer malî ise, vaktinde ödenmediği zaman zimmete geçen bir borç olur. Örneğin, ihtilaflı olmakla birlikte, zekât zamanında ödenmediği müddetçe zimmete geçen bir borç olur. Zekat ödemeden ölen bir kimsenin zekât borcu terikeden ödenir. Nafaka da miktar yönünden kararlaştırıldığı zaman zimmete geçen bir borç olur. Ama Ebu hanife ve arkadaşlarına göre takdir edilmeyen bir nafaka borç olarak zimmete intikal etmez. Cumhura göre nafakayı vermeyen bir kimse bedel olmayarak bu nafakayı ödemek zorundadır.

FARZI KİFAYE VE FARZI AYIN:

Vacip, mükellef açısından iki kısımdır. Aynî olan vacip ve kifâî olan vacip, İmam Karâfı şöyle der: "Fiiller iki kısımdır. Bir kısmı, fiil tekerrür ettikçe maslahatı da tekerrür eder. Diğeri de fiilin tekerrür etmesiyle maslahatı tekerrür etmez. Birincisi farz-ı ayındır, diğeri farz-ı kifayedir."

Farz-ı aynın bir örneği namazdır. Namazın maslahatı (hikmeti) Allah’a boyun

eğmek, onu tazim ve teşbih etmek, onun huzurunda huşû ile eğilmek, onun emirlerini anlamak ve onu tanımaktır. Namaz tekerrür ettikçe bu hikmet ve maslahatlar da tekerrür eder. Boğulmak üzere olan birisini kurtarmak farz-ı kifayedir. Boğulmak üzere olan bir şahsı kurtarmak için kendisini denize atan bir şahıs vücûbu üzerinden atmış olur. Ama boğulmak üzere olan şahıs kurtulduktan sonra kendisini denize atan bir kimsenin bu hareketi hikmetsiz ve masla- hatsız olur. Cihad etmek, çıplakları giydirmek ve açlan doyurmak da bu kabildendir. Allah bu görevleri yerine getirecek sayıdaki şahsa bu fiilleri vacip kılmıştır. Her şahıs ayrı ayn bu vacibi işlemekle sorumludur, ancak iş yapıldıktan sonra şahısların sorumluluğu da kalkmış olur.

Aynî vaciplerde her mükellef bizzat o vacibi yerine getirmekle yükümlüdür. Başkalarının onu yapması kişiden sorumluluğu kaldırmaz. İslamın beş şartı, anne ve babaya iyilik yapmak ve sıla-i rahim birer farz-ı ayındır. Aynî farzlarda her mükellef bizzat Allah’ın hitabına muhataptır. Fert o işi yapmadıkça farz onun zimmetinden çıkmaz. Eğer bütün insanlar o işi yapsalar fakat bir tek insan yapmazsa o tek kişi tekliften kurtulamaz. Farz-ı kifaye ise; mükelleflerin tümünün (toplu halde) yapmakla yükümlü oldukları bir vaciptir. Kural olarak, bir kaç kişinin o işi yapmasıyla asıl maksat hasıl oluyorsa o farz-ı kifayedir. Bu itibarla farz-ı kifayede, bir veya birkaç kişinin farzı işlemesiyle vücubiyet herkesin zimmetinden kalkmış olur. Ama hizmet yapılmadığı takdirde bütün mükellefler günahkâr olur.

Farz ı kifayeler hem din hem de dünya işlerini kapsarlar. İmam Cuveynî ve el- Gazalî farz-ı kifayenin dünya işini de kapsadığı yolundaki görüşe muhalefet etmişlerdir. Onlara göre insan tabiatı kendiliğinden (fitrî olarak) dünyevi işlerin yapılmasını teşvik etmektedir. Şeriatın ayrıca dünyevi işleri farzlar sırasına koymasına gerek yoktur. Ama tercih edilen kavle göre bir kısım dünyevi işler de farz-ı kifâyedendir.

Vacipler kifaî ve aynî olmak üzere iki kısım olduğu gibi menduplar da iki kısımdır. Ezan, ikamet, hapşırana "Yerha- mukellah" demek ve ölülerin teçhiz ve teklinine yardımcı olmak kifaî menduplardandır.

Bir iş bazen bir yönüyle farz-ı ayn iken bir yönüyle de farz-ı kifaye olur. Örneğin bir iş eğer bir tek şahsın bilgi ve becerisine dayanıyorsa o görevin yerine getirilmesi farz-ı ayındır. Mesela bir memlekette bir tek doktor bulunuyorsa hasta tedavi etmek onun için farz-ı ayndır. Fetva vermek, irşad hizmetini yürütmek ve emr-i bi’l-marufu yapmak da bu kabildendir. Bir işi aynî ya da kifaî yapan husus, o işi yapacak olan şahsın, tek başına yapacak durumda olup olmamasıdır.

Bir vacibin kifaî yahut aynî oluşu kanun koyucunun kastına bağlıdır. Kifaî vüciplerde asıl amaç maslahatın yerine getirilmesi yahut bozukluğun ortadan kaldırılmasıdır. Ama kimin bu işi yapacağı konusu önemli değildir. O iş, istenen maksada uygun olarak yapıldığı zaman teklif ortadan kalkar. İş ister bir kişi tarafından yapılmış olsun, ister bir topluluk tarafından yapılmış olsun, fark etmez. Aynî vaciplerde hitap mükellefin şahsınadır. Yapılması istenen fiilin, mutlaka mükelleften sâdır olması kanun koyucunun asıl maksadıdır. Hatta eğer mükellef o işi yapmaktan aciz duruma düşerse başkası tarafından yapılması caiz

değildir.

FARZ-I KİFAYENİN MEZİYYETİ:

Farz-ı kifayeyi yerine getirmenin farz-ı ayna göre daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf vardır. İmam en-Nevevi’ye göre farz-ı kifayeyi işlemek daha faziletlidir. Çünkü farz-ı kifayeyi eda eden kimse hem kendi nefsinden hem de diğer müslümanlardan günahı kaldırmış olur. Bazı alimlere göre de farz-ı kifayeyi işlemek daha efdaldır. Çünkü farz-ı aynı terkeden kimse sadece kendisi günahkar olur, ama farz-ı kifaye yerine getirilmezse tüm müslümanlar günahkâr olurlar.

Bununla birlikte farz-ı kifaye ile farz-ı ayn ikisi bir vakitte cem olursa ve o vakit içinde sadece birisi eda edilebilirse, eğer farz-ı aynın bedeli (alternatifi) yoksa farz-ı ayn öne alınır. Şayet farz-ı aynın bir bedeli varsa (cuma namazı gibi) o takdirde farz-ı kifaye öne alınır. Örneğin cuma saatinde bir yakını hastalanan kimse hastasıyla ilgilenir ve cuma yerine öğle namazını kılar. Bazılarına göre cuma ve cenaze namazları dar bir vakitte bir araya gelirse ve sadece birinin kılınması için bir zaman varsa cuma namazı öne alınır. eş-Şeyh ebu Muhammed’e (İbn-i Hazm) göre cenaze namazı öne alınır. Çünkü cumanın alternatifi vardır, o da öğle namazıdır. Eğer vakit ikisini de kılmaya müsait ise cenaze namazı yine öne alınır. Ancak bu öne alınma işi farz-i ki- fayenin efdaliyetini gerektirmez. Örneğin, eğer kusûf namazı ile farz bir namaz bir vakitte bir araya gelirse ve vakit dar değilse kusûf namazı öne alınır. Oysa kusûf namazı sünnettir. Kusûf namazının öne alınması onun farzdan daha efdal olduğunu göstermez.

Farz tavafta olan bir kimsenin cenaze namazı için tavafı terk etmesi îmam er- Rafii’ye göre mekruhtur. Başlanmış bir namazı bozmanın haram oluşu da farz-ı aynın farz-i kifayeden efdal olduğunu gösterir. es-Suyuti bu konuda şöyle der: "İmamü’l-Haremeyn ve Ebu İshak el-İsferayini’ye göre farz-i kifaye farz-i ayndan efdaldır, ancak zihne gelen ilk şey bunun tersidir."

FARZ-I KİFAYENİN BAZI ÖRNEKLERİ:

Daha evvel de söylediğimiz gibi farz-ı kifaye dini ve dünyevi olmak üzere iki kısımdır:

Dinî olan farz-ı kifayeler: Bunlar dinin usul ve furûatıyla alakalı farzlardır.

a) Allah’ın varlığına ve birliğine delil getirmek, peygamberliği isbat etmek, şüphe ve müşkilleri defetmek.

b) Tefsir hadis ve fıkıh gibi ilimlerle meşgul olmak ve bu ilimlerde ihtisas yapmak.

c) Yetenekli olan insanların kitap telif etmeleri.

d) Kur’an ve hadis hıfzetmek.

e) İctihad yapmak. Eğer her asırda bir kişi ictihadda bulunursa bütün ümmet sorumluluktan kurtulur. Eğer hiç kimse ictihadla meşgul olmazsa tüm ümmet sorumluluk altında kalır.

f) Talebe yetiştirmek.

g) Fetva vermek.

h) Hakimlik ve şahitlik yapmak.

ı) İmamın tayin edilmesi.

j) Cihad yapmak.

k) Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l- münker.

1) Fakir ve kimsesizlerin (gayri müslimler dahil) ihtiyaçlarını gidermek.

m) Felakete maruz kalanları kurtarmak.

n) Selâm almak.

o) Cenazeyi kaldırıp namazını kılmak ve defnetmek.

Bu ve benzeri birçok mesele dini olan farz-ı kifayeye misal teşkil eder.

2) Dünyevi olan farz-ı kifayeler:

Bunlar, tarım sanayi ve ticaret gibi insanların hayatta muhtaç oldukları meselelerdir. Bu tip meseleler dünyevi olan farz-ı kifayedendir. Burada önemli olan insanların ihtiyaçları olan meselelerin bazı insanlar tarafından yerine getirilmesidir.

Öncelikle iman ve fikir meselelerindeki şüpheleri defetmek için yoğun bir şekilde çalışmak, asrın idrakine uygun bir şekilde yeni ve etkili delillerle inanç sistemini müdafaa etmek farz-ı kifayedir. Fikrî hayatın durmuş olması ve bir kaç asırdır içtihadın yapılmaması sebebiyle kitap tasnif ederek fikrî hayatı canlandırmak da bir farz-ı kifayedir. Keza, islamî ilimleri insanlara daha kolay ulaştırmak için her türlü ulaşım ve basın-yayın araçlarından istifade etmek de farzdır. Müslümanların birliğini ve yardımlaşmalarını sağlamak ve şûrâ müessesesini işletmek amacıyla imamet müessesesini ihya etmek de farzdır. Gayr-i müslimlere muhtaç olmayacak derecede silah sanayiini kurmak, insanları dinî yönden yetiştirecek kurumlan teşkil etmek ve tüm vatandaşları sağlık sigortası kapsamına almak ve muhtaç olanlara gerekli her türlü hayatî yardımda bulunmak da farzdır.

Tüm İktisadî konularda kendi kendine yeterli olmayı, sağlamak, ümmetin ilerlemesi için ilmî araştırmalar merkezini kurmak, islamî sigorta sistemleri ile islamî bankacılığı geliştirmek de farz-ı kifayedendir.

Her haic ve özgürlüğün karşısında mutlaka bir vacip vardır. Bu hak ve vacipleri dört kısımda incelemek mümkündür:

1) Bir ferdin diğer bir ferd karşısındaki hakkı: Zevcenin kocası üzerindeki nafaka hakkı, anne ve babanın nafaka hakları, işçinin işveren üzerindeki hakkı, ortağın şufa yoluyla satın alma hakkı, komşunun komşuya karşı hakkı, çocuğun babaya ait olma hakkı, mülk sahibinin mütecavize karşı hakkı... Bütün bunlar bu kısmın örnekleridir.

2) Bir ferdin cemaat karşısındaki hakkı: Müstahakların beytü’l-mala karşı hakları, seyahat hakkı, yaşama hakkı, amme menfaatlarından istifade etme hakkı, seçim hakkı ve eşitlik hakkı... Bunlar da bu- kısmın örnekleridir.

3) Bir cemaatın fert karşısındaki hakkı: Beytü’l-malın zekât veren zenginlere karşı hakkı, cihad, emr-i bi’l-maruf ve muhtelif meslek ve sanat dallarının ümmete karşı hakları bu kısmının misalleridir.

4) Bir cemaatın bir cemaat karşısındaki hakkı: Kamu kuruluşlarının devlete karşı haklan gibi.

ULU’L-EMRİN TUTUMU:

Ulu’l-emre itaat etmek farzdır. Ancak ulu’l-emr iki kısımdır. Amirler ve âlimler. Yani devlet başkanı ve bilginler. Ulu’l-emre itaat etmenin şartlan vardır. Her şeyden önce verilen emrin devlet işleriyle ilgili olması lâzımdır. Amirlerin şahsına ait emirleri dinlemek gerekmez. Keza emrin bir maslahata yönelik olması ve isyanla ilgili olmaması gerekir.

Devlet başkanı, nass bulunmayan konularda hüküm koyabilir. Örneğin mübahı haram ya da vâcip derecesine çıkarabilir. Ancak her devlet başkanı ahkâm değiştiremez. Ahkâmı değiştirme yetkisine sahip olan devlet başkanı ya müctehid olmalı ya da bir müctehidi kendisine merci tanımalıdır. Bu vasıflara sahip olan bir ulu’l-emr ahkâmı değiştirirken maslahat ve mefsedeti göz önünde bulundurmak zorundadır. Diğer taraftan bir ulu’l-emrin vereceği hüküm kâtî bir nassa ya da icmâa aykın olmamalıdır. Bu vasıflan taşıyan ulu’l-emrin vereceği hüküm ictihadî kabul edilir. Başka bir deyimle, fetva açısından uyulması gerekli bir hüküm değildir. Ama eğer "Bu emre uymak mecburidir." demişse o takdirde uyulur.

Müctehid olmayan ya da bir müctehide dayanmayan ulu’l-emrin yapacağı değişiklik dine aykırı olur. Hiç kimse böyle bir hükme uymak mecburiyetinde değildir. Burada Hulefa-i Raşidin’in uygulamalarından bazı örnekler verelim:

1) Bilindiği gibi helal etleri yemek mübahtır. Bu mübah Hz. Peygamber zamanından beri devam ediyordu. Fakat Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvam’ın Medine’deki et kombinasını iki gün için kapatmıştır.

2) Yine Hz. Ömer Muhacirlerin büyüklerinin Medine dışına çıkmalarını yasaklamıştır. Onun amacı bu büyük zatların İslâm’ın safvetini muhafazaya çalışmaları ve dünya zinetlerine aldanmamalannı temin etmekti. Fakat Hz. Osman muhacirlerden bu cüzî ambargoyu kaldırdı. Onun da amacı muhacirlerin başka yerlere gidip İslâma hizmet etmeleriydi. Muaviye ise Hz. Ömer’in tam tersini yapmıştır. Sahabeyi Şam’da ikamete mecbur etmiştir.

3) Hz. Ömer büyük sahabilerin ehl-i kitab kadınlarla evlenmelerini engellemiş ve gerekçesini şöyle izah etmiştir. "Ben yasaklamıyorum, fakat mümin kadınlarla evlenilmemesinden endişe ediyorum." Hz. Ömer bununla da kalmayarak Talha ve Huzeyfe’nin ehl-i kitab olan hanımlarını boşatmıştır. Ehl-i kitab kadınlarla evlenmek mübahtır, ama Hz. Ömer bir maslahat için böyle bir ictihadta bulunmuştur.

4) Allah zekâtın bir kısmının müellefe-i kulûba verilmesini emretmiştir. Fakat Hz. Ömer, Halife Hz. Ebubekir’e müracaat ederek bu uygulamadan vazgeçilmesini istemiş ve bu konuda halifeyi iknâ etmiştir. Hz. Ömer’in gerekçesine göre artık İslam dini müellefe-i kulûb denen kimselere muhtaç değildir. Çünkü Allah dinini taziz etmiştir.

SONUÇ:

İkinci dünya savaşından sonra 1948’de ilan edilen İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi, 1950’deki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1966’da toplanan İnsan Hakları Konferansı gibi belgeler, insan hakları konusunda geri olan ülkelere baskı yapmak amacıyla yapılan etkinliklerden bir kaçıdır. Bu açıdan bu etkinlikler takdire değerdir kuşkusuz. Ancak şurası bir gerçektir ki, dünyada ve özellikle de batıda söz konusu edilen "İnsan Hakları" kavramı İnsanî olmaktan çok siyasi bir kılıfa sokularak, geri bırakılmış ülkelere bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.

Diğer taraftan, insan haklan konusunda yapılacak yeni bir hizmet, bir takım maddeleri listeler halinde ilan etmek demek değildir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bugüne kadar yapılanlar bundan öteye geçememiştir. Bu konuda yapılacak asıl hizmet, konulmuş olan esaslara uygulama garantisini getirmektir. Her ülkede anayasa ve yasalar nitelik ve muhteva yönünden dikkatle incelenmediği takdirde insan haklarıyla ilgili temel prensipler kağıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.

Bu itibarla insan durup düşünüyor. Acaba dünya ülkelerindeki kanunları insan haklarına zarar vermeyecek hale getirmek mi daha iyi, yoksa insan haklan konusunda kamuoyu oluşturmak amacıyla "İnsan Hakları İlmi" adıyla yeni bir ilim dalı ortaya koymak mı daha iyi? Bu soru bizi İslâmî görüşe uygun başka bir soruşturmaya götürüyor. O İslâmî görüş de, hak ve özgürlüklerin ödevlerle yakın bir ilişki içinde bulunmaları gerektiği gerçeğidir. Hak ve ödevler arasında öyle bir ilişki vardır ki, bu ilişkiyi kabul etmeden insan haklarına çözüm getirmek imkansızdır. Çünkü günümüzün çağdaş insanı görevlerini yapmadan arzu ettiği İnsanî haklara hakkıyla kavuşamayacaktır. Günümüz insanı çoğu kez hak sahibi olmadığı halde her yola başvurup bazı avantajlar elde etmeye çalışıyor. Ama kendisine refah ve mutluluk sunulduğu zaman, refahın devamı için gerekli olan vergileri ödemekten kaçınmaya çalışır. Kendi hak ve özgürlüklerine dokunulduğu zaman bunu abarta abarta anlatırken başkalarına da şefkat gösterisinde bulunur. O halde bugünkü insanın öncelikle muhtaç olduğu tek şey hoşgörü, başkalarının hakkına saygı göstermek, diğergâmlık ve fedakarlık bilincinin geliştirilmesidir.

Esasen insan haklarıyla ilgili tüm temel haklar ve ödevler bundan tam ondört asır önce kitap ve sünnette en iyi şekilde beyan edilmiştir. Fakat asıl sorun, hak ve özgürlükler konusunda insanın nefis muhasebesini yapmamasıdır. Bugün İslâm ülkelerindeki insan haklarını batıdaki insan haklarıyla mukayese ettiğimiz zaman tatbikat açısından çok farklar görürüz. Satıhlar, ellerindeki az sayıdaki İnsanî prensiplerle insan haklan konusunda belli bir seviyeye geldikleri halde, müslümanların elinde bulunan insan haklarıyla ilgili tükenmez kaynaklara rağmen insan haklan konusundaki tatbiki durumları gözler önündedir. Denebilir ki, batı ile İslâm âlemi arasındaki bu gözleme dayalı karşılaştırma bir çok insanın

müslüman olmasını engellemektedir. O halde yapılacak tek şey vardır, o da, müslüman olarak inancımızı tatbikata geçirmek zorundayız. O takdirde Allah’ın müminler hakkındaki "inanıyorsanız üstünsünüz" hükmünü doğrulamış oluruz.

(1) Saf, 3,4.

(2)Müslim, Sahih, Zikr, 73.

(3) Nisa, 58.

(4)Nisa, 5.

(5)İsra, 26.

(6)Tevbe, 34.

(7) Müslim, Sahih, Lukata, 18.

(8) Enam, 145.

(9) Tirmizi, Sünen, Libas, 6.

(10) İsra, 15.

(11) Kasas, 59.

(12) Buhârî, Mezalim, 18.