Makale

HOCA AHMED YESEVÎ DÖNEMİNDE TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN OLUŞUMU-GELİŞİMİ

HOCA AHMED YESEVÎ DÖNEMİNDE TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN
OLUŞUMU-GELİŞİMİ*

Doç. Dr. Nesimi YAZICI (**)

HAYATI

Bir çok önemli şahsiyet gibi Hoca Ahmet Yesevî’nin hayatı da, büyük çapta, menkıbelerle karışmış bulunmaktadır. Bu nedenle onun tarihî şahsiyetini belirlemekte bazı güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Bununla birlikte onunla ilgili bir kısım tarih kaynaklarıyla, Hikmetler ve değişik menbâlardan elde edilen bilgilerle, teferruât hakkında olmasa da, hayatının en önemli dönüm noktalarını belirlememiz mümkün olabilmektedir.

Pîr-i Türkistan lâkabıyla da anılan Hoca Ahmed Yesevî, Batı Türkistan’da Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram (buraya İsfîcâb, İspîcâb veya Akşehir de denilmektedir)’da doğdu. Bazı araştırmacılar doğum tarihini 1093 olarak göstermekte iseler de bu konuda kesinlik bulunmamakta, genel olarak on birinci yüzyılın ikinci yarısında doğmuş olduğu kabul edilmektedir.

Ahmet Yesevî’nin babası, Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden, keramet ve menkıbeleriyle bilinen Şeyh İbrahim’dir. Annesi ise Şeyh İbrahim’in halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Ahmed Yesevî’nin Gevher Şehnâz adlı bir ablasının olduğu da bilinmektedir.

Hoca Ahmed Yesevî, küçük yaşta önce annesini, sonra da babasını kaybetmiştir. Bunun üzerine ablası Gevher Şehnâz, kardeşini de yanına olarak Sayram’dan Yesi (bugünkü Türkistan)’ye gitmiştir. Burada, muhtemelen pek de uzun olmayan bir süre için, Arslan Baba’nın terbiye ve irşâdında kalan Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatı üzerine hayatındaki üçüncü önemli merkez olan Buhara’ya geçmiştir. Buhara bu sırada en mühim İslâm merkezlerinden biri durumundadır. Karahanlılar’a bağlı olan bu şehir, çok zengin ve aynı zamanda hanefî mezhebine mensup olup içlerinden çok sayıda alim yetişmiş bir aile olan Al-i Burhân tarafından yönetilmektedir. İslâm dünyasının muhtelif yörelerinden ve özellikle de Türkistan’ın her tarafından gelmiş ilim talipleriyle Buhara, yalnız Maverâünnehir’in değil, aynı zamanda da İslâm dünyasının en dikkate değer ilim ve kültür merkezlerindendir. Burada Şeyh Yusuf el-Hemedânî’ye intisab eden Ahmed Yesevî, şeyhinin vefatına kadar (535/1140) onun yanında kalmış, tem tahsilini tamamlamış, hem de tasavvuf yolunda ilerlemiştir.

Ahmed Yesevî’nin Buhara’daki ikameti, şeyhinin vefatından sonra da devam etmiştir. Bu sırada irşâd mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, sonra da Haşan Endâkî geçmiş, bu sonuncusunun 1160’da vefatı üzerine de Ahmed Yesevî, şeyhinin üçüncü halifesi olarak Bu- hara’da irşâd tahtına oturmuştur. Fakat onun Buhara’daki ikameti bundan sonra uzun sürmemiş ve Yusuf el-Hemedânî’nin vaktiyle vermiş olduğu bir işarete dayanarak makamını Şeyh Abdülhâlık-ı Gücdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye dönmüştür. Ahmed Yesevî burada vefatına kadar (1166-67) irşâda devam etmiştir.

Ahmed Yesevî’nin altmış üç yaşına geldiğinde, Hz. Peygamber’in bu yaşta vefat etmiş olması dolayısıyla ve tarikatlarda geçerli olan bir geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda bir çilehane hazırlatarak, bundan sonraki ömrünü orada ibadet ve riyazetle geçirdiği nakledilmektedir.

Ahmed Yesevî’nin bugünkü türbesi, Timur (ö. 1405) tarafından yaptırılmıştır. Devrinin mimarî şaheserlerinden birini oluşturur. Bütün Türk-İslâm dünyasında büyük değer kazanmış olan Ahmed Yesevî’nin rivayete göre İbrahim adlı bir oğlu ve Gevher Şehnâz ile Gevher Hoşnaz isimli iki kızı olmuştur. Onun soyu oğlunun daha küçük yaşta iken ölmesi dolayısıyla, Gevher Şehnâz vasıtasıyla devam etmiştir.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerini içine alan mecmuanın adı Divan-ı Hikmet’tir. Bununla birlikte Divan-ı Hikmet nüshalarındaki Hikmet’lerin, gerek muhteva bakımından ve gerekse dil özellikleri yönünden farklılıklar göstermesi, bunların değişik şahıslar tarafından kaleme alındıklarını ortaya koymakta ise de, Kemal Özergin’in ifadesiyle bir "güldeste" olan Hikmet’lerin, esasta Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşüncelerini ihtiva ettikleri şüphesizdir.

Hikmet’ler yanında Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen bir de Fakr-nâme vardır. Bazı Divan-ı Hikmet baskılarının başında, mensur bir mukaddime şeklinde yer alan Fakr-nâme’yi, Kemal Eraslan’a göre, Ahmed Yesevî değil, daha sonra Divan-ı Hikmet’i tertip edenler ilave etmiş olmalıdır.

Ahmed Yesevî’nin rivayete göre on iki bini kendi yaşadığı bölgede, doksan dokuz bini uzak bölgelerde olmak üzere müridleri ve tasavvuf geleneğine uygun olarak tayin ettiği çok sayıda halifeleri vardı. Bunlar arasında sırasıyla Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata, Harizmli Said Ata, Süleyman Hakîm Ata’yı tanımaktayız.

Hoca Ahmed Yesevî, Türk-İslâm dünyasında çok sevilmiş ve o derece geniş bir itibara mazhar olmuştur ki, dünyada onun Hikmetlerinden feyz alan müslüman Türkler, öldüklerinde de ondan uzak kalmak istememişlerdir. Nitekim onun türbesinin çevresine gömülmek, Türk-İslâm âleminde arzulanan bir durumdu. Bu amaçla çok kişi sağlığında o çevrede mezar yeri satın alıyordu.

HOCA AHMED YESEVÎ DÖNEMİNDE TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN

OLUŞUM VE GELİŞİMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

Bilindiği gibi Hoca Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönem, Türklerin artık yaklaşık olarak dört asırdan fazla bir süredir, giderek artan bir oranda tanıdıkları İslâmiyetle müşerref oldukları, büyük Türk topluluklarının İslâmiyeti kabul ettikleri bir devredir. Nitekim bu durumun tabiî bir sonucu olarak da önceleri Abbasî sınırlan içerisinde görülen Tolunoğulları (868-905), Sâcoğulları (890-929) ve İhşidîler (935-969) gibi yarı bağımsız diye niteleyebileceğimiz siyasî teşekkülleri takiben, İtil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV. y.y. İslâmî kabul 922), Karahanlılar (840-1212. İslâmî kabul 944-945), Gazneliler (963-1186), Selçuklular (1038-1194) ve Harizmşahlar (1092-1221) gibi ilk ve önemli Türk-İslâm devletlerinin kurulması olgusuyla birlikte, uzun ve köklü bir geçmişe sahip bulunan Türk kültür değerleri ile İslâm Kültür ve Medeniyetinin kaynaşması, neticede, Türk-İslâm Kültür ve Medeniyetinin ortaya çıkması söz konusudur. Biz bu makalemizin bundan sonraki bölümünde işte bu mesele üzerinde, yani bu ilk Türk-İslâm devletleri döneminde Türk-İslâm Kültürünün oluşum ve gelişimiyle, bu kültürün dikkate değer bir örneği olarak Divan-ı Hikmet ile Hikmetlerin, hiç değilse manevî sahibi, Hoca Ahmed Yesevî’nin Türk-İslâm Kültürüne katkılan hakkında bazı düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız. Bununla birlikte bu önemli konunun genişliği yanında, makalemizin belirli çerçevesini aşmamanın lüzumu, bizim konuyla ilgili düşüncelerimizi, büyük çapta özetleyerek takdimimizi gerektireceği de açıktır. Konu ve sınırlarımızı bu şekilde belirledikten sonra, öncelikle Türklerin İslâmiyeti kabulleri ile ilgili bazı düşüncelerimizi ortaya koymak istiyoruz.

TÜRKLERİN İSLÂMİYETİ KABULÜ

Hz. Peygamber İslâm’ı tebliğe, doğal olarak yaşadığı bölgede ve çevresindeki insanları hak dine davetle başlamıştır. O’nun vefatında Mekke, Medine, Taif ve dolaylarıyla, Arap Yanmadası’nın bazı bölgeleri müslümanların eline geçmiş, buralarda İslâm belirli ölçüler içerisinde yayılmıştı. İslâm devletinin sınırlarını, tarihte belki de bir benzerine rastlanılamıyacak bir süratli fetihle genişletmesi ise, ilk halife Hz. Ebubekir’in hilâfetinin ikinci yılında başlamış (633), Hz. Ömer (634-644) ile Hz. Osman (644-656)’ın hilâfetinin ilk altı yılında devam etmiştir. Bu sırada, özellikle de İslâm devletinin kendi iç problemleri dolayısıyla yeni toprak kazançları durduğunda, Arap Yarımadası dışında Bizans yönetiminde olan; Suriye, Filistin, Mısır gibi önemli bölgeler müslüman Arapların eline geçmiş, dönemin güçlü Sasanî İmparatorluğu da tamamıyla ortadan kaldırılmıştı. İşte İslâm mesajının Türklere ulaştırılması da bu sırada mümkün olmuştur. 642’deki Nihavent savaşı sonrasında İslâm orduları komutanı Ahnef b. Kays Ceyhun’u geçmiştir. Türk bölgesine geçişle başlayan bu ilk temaslardan sonra Türklerin, İslâmiyeti büyük topluluklar halinde kabulü için ise, aradan yaklaşık üç yüz yılın geçmesi gerekmiştir. Bu noktada karşımıza bu sürenin neden bu kadar uzadığı gibi bir soru gelebilir. Bu muhtemel sorunun cevabını, özellikle de müslümanlarla ortak sınırların paylaşıldığı bölgeler ve İslâm devleti içerisinde kalmış Türk toplulukları açısından, yeni bir inanç sistemini kabullenmenin inkârı mümkün olmayan güçlüğü yanında, büyük ölçüde Emevî ve Abbasî yönetimiyle Türkler arasındaki ilişki yumağında aramak gerekir. Nitekim Emeviler döneminde (661-750), Ömer İbn Abdülaziz (717-720) dışındaki halifelerin ve bunlara bağlı olarak bölgede görev yapan Emevî valilerinin Türklere karşı tutumları, Hz. Peygamber ve O’nun sahabesinin İslâmiyeti yaymada ortaya koydukları ihlasla çatışmaktaydı. Emevî yöneticileri Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasını arzulamakla birlikte, hazînelerine girecek savaş ganimeti ve vergi gelirleriyle daha yakından ilgiliydiler. Neticede bu devrede Türkler arasında İslâmın kabulü münferit ihtidalara ve bazı ailelerin müslümanlığı benimsemesine inhisar etmiştir. Halbuki Abbasîler (750-1258)’in iktidara gelmelerinde İranlılarla birlikte Türklerin de önemli katkıları bulunduğu gibi, yeni yönetim de mevalîye karşı olan politikayı büyük ölçüde değiştirmiş, bunun sonucunda devlete, eşit hak ve sorumluluklarla katılmak durumunda olan Türk toplulukları arasında İslâmiyetin yayılması hızlanmıştı. Bu açıdan bakıldığında 751 Temmuzundaki Talas Meydan Muharebesi’nin de ciddî bir dönüm noktası oluşturduğu muhakkaktır. Genelde Türklerin İslâmiyeti büyük topluluklar halinde kabulü olgusu, Abbasî yönetimi döneminde, özellikle de IX, X ve XI. yüzyıllarda artarak devam etmiştir. Nihayet yukarıda işaret edilen bir kısım Türk-îslâm devletleri kurulmuş ve hem millî tarihimizde, hem de İslâm Tarihinin genelinde önemli roller üstlenmişlerdir.

Bu noktada bir önemli hususa dikkat çekilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Türklerle müslüman Araplar arasında ilk ilişkiler daha ziyade karşılıklı mücadeleler şeklinde geçmiş ve İslâmiyeti kabul eden ilk Türkler bu bölgeler ahalisi arasından çıkmışsa da, Türklerin İslâmiyeti bir millet bütünü olarak kabulünde silahlı mücadeleler ve müslüman Arapların askerî güçlerinin rolünü fazla büyütmemek gerekir. Nitekim bugün artık ilk bağımsız Türk-İslâm devleti olarak kabul ettiğimiz İtil (Volga) Bulgar Hanlığı topraklan, hiçbir zaman Arapların istilâsına maruz kalmamıştır. Aynı şekilde 840’ta kurulmuş olan Karahanlılar devletini, aradan bir asır geçtikten sonra 333/944-45’te, kendisi İslâmiyeti seçerek, ilk Türk-İslâm devletlerinden biri olarak ortaya çıkaran Satuk Buğra Han’ın, bu tercihi üzerinde Abbasîlerin silahlı gücünün bir etkisi olmadığı da muhakkaktır.

Tarihte kurulan dört büyük Türk imparatorluğundan biri, aynı zamanda bunların İslâm sonrasına isabet eden ikisinden birini oluşturan Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Sel- çuk’un, muhtemelen 960’tan sonra Cend’e gelmesini müteâkip, Buhara ve Harezm’den din adamları isteyerek İslâmiyeti kabul etmesinin de, Abbasî askerî gücüyle yakından uzaktan bir ilişkisi olmaması gerekir.

İşte burada karşımıza Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasında veya bir başka ifadeyle Türklerin İslâmiyeti din olarak tercihlerinde, müslümanlarla askerî ilişkiler haricinde

ve şüphesiz bundan daha da önemli olarak, nelerin veya hangi unsurların etkili olduğu sorusu gelir. Tabiatıyla bu soru, büyük çaplı araştırmalara dayanılarak cevap verilebilecek önemli bir meseledir. Bununla birlikte bu konuyu en özlü biçimiyle ortaya koymak gerekirse; diğerlerinin yanında bilhassa ticarî ilişkilerin durumunu, bölgede İslâmî ilimlerin okunduğu önemli sayıdaki merkezi, tasavvufî cereyanların ve dervişlerin çabalarını dikkatle değerlendirmenin lüzumu kendini gösterir. Nitekim Hazarlar ve özellikle de İtil (Volga) Bulgarları sahasında İslâmın yayılmasında Harizmli müslüman tüccarların önemli rolleri inkâr edilemeyeceği gibi, ilerleyen dönemlerde İslâmî yaşamayı ve çevrelerine tebliğle, dine uymayan davranışları düzeltmeyi hedefleyen mutasavvıfların çabalarını hatırlamak gerekecektir.

Müslüman tüccarlar, Çin dahil Türk dünyasının en uç noktalarına kadar gitmekle, bu arada İslâmın gönüllü tebliğcileri olmakta idiler. Aynı şekilde İslâmî ilimlerin okunduğu merkezlerin, özel adlarıyla medreselerin de Türkler arasında İslâmın yayılmasındaki önemli rollerini dikkate almak gerekir. Bilindiği gibi medreseler, Batı İran ve Bağdat’tan önce Merv, Belh, Nişabur yörelerinde kurulmuşlardır. Eldeki bilgiler X. yüzyılda yalnızca Horasan ve Maveraünnehir’de mevcut bulunan medreselerin, o bölgelerde ve daha ilerilerde İslâmiyetin yayılması için en güçlü vasıta rolünü oynadıklarını gösteriyor. Zaten bu sırada Orta Asya’da görülen İslâm tebliğ hareketi, İslâm dünyasının diğer hiç bir yerinde görülmeyecek ölçüde idi ve başarıyla da gelişiyordu.

Bu vesileyle Türkistan’da varlıkları binlerle ifade edilen ribatların, Türklerin İslâmiyeti kabullerindeki muhtemel rollerine de dikkat çekmek istiyoruz. Bilindiği gibi Arapça RBT kökünden gelen bu kelimeye Kur’ân-ı Kerim’de Enfal Suresinin 60. âyetinde "min ribati’l-hayl" tamlaması içerisinde rastlanmakta ve tefsirlerde "kâfirlerle cihâda hazır bulunan süvarilerin atlarını bağlayacak yer” anlamı verilmektedir. İslâm dünyasında H. II. yüzyıl ortalarına doğru görülen ve değişen zaman ve mekâna bağlı olarak fonksiyonları da az çok değişen ribatlar, önceleri İslâm devletinin sınırlarında kurularak, İslâmın cihâd emrini yerine getirdiğini düşünen ve tamamen gönüllülerden oluşan personeliyle, İslâm sınır karakolları durumundaydılar. Daha önce hiçbir benzeri görülmeyen, bu bakımdan tamamıyla müslümanlara has bir müessese olan ribatlar, zamanla sınırdan iç bölgelerde kaldığında, bir şeyhin çevresinde Hz. Peygamber’in ifadesiyle "büyük cihâd", yani nefis terbiyesiyle uğraşan toplulukların barındığı müesseseler olmuşlardır. Bu bakımdan birer mektep, dinin öğrenildiği ve yaşandığı yerler olan ribatlann, Türk bölgelerinde İslâmiyetin tebliği ve öğretilmesi açısından son derece de önemli roller oynamış olduklarını düşünmek yanlış olmasa gerektir. Zira Mağrib’de XVI. yüzyıla kadar ribatların askerî fonksiyonları görülüyorsa da, İslâm ülkelerinin doğu bölgelerinde, kâfirlerin İslâmî tehdit etmesi söz konusu olmadığı yörelerde ribatlar, IX. yüzyıldan itibaren yer yer, X. yüzyılda ise işlevlerini askerî yönden, büyük çapta başka yönlere kaydırdılar. Bu sırada artık ribat ıstılahı Hanakâh tabiri ile müteradif anlam taşıyordu. Bu gelişme XI. yüzyılın ilk yarısında ribâtların artık tamamıyla hanakâh anlamını almalarıyla sonuçlandı. Daha sonra bu bölgelerde tarikatlar büyük gelişme gösterdiler. Artık ribatlar birer zaviye ve tekke idiler. Nitekim Maveraünnehir’de onbin ribatın bulunduğu konusundaki İbn Hâllikân’a ait rivayeti başka türlü değerlendirmek de mümkün değildir.

Türkler arasında İslâm’ın yayılmasında, müslüman olanların dinlerini içlerine daha iyi sindirerek, eksikliklerini gidermelerinde en önemli unsurlardan birinin de tarikatlar olduğunda şüphe yoktur. Tabiatıyla bu noktada Türkler arasında ilk tarikat kurucusu Ahmed Yesevî ile başlayan ve dalga dalga onun halifeleri, müridleri ve daha sonra gelen Yesevî dervişlerinin faaliyetlerini dikkatlerimizden uzak bulundurmamak gerekir.

AHMED YESEVÎ DÖNEMİNDE TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN OLUŞUMU
VE GELİŞMESİ

Hoca Ahmed Yesevî’nin İsfıcâb veya Akşehir adıyla da anılan Batı Türkistan’daki Say- ram kasabasında, XI. yüzyılın ikinci yansında doğduğu sırada, Bağdad’ı merkez edinen Abbasî hilâfeti varlığını devam ettirmekte idi. Artık Abbasî halifesinin siyasî otoritesi, bütün İslâm topraklarında geçerli olmaktan çıktıysa da, manevî nüfûzu büyük çapta geçerliliğini halâ korumaktaydı. Bilindiği gibi bu sırada müslümanların ellerindeki topraklar en geniş sınırlara ulaşmış bulunuyordu. İran Sasanî İmparatorluğunun çok kısa zamanda bütünüyle müslümanların eline geçmesi yanında, Bizans’ın Suriye ve Mısır da dahil zengin güney eyâletlerinin hepsi, bütün Kuzey Afrika, İspanya, İdil-Volga boyları, Çin’e kadar bütün Doğu Asya ile güneyde Hindistan kıtasının önemli bölgeleri müslümanların yönetimi altına geçmişti.

Gerek fütûhat ve gerekse başka bir yolla toprak kazancı, yeni bölgelerin müslümanların yönetimine geçmesinin, çoğu defa birbirine bağlı iki önemli sonuç ortaya çıkardığı görülmektedir. Bunlardan birincisi; bu bölgelerde yaşayan ve geçmişlerinden tevarüs ettikleri muhtelif maddî ve manevî değerlere sahip milletler arasında, değişik âmillerin tesiriyle İslâmiyetin yayılmasıdır. Birincisine bağlı ikinci sonuç ise; kaynağını Kur’ân ve Hadisten alarak teşekkül etmekte olan İslâm Kültür ve Medeniyetinin, bu değişik milletlerin İslâm ümmetinin birer uzvu olarak yaptıkları katkılarla gelişip zenginleşmesidir. Böylece yalnızca bir milletin değil, İslâmiyete gönül vermiş olan bütün milletlerin, belki değişen oran ve alanlarda olmakla birlikte, katkılarıyla İslâm Medeniyeti, cihanşumul bir medeniyet haline gelmiştir.

Bütün müslümanların müştereken benimsedikleri, İslâm dairesi içerisindeki her toplumun çalışma ve çabalarıyla, geçmiş büyük medeniyetlerin verilerinden de azamî ölçülerde faydalanılarak, İslâmın temel prensipleri doğrultusunda oluşan İslâm Kültür ve Medeniyeti yanında, bir de her milletin İslâmiyeti kabulünden sonra geliştirdiği kendi millî değerleri, kültür ve medeniyeti vardır. İşte konuya bu noktadan baktığımızda karşımıza, Türklerin İslâmiyeti kabullerinden sonra, bu yeni dinin esaslarıyla, geçmişlerinden getirdikleri maddî ve manevî değerleri mezcederek oluşturup geliştirdikleri Türk-îslâm Kültür ve Medeniyeti çıkar. Biz bir bakıma maddî değerler olarak nitelenebilecek olan medeniyet konusunu bir kenara bırakacak olursak, hem genelde İslâm Kültürü ve hem de özelde Türk- İslâm Kültürü içerisinde önemli yer tutan ilk ürünlerin, Türklerin büyük topluluklar halinde İslâmî kabul ederek ilk Türk-İslâm devletini kurdukları dönemlerde, yani XI ve XII. yüzyıllarda ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz. Bilindiği gibi bu devre Ahmed Yesevî’nin de yaşadığı zaman dilimini içerir.

Özellikle ve özelliği dolayasıyla Ahmed Yesevî’den başlayacak olursak görürüz ki, o ve ona atfedilen Hikmetler (Divan-ı Hikmet), Türk-İslâm Kültürünün de en dikkat çekici bir Örneğini oluşturmaktadırlar. Nitekim İslâmiyeti dönemin şartlan içerisinde, iyi bir tahsil sonucu öğrenmiş bulunan Hoca Ahmed Yesevî, daha sonra kendi çevresindekilere dini tebliğ etmek, İslâmî daha eksiksiz yaşamalarını sağlamaya çalışmak için, Arapça ve Farsça bildiği, dolayısıyla bu dillerden birinde yazması ve söylemesi mümkün olduğu halde, Türk dilini seçmiştir. Onun bu tercihinde, hitap ettiği toplulukların bu dili bilmeleri yanında, bir Türk olarak böyle bir görevi üstlenmesinin de etkili olduğuna şüphe yoktur. Bizzat Divan-ı Hikmet’de yer alan Hikmetlere baktığımızda da Türklükle İslâmiyetin uyumlu bir kaynaşmasını kolaylıkla görebiliriz. Nitekim F. Köprülü’nün de konumuzla ilgili Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı çok önemli çalışmasında ifade ettiği gibi Hikmetlerde iki temel unsur açıkça görülür. Bunlardan birincisi dinî, tasavvufî unsurdur. Yani Divan-ı Hikmet içerisinde yer alan Hikmetlerin içeriğidir. Hikmetlerde öğretici ve ibret verici bir tarzda; Allah’ın birliği, mutlak irade ve kudreti, Hz. Peygamber’in hayatı, mucizeleri, İslâm esasları, ibadetler, dünya halinden şikayet, kıyamet günü ve ahirete hazırlık, cennet-cehennem, dervişlik ve dervişliğin faziletleri gibi, sonunda mutlaka ahlakî-dinî neticeler veren konular işlenmiştir. Bu yönü Hikmetlerin İslâmî cephesidir. Öte yandan Hikmetler, Orta Asya’da halk arasında çok sevilen ve eskiden beri kullanılan yedili ve on ikiliklerle hece vezninde yazılmışlardır ki, bu da onların Türk Edebiyatından gelmiş millî unsurunu oluşturur.

Kanaatimizce Ahmed Yesevî ve onun döneminde Türk-İslâm Kültürünün oluşum ve gelişimi denildiğinde, hatta bu kültürün en önemli ürünlerinden biri olarak Divan-ı Hikmet değerlendirilmek istenildiğinde, bugün artık elimizde bir bütün olarak bulundurulmaya çalışılan Hikmetleri, zaman ve mekân boyutlarından soyutlamak, tarih metodolojisi açısından sakıncalı olacağı gibi, bizi bazı yanılgılara da götürebilir. Bu nedenle hem Ahmed Yesevî’nin ve hem de ona atfedilen, onun yolunda gidenlerce yazılan Hikmetlerin gerçek önemlerini ortaya koyabilmek için, zaman ve mekân boyutlarını, dönemin siyasî, sosyal ve olabildiğince ekonomik gelişmelerini birlikte ele alıp değerlendirmek gerekir.

Bilindiği gibi Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında, bilhassa üç önemli merkez vardır. Bunlar doğum yeri olan Sayram, küçük yaşında ablasıyla birlikte gittiği ve Arslan Baba’nın rihle-i tedrisinde bulunduğu Yesi ile dönemin en önemli İslâm ilimleri merkezi Buhara’dır. Bunlardan Yesi onun irşâd faaliyetlerinin en önemli halkası olması dolayısıyla dikkate alınmalıdır. Buhara ise, Ahmed Yesevî’nin İslâmî ilimleri öğrenmesinde olduğu kadar, şeyhi Yusuf el-Hamedâni ile olan birlikteliği açısından büyük önem arzeder(8).

Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatını geçirdiği Maverâünnahir’deki Buhara ile Seyhun’un doğusundaki Sayram ve Yesi, onun doğumundan çok önce İslâm devleti sınırlan içerisine girmiş, halkının büyük çoğunluğu Türklerden oluşan İslâmın yayıldığı bölgelerdir. Nitekim Buhara ve Semerkant’ı da içine alan Maverâünnehir, Emevîler devrinde fethedilmiş, bölge halkı Samanîler (819-1005) döneminde, Halife Mu’tasun (833-842) zamanında büyük çapta İslâmiyeti kabul etmiştir. Sayram (İsficâb) da bu sırada Samanî hükümdarı İsmail b. Ahmed (892-907)’in amcası Nuh b. Esed tarafından ele geçirilmiş (838 veya 840), şehir halkı az sonra ihtida etmiştir. Daha Me’mun (813-833) döneminde başlayan, bölgenin ileri gelenlerini çeşitli hediyelerle taltif ederek, onlan İslama ısındırma ve müslüman olmalarını sağlama çabalan Mu’tasım döneminde de devam etmiş ve 960’ta muhtemelen, Şaş ve Fârab (Otrar) arasındaki hattın berisinde kalan Türklerden 200.000 çadırı İslâmiyeti kabul ettikleri gibi, XI. yüzyılın ilk yansında Kâşgar ve Balasagun çevrelerinde İslâmiyet büyük oranda yayılmış, XI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Türk dünyasının en geniş bölgeleri İslâmın tesir sahası içerisine girmiş ve İslâmlaşmıştı. Dolayasıyla Ahmed Yesevî’nin çocukluğunu geçirdiği ve daha soma irşâd faaliyetlerini yürüttüğü Yesi de ondan en az bir buçuk asır önce İslâmî kabul etmişti.

Bu sırada varlıklarını koruyan Türk-İslâm devletleri; İtil (Volga) Bulgar Hanlığı, Kara- hanlılar, Gazııeliler, Selçuklular ve Harizmşahlar idi. Bunlardan önceleri Karahanlılar. Yesevî’nin hayatını geçirdiği bölgelere hakimdiler. Daha sonra Maverâünnehir Büyük Selçuklu Sultam Sencer’in vefatı üzerine (1157), kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmiş olan Harizmşahlar’ın yönetimine geçti. Bu uygun şartlar Yesevî’nin irşâd faaliyetlerini kolaylaştırmış olmalıdır.

Hoca Ahmed Yesevî’nin faaliyet bölgesi ve çevresinde yukarıda isimleri geçen şehirlerle birlikte, önemli ölçüde yerleşik nüfusu barındıran başka bir kısım şehirler bulunduğu gibi, büyük çapta göçebe Türkler de yaşamaktaydılar. İşte Ahmed Yesevi böyle bir coğrafyada faaliyette bulunmuştur. Onun Türk-İslam kültürüne katkıları içerisinde, bugün için öncelikle hatırlanacak olan; ruh ve manan itibariyla İslami, şekil itibarıyla milli özellikler içeren Hikmetleri yanında, doğrudan İslamlaşmaya ve İslamın bölge ahalisi tarafından daha eksiksiz yaşanmasına olan müspet katkısını hatırlamak gerekir. Yani o, hayatı boyunca devam eden irşad faaliyetiyle, hem Türk-İslâm Kültürünün ilk sentezlerinden biri olan Hikmetlerini ortaya koymuş, hem de bizce bundan da daha önemlisi, İslâmın Türkler arasında yayılmasında hatırlanacak olan; ruh ve mana itibarıyla İslâmî, şekil itibarıyla millî özellikler içeren Hikmetleri yanında, doğrudan İslâmlaşmaya ve İslâmın bölge ahalisi tarafından daha eksiksiz yaşanmasına olan müsbet katkısını hatırlamak gerekir. Yani o, hayatı boyunca devam eden gösterdiği çabalarla, ileride bu sentezin çok sayıda devam eden örneklerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Bu nedenle ondan önce kısmen var olan, onunla yeni bir ivme kazanan Türkler arasındaki tasavvufî cereyanlarn ve Ahmed Yesevî’nin ismi etrafında teşekkül eden Yesevîlik ve mensuplarının, Türk-İslâm Kültürüne katkılarını önemle vurgulamak yerinde olacaktır.

Konuya Ahmed Yesevî ve onu takip edenlerin Tüıklerin İslâmlaşmasına katkıları noktasından yaklaşıldığında, onun faaliyetlerinin büyük ölçüde menkıbevî rivayetler halinde bize intikâl etmiş olduğunu da belirtmek gerekir. Bununla birlikte F. Köprülü’nün, Yesevî’nin hayatı ile ilgili bilgiler vermeye başlamadan kullandığı şu cümleleri; "Halkın muhayyilesi üzerinde kuvvetli izler bırakan her şahsiyet, hatta daha hayatta iken, menkıbesinin teşekkül ettiğini görür... Halk muhayyilesinin yarattığı menkıbeler daimâ hakikat cüz’ünü de içine alır; yani, herhangi bir şahsiyetin, veya bir hadisenin umûmî vicdana akseden şeklini olduğu gibi gösterir. Cümlelerini dikkate aldığımızda, onun irşad faaliyetleriyle ilgili menkıbelerin önemli ölçüde gerçekliğini kabul etmek gerekeceği de açıktır.

Bir mutasavvıf olarak Ahmed Yesevî’nin, özellikle de Yesi’ye döndükten sonraki irşâd faaliyetlerine baktığımızda, onun kendisinden önce bölgede gelişme göstermiş bulunan tasavvufî cereyanlar dolayısıyla müsait bir ortam bulmuş olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden biri ve belki de birincisi olan Horasan’ın tasavvuf ve tarikat gelenekleri Maverâünnehir’e geçmiş X. yüzyılda Buhara. Semerkand, Fergâna ve Kâşgar gibi kültür merkezlerinde sufilik akımı yayılmıştı. XII. yüzyılda ise Türkistan’da, Kulça civarında, Yedisu havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma dikkati çekiyordu. Bir taraftan tasavvuf hareketleri, tekkeler, diğer taraftan çok sayıda medrese ve bunların müntesipleri Türklerin İslâmiyeti iyi öğrenmelerine katkıda bulunmaktaydılar.

Ahmed Yesevî’nin Yesi’de geçirdiği yılları süresince çevresinde, Türkistan’ın değişik yörelerinden gelmiş binlerce mürîdi olduğunu görüyoruz. Bu sırada genel durum da zaten din ve tasavvuf propagandasına çok elverişli idi. İslâm Asya’sının her tarafında şeyhler, geniş nüfûza malik oldukları gibi, her tarafta tekkeler yükseliyordu. İşte bu sırada Ahmed Yesevî Taşkent ve Seyhun çevresiyle daha ötelerdeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli bir nüfûz sahibi oldu. Onun çevresinde Buhara, Semerkand veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi İran dil ve edebiyatına vâkıf kişiler değil, İslâmiyete yeni, fakat kuvvede bağlanmış, saf, sade Türkler bulunuyordu. O da onlara Türkçe hitap ediyor, Hikmetleri için Türk zevkinin ürünü olan Türk Edebiyatı ölçülerini kullanıyordu. Denebilir ki

o, kendisini her bakımdan çok iyi yetiştirmiş, derin bir sezgi ile çevresinin ihtiyaçlarını kavramış ve onu temin etmeye çalışmıştır. Başarısının kanıtı ise, uzun asırlara rağmen halâ halk muhayyilesinin ürünü menkıbelerle örtülmüş hayat hikâyesidir.

Hoca Ahmed Yesevî gerek hayatta olduğu sürede kendisi ve gerekse ondan sonra halifeleri ve mürîdleri vasıtasıyla, Türk dünyasının muhtelif bölgelerinde, yüzyıllarca süren derin izler bıraktı. Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi bölgesinde, doksan dokuz bini uzak bölgelerde olmak üzere mürîdleri ve tasavvuf geleneğine uygun olarak çok sayıda halifesi vardı. Böylece onun başlattığı hareket, geniş Türk dünyasında dalga dalga genişleyerek yayılmaktaydı. Bu nedenle biz onun irşadıyla İslâmî daha eksiksiz yaşamaya çalışan müslüman Türkler arasından, Türk-İslâm Kültürüne önemli katkılarda bulunan

değerli kişilerin çıktığını tabiî olarak düşünebiliriz. Bu vesileyle onun tesirinin genişliği ve devamlılığında etkili olan bazı hususlar üzerinde durmakta da yarar görmekteyiz.

Hoca Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinin, edebî bir eser ortaya koymak amacıyla yazılmadığını biliyoruz. Ahmed Yesevî için Hikmetler gâye değil, ancak birer vasıta idi. İslâmiyetin esaslarını, şeriatın ahkâmını ve ehl-i sünnet akidesini İslâmiyete yeni girmiş veya henüz girmemiş Türklere öğretmek, tasavvufun inceliklerini ve tarikatinin âdâb ve erkânını

mürîdlerine telkin etmek Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinin başlıca gayesini teşkil ediyordu. Hikmetlerin şekli, yani dörtlüklerdeki son mısraların daima ilk bendin son mısrâı ile aynı kâfiyede olması, hikmetlerin dinî toplantılarda topluca okunmak, belki İlahî şeklinde söylenmek üzere yazıldığını gösterir, ilk defa F. Köprülü’nün dikkat çektiği bu hususa (10 daha sonraki araştırmacılar da iştirak etmişlerdir11). Bu sayede Hikmetlerle ulaştırılmak istenen mesaj, kolaylıkla ve alışılmış şekillerle geniş kütlelere iletilebilmiştir. Bu vesileyle bizim dikkat çekmek istediğimiz bir husus var ki, o da baştan itibaren Hikmetlerin yayılmasına, çocuklarının en yakın mürebbîleri Türkistan kadınlarının katkısıdır. Daha Ahmed Yesevî hayatta iken onun Hikmetlerini öğrenmek ve öğretmek, kızı Gevher Şehnâz Hanım vasıtasıyla önce komşulara, çevre köylerin kadınlarına ve sonra da dalga dalga bütün Türkistan’a yayıldı12). Baymirza Hayit’in belirttiğine göre, XII. yüzyıldan günümüze kadar devam etmiş olan bu anane, Çiltan diye isimlendirilen kırk kişiden oluşan kadın/kız grubu tarafından belirli bir düzen içerisinde gerçekleştirilirdi. Çiltan grubu kare şeklinde diz çökerek otururlar, arkalarında kadın ve çocuklardan oluşan dinleyiciler olurdu. Böylece dualar ve Hikmetler onarlık gruplar halinde, koro şeklinde okunurdu13).

Gerek Türkistan hanımlarının topluca Hikmet okuma törenleri ve gerekse başka şekillerde devamlı olarak müslüman Türkler arasında Hikmetlerin söylenmesi Umay Günay’ın haklı olarak ifade ettiği üzere, yazılı kültürün sözlü kültür olarak, geniş halk tabakalarına yayılmasına imkân veriyordu. Bilindiği gibi Ahmed Yesevî, Buhara medreselerinde okutulan çok çeşitli dinî ilimleri eksiksiz okumuştu. Daha sonra Hikmetleri vasıtasıyla bu yazılı kültürü, sözlü kültür haline getirdi ve şehirlerde olduğu kadar bozkırlarda okuma imkânı bulamayan kişilere de bu bilgileri aktardı. Gerçekten de "başta Kur’ân ve hadisler olmak üzere İslâmî ve tasavvufî eserlerden alınan bilgilerin sözlü geleneğe mal edilmesine dair Divan-ı Hikmet’de pek çok örnek gösterilebilir14). Bu durumun da Türk- Islâm Kültürünün oluşum ve gelişimine katkısı şüphesiz çok önemli olmuş olmalıdır.

Özelliği ve önemi dolayısıyla öne aldığımız Ahmed Yesevî ve Divan-ı Hikmet’den

sonra şimdi de, Türk-İslâm Kültürünün, ilk dönemine ait diğer ürünler üzerinde durabiliriz.

Bunlardan birincisi hiç şüphe yok ki, Yusuf Has Hâcib’in 462/1069-1070’de tamamlayarak Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Kara Hakân Ebu Ali Haşan b. Süleyman Arslan’a

sunduğu Kutadgu Bilig’dir. Kâşgar-Hakâniye lehçesi ile yazılmış olan bu eser 6654 beyitten oluşan bir siyaset-nâmedir. Eserinde dört temsilî kişiyi konuşturan yazar, ideal devlet idaresi

sistemini göstermeyi hedeflemiştir. Katudgu Bilig üzerinde yapılacak sathî bir inceleme bile, onun Kur’ân ve Hadisten aldığı İslâmî esasları, millî değerlerle ne derece uyumlu bir biçimde sentez ettiğini ortaya koyar.

Bu vesileyle üzerinde durulabilecek bir husus da, Kutadgu Bilig’in ilkliği, yani Türk- İslâm Kültürünün yazılı ilk eseri olması meselesidir. Türklerin İslâmî kabulden önce de yazıyı bildikleri ve bu yazıyla kitaplar telif ettikleri bilinen bir gerçektir. Yeni dönemde bu yetenek ve kültür birikimlerini, İslâm’ın kaynaklarından aldıkları unsurlarla geliştirmiş olmaları da gayet doğaldır. Bunun sonucunda Türk-İslâm Kültürünün ilk yazılı ürünlerini, hiç değilse XI. yüzyıl başlarından itibaren ortaya koymuş oldukları da muhakkaktır. Bunlar

bugün için bize kadar ulaşamamışlarsa, bu sonuçta zamanın acımasızlığının en büyük rolü oynadığını düşünmek gerekir. Kutadgu Bilig’in bunlardan bize ulaşabilen bir örnek olduğuna şüphe yoktur. Zaten bizzat o, ele alınan konunun işleniş tarzı, dili ve diğer hususiyetleriyle kendisinin aslında ilk değil, bize ulaşabilen ilk eser olduğunun kanıtıdır.

Türk-İslâm Kültürünün ilk dönem eserlerinden bir diğeri ise Kitabu Cevâhiri’n-Nahv fî Lugati’t-Türk adlı eseri bize ulaşamamış olan Kâşgarlı Mahmud’un, 1074’te tamamlayıp 1077’de Bağdad’da dönemin Abbasî Halifesi Muktedî-Billah (1075-1094)’a sunduğu Divanu Lügati’ t-Türk’üdür. Araplara Türk dilini öğretmeyi hedefleyen bu eser, bu açıdan Araplarla Türklerin kaynaşmasını göstermesi yanında, günümüzde Türk dili ve kültürünün en önemli kaynaklarından biri olması dolayısıyla da pek değerlidir.

Konu ve edebî çeşit itibarıyla Kutadgu Bilig’in bir devamı olarak nitelenebilecek olan bir eser de Edip Ahmed’in Atabetü’l-Hakâyık ıdır. Tam olarak yazılış tarihi bilinememekle birlikte, XII. yüzyılla tarihlenen Atabetü’l-Hakâyık, Türk-İslâm Kültürü sahasında dinî bir görüşle yazılmış, on dört bölüm halinde 242 beyitlik Türkçe manzum bir nasihat- nâmedir. Edip Ahmed bu eseriyle, Türk-İslâm muhitinde, fertlerin ahlakî ve dinî terbiyelerini hedef almış ve bu sahada öncü olmuştur.

Bu ilk dönemde Türk-İslâm kültür sentezinin örnekleri olarak nitelenebilecek bu eserler haricinde çok sayıda Türkçe eserin yazılmış olduğunu tahmin etmek hatalı olmasa gerektir. Zira bu sırada Türkler arasında İslâmî ilimlerin önemli bir gelişme gösterdiği bilinmektedir. Buhara, Semerkand ve diğer merkezlerdeki medreselerde Türk dünyasının çeşitli bölgelerinden gelmiş binlerce öğrenci okumaktaydı. Nitekim bu kültürel gelişmenin bir sonucu olarak, mühim bir ilerleme kaydeden İslâmî ilimler sahasında, bölge Türklerin arasından çok sayıda müfessir, muhaddis, lisan ve edebiyat mütehassısları yetişmiştir. Sem’ânî’nin Kitâbu’l-Ensâb’ı ile Cemal Karşî’nin Mülhakâtu’s-Surah adlı eseri bize bu konuda yeterli bilgi verebilecek durumdadırlar. Yapılacak teksîfî çalışmaların, daha kesin görüşler ortaya koyma imkânı sağlayacağı muhakkaktır. Bu konuyu bir örnekle bağlamak için Yusuf Ziya Kavakçı’nın XI ve XII. yüzyıllarda Karahanlılar sahasında üç yüze varan İslâm hukukçusu yetiştiği ve bunların üç yüz elliden fazla eser bıraktıklarını, ortaya çıkaran çalışmasını hatırlayalım15). Bu dönemde bir alimin değişik dillerde eser verdiği, bir bakıma kendi şahsında bir kültür sentezi meydana getirdiği de görülebilmekteydi. Bir örnek olmak üzere Siri-derya havzasının aşağı kısmındaki Barçkent şehrinde (Barçın, Barçınlıği olarak da bilinmektedir) XIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan büyük fakih Hüsameddin Hâmid b. Asım el-Barçınlığî’yi gösterebiliriz. Cemal Karşî’nin bizzat tanıdığını ifade ettiği bu âlim her üç dilde de eserler vermişti ve "Arapça eserleri fasih, Farsça eserleri melih, Türkçe eserleri sahih idi"16

Türklerin İslâmiyeti kabulünden sonraki ilk dönemde ortaya koydukları Türk-İslâm Kültürünün ilk yazılı eserleri yanında, bir kısım kültür ürünleri vardır ki, bunlar çok sonraları yazıya geçirildi iseler de, asıl itibarıyla Türk-İslâm Kültürünün ilk dönem sözlü ürünleri arasında yer tutarlar. Bunlar içerisinde hemen hatırlanabilecek en önemli ikisi Satuk Buğra Han ile Manas destanlarıdır.

Bilindiği gibi Satuk Buğra Han, Karahanlıların ilk müslüman hükümdarıdır. Destan Satuk Buğra Han’ın İslâmiyeti kabulü, yayma çalışmaları, ailesi ve onun kerametlerinden dinî-millî bir karakterle bahseder. Manas Destanı ise, XI ve XII. yüzyıllarda Türkistan’da Yedisu çevresinde gelişerek meydana çıkmış, Karahanlılar döneminde devlete Subaşı olarak hizmet veren bir kahraman, Er Manas’ın İslâmiyet namına ve onun uğruna kâfirlerle yaptığı

mücadelelerden bahseder. Bu vesileyle kaydedilebilecek bir husus da, İslâmiyeti kabulün, Türkler üzerindeki derin tesirini ve bu kabulden sonra Türk-İslâm Kültür sentezini göstermesi açısından gerçekten dikkat çekici olan, İslâmiyet öncesi bir kısım Türk millî destanının kazandığı yeni görünümdür. Nitekim bu cümleden olarak, İslâm öncesi döneme ait Oğuz Destanı’nın İslâmî kabulden sonra yeni motiflerle süslenerek İslâmî bir içerik kazanmasını örnek olarak verebiliriz.

Buraya kadar Türklerin İslâm’ı kabulü ve Türk-İslâm Kültürünün oluşumu, ilk ürünlerinin ortaya çıkışlarını panoramik bir yaklaşımla ele almaya çalıştık. Bu sahanın genişliği yanında, bizim ifade etmeye çalıştığımız görüşlerin bazı ipuçları olmaktan öteye bir anlam taşımayacağına şüphe yoktur. Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî ve onun eserine gelince, burada bilhassa iki yönlü katkı dolayısıyla; Türkler arasında İslâmın yayılması ve mana açısından İslâmî, şekil açısından millî bir eser (güldeste) meydana getirilmiş olması dolayısıyla, Türk-İslâm Kültürünün oluşum ve gelişimindeki özel yerlerini daima göz önünde bulundurmak gerekecektir. Ahmed Yesevî geçmişteki bu önemli rolünü günümüzde de, büyük Türk-İslâm dünyasını birleştirmede bir abide şahsiyet olarak devam ettirmektedir.

(*) Bu makale Erciyes Üniversitesi tarafından düzenlenen (26-29 Mayıs 1993 Kayseri) Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu’na sunulan1 tebliğden geliştirilerek kaleme alınmıştır.

(**) A. Ü. İlahiyat Fakültesi.

(1) Ahmed Yesevî’nin gerek tarihî kişiliği ve gerekse menkıbevî şahsiyeti en geniş biçimiyle Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1981, s. 27-86; Aynı yazar, "Ahmed Yesevî", 1. A., I, s. 210-213) tarafından tesbit edilmiştir. Ayr. bkz. Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevî Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara, 1983, s. 14-26; Aynı yazar, "Ahmed Yesevî", TDV İslâm Ansiklopedisi, II. s. 159-161. Bu konuda yeni bazı görüşler için bkz. Muhammedrahim Carmuhammed-Uli, "Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen "Risale" Adlı Eserinin İlmî Değeri", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara. 1992, s. 13,20; Hamit Gulamoğlu Nigmetov, "Yesevî’ye Ait Bazı Seneler", Aynı yer, s. 69-74.

(2) Kemal Özergin, Dînî-Tasavvufî Edebiyatımızdan "Divân-ı Hikmet", Nesil, S. 45-46 (İstanbul Haziran- Temmuz 1980), s. 8-12.

(3) Bu konuda bkz. Kemal Eraslan. "Yesevî’nin Fakr-nâmesi". Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXII (İstanbul 1977), s. 45-120; Abdurrahman Güzel. "Ahmet Yesevi’nin Fakr-Nâmesi ile Hacı Bektaş Veli’nin Makalâtı Arasındaki Benzerlikler", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirilen, s. 33-43.

(4) Türklerin İslâmiyeti kabulü konusuyla ilgili olarak Emevîler donemi için Zekeriya Kitapçı, bu devreyle birlikte Abbasîler dönemi için Hakkı Dursun Yıldız’ın çalışmalarıyla Ekrem Pamukçu’nun doktora tezine (Abbasîlerin ilk Döneminde Siyasî, Askerî ve Kültürel Alanlarda Türkler (749-861), Ankara. 1990. Basılmadı) bakılabilir. Bu konuda geniş bibliyografik malumat için bkz. Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Ankara, 1992, s. 37-39.

(5) Konuyla ilgili olarak W. Barthold’un değişik çalışmalarında, bu arada Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (Yay. Haz. Kâzım Y. Kopraman-A. İsmail Aka, Ankara, 1975) adlı eserinde önemli bilgiler bulunmaktadır. Medreselerle ilgili olarak ayr. bkz. W Pedersen, “Mescid", î. A., VIII, s. 50-51; Ahıned Çelebi. İslâm’da Eğitinı-Öğretim Tarihi, Çev: Ali Yardım, İstanbul, 1976; ismet kayaoğlu. İslâm Kurumlan Tarihi, Ankara, 1985, s. 122-129; Cahit Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul, 1976. s. 6-7.

(6) Georges Marçaıs, "Ribât", 1. A., IX, s. 734-737. Tamamlayan Oktay Aslanapa, 1. A., IX, s. 737-738; Fuad Köprülü, "Vakfa Ait Tarihî Istalahlar Ribât", Vakıflar Dergisi, c. II (İstanbul 1974), s. 267-278; Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1977, s. 137-144.

(7) Kemal Eraslan, Ahmed-i YesevîDivân-ı Hikmetten Seçmeler, Ankara, 1983, s. 44-45; F. Köprülü, A.g e., s. 119 vd.; Aynı Yazar, "Ahmed Yesevî", 1. A., 1, s. 212 vd.

(8) F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 27 vd.; Aynı Yazar, "Ahmed Yesevî, î. A., I, s. 210 vd.; Kemal Eraslan, "Ahmed Yesevî" TDV Islâm Ansiklopedisi, II, s. 159-160; Mulıanunedralıım Carmu- hammed-Uli, "Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve O’nun Bilinmeyen "Risale" Adlı Eserinin İlmî Değeri", Milletlerarası Alımed Yesevî .Sempozyumu Bildirileri. Ankara. 1992, s. 61-67; Hamıd Gulaınoğlu Nıgnıetov, "Yesevî’yi Ait Bazı Seneler" Aynı yer. s. 69-74.

(9) Fuad Köprülü. Türk Edebiyatında tik Mutasavvıflar, s. 27-61.

(10) Fuad Köprülü, A.g.e., s. 149, d.not 39; Aynı Yazar, "Ahmed Yesevî", 1. A., I, s. 214.

(11) K. Eraslan, Ahmcd-i Yesevî Divan-ı Hikmetten Seçmeler, s. 39; Necla Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul, 1967, s. 70.

(12) Irène Melikoffun bir tebliğinde Divân-ı Hikmet yazmalarının çok eski tarihlere gitmemesini, Yunus gibi Ahmed Yesevî’nin şiirlerinin de, yazudan çok kulaktan kulağa iletilmesine bağlaması dikkat çekicidir. "Ahmed Yesevî ve Türklerde İslâmiyet", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirilen, Ankara, 1992, s. 62.

(13) Baymirza Hayit, "Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi", Aynı yer, s. 45-47.

(14) Umay Günay, "Ahmed Yesevi’den Hareketle Yazılı Kültürün Sözlü Kültüre Etkisi Konusunda Tes- bitler", Aynı yer, s. 25-31.

(15)Yusuf Ziya Kavakçı, XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Maveraiinnehirde İslâm Hukukçuları, Ankara, 1976.

(16)W. Baıthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 200.

KAYNAKLAR

Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı, İstanbul, 1988.

Ahmet Yaşar Ocak, "Anadolu Türk Halk Sûfiliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 7584.

Ahmet Yaşar Ocak, "Türk Kültüründe Ahmed-i Yesevî’nin Yeri ve Önemi", IX. Vakıf Haftası (Ankara 7-13 Aralık 1992) dolayısıyla sunulan tebliğ. Baskıda.

Baymirza Hayit, "Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 45-47.

Celal Sofiıoğlu, "Kur"an ve Hadis Kültürünün Kutadgu Bilig’teki İzleri", İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. V (İzmir 1989), s. 127-180.

Ekrem Pamukçu, Abbasîlerin İlk Döneminde Siyasî, Askerî ve Kültürel Alanlarda Türkler (749-861), Ankara, 1990, Basılmamış doktora tezi.

Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1981.

Fuad Köprülü, "Ahmed Yesevî", İ. A., I, 210-215.

Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980.

Hamid Algar, "Arslan Baba" TDV. İslam Ansiklopedisi, III. s. 400.

Hamid Gulamoğlu Nigmetov, "Yesevî’ye Ait Bazı Seneler", Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 69-74.

Hüseyin G. Yurdaydın, "Türk-İslâm Kültürüne Giriş", Diyânet Dergisi Hicret Özel Sayısı, Ankara, 1981, s. 249-283.

Hüseyin G. Yurdaydın, "İslâm Resminin Menşe’leri", AÜIFD., c. III, s. 3-4 (Ankara 1954), s. 31-55. . .

Irène Melikoff, "Ahmed Yesevî ve Türklerde İslâmiyet", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 61-67.

İsmet Kayaoğlu, İslâm Kurumlan Tarihi, Ankara, 1985.

Kemal Eraslan, "Ahmed Yesevî", TDV İslâm Ansiklopedisi, n, 159-161.

Kemal Eraslan, "Divân-ı Hikmet Nüshalarının Dili", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 21-23.

Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevî Divân-ı Hekmetten Seçmeler, Ankara, 1983.

Kemal Eraslan, "Yesevî’nin Fakr-nâmesi", Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXII (İstanbul 1977), s. 45-120-XV.

M. Kemal Özergin, Dinî-Tasavvufî Edebiyatımızdan "Divân-ı Hikmet", Nesil, S. 45-46 (İstanbul Haziran Temmuz 1980), s. 8-12.

Muhammedrahim Carmuhammed-Uli, "Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve Onun Bilinmeyen"Risâle" Adlı Eserinin İlmî Değeri", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 13-20.

Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971, c. I.

Necla Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul, 1967.

Umay Günay, "Ahmed Yesevî’den Hareketle Yazılı Kültürün Sözlü Kültüre Etkisi Konusunda Tesbitler", Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 25-31.

W. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, Haz. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, 1981.

W. Barthold, "Buhârâ", İ. A., II, 761-768.

W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Haz: Kâzım Y. Kopraman A. İsmail Aka, Ankara, 1975.

Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da İslâmiyet ve Türkler, Konya 1981.

Zeki Velidi Togan, "Yesevîliğe Dair Bazı Yeni Malûmat", 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul, 1953, s. 523-529.