Makale

CAMİ EĞİTİMİ

CAMİ EĞİTİMİ

Yrd. Doç. Dr. Hasan ÇELİKKAYA *

I- EĞİTİM NEDİR?

A- Kelime olarak: Sözlük yönünden ele alındığında eğitim; terbiye, yönlendirme, yetiştirme, şartlandırma, uygulama, alıştırma, geliştirme, öğrenme, öğretme veya, öğrenim, öğretim, Eğitim Bilimi, pedagoji ve benzeri anlamlara gelir.

B- Bilim olarak: İlmi açıdan ele alındığında da eğitimi:

1- Sosyal Bilimler Eğitimi,

2- Fen Bilimleri Eğitimi.... şeklinde gruplândırmamız mümkün olduğu gibi;

1- Konusu canlılar (insan, hayvan, bitkiler) olan bilimler eğitimi,

2- Konusu cansızlar (maddeler) olan bilimler eğitimi... şeklinde de düşünmemiz ve bunları da yine kendi içerisinde şıklandırmamız mümkündür. Yani canlı veya cansız varlıkların bir düzene sokulması, yetiştirilmesi veya geliştirilmesini v.b. öğretmek demektir.

C- Terim olarak: Bu açıdan bakıldığında da eğitim, toplumla insan eğitimi anlamında yerleşmiştir. Meselâ "Eğitim Fakülteleri" denildiğinde, daime öğretmen yetiştiren fakülteler anlaşılır. Kezâ: "Eğitimde kalite düşüyor..."; "Eğitimde kalite yükseliyor." veya "Eğitime önem vermeliyiz..." derken, hep insan eğitimi kastolunur. Söyleyen de, dinleyen de tereddütsüz, bunu kasteder ve bunu anlar; hiçbir zaman hayvan eğitimi veya madde eğitimi anlaşılmaz. O tür eğitimler için ayrıca: "Hayvan Eğitimi" veya "Teknik Eğitim" gibi konuyu açıkça ifade eden tâbirler kullanılır. 1

D- Tarifi: Eğitim; öğrenmeye bağlı bir olay ve olgu olduğundan, öğrenmenin de kesin ve net bir tarifi yapılamadığından ve üstelik eğitim, âliminden cahiline, şehirlisinden köylüsüne kadar herkesi ilgilendiren bir özellik taşıdığından... kesin ve net bir tarifi de yapılamamaktadır. Eğitimciler kadar eğitim tarifi, hatta vatandaş sayısınca eğitim tarifi var denebilir.

Bununla beraber eğitimi: "Önceden belirlenmiş amaçlar istikametinde nesilleri yönlendirme ve yetiştirme çalışmasıdır" veya "bu yönlendirme ve yetiştirmenin ilmini, tekniğini, taktiğini v.b. öğreten bir ilimdir...." şeklinde de tarif edebiliriz. 2

E- Kitle İtibariyle: Bu açıdan bakıldığında da eğitim;

1- Ferdin eğitimi,

2- Toplumun eğitimi veya:

1- Okul eğitimi,

2- Halk eğitimi

şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

İşte câmi eğitimide bir çeşit halk eğitimi demektir. Hiçbir şartın aranmadığı, câmiye gelen her yaş ve cinsteki müminlere yapılan bir eğitimdir. Temel konusu din, özellikle Islâm’ı tanıtmak ve hükümlerini öğretmek olmakla beraber metot ve ilkeler yönünden objektiftir (ev-renseldir). Halk Eğitimi Biliminin kurallarına tabidir.

Bu sebeble cemaate hitap eden hatiplerin (imam, müftü veya vâizlerin), dini, sadece bilmeleri yetmez; bunun en etkili, en doğru, en kolay, en açık bir şekilde nasıl öğretilebileceğini (halk psikolojisini, halk eğitim metotlarını) da çok iyi bilmeleri ge­rekir. Hatiplerimizde müşâhede edilen en büyük eksiklik ve dolayısıyla bizim bu yasımızda üzerinde durmak istediğimiz konu da bu husustur.

(*) M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi

(1) Tabiî olarak kelimelerin terim anlamlan da zamanla ve toplumlara göre değişebilir.

(2) Hayvanı ve maddeyi de eğiten (yönlendiren) yine insan olduğundan, kanaatımızca bu tarfimiz en güzel ve en uygun bir tanım olmaktadır.

II- HALK EĞİTİMİ NEDİR?

A- Kelime olarak: "Halk" kelimesi Arapça menşelidir, yaratmak3 ,yaratık, yaratıklar (mahluk) anlamlarına gelir.

B- Terim olarak: Halk; milletin teşkilatlanmamış şeklidir. Yani bir ülkede yaşayan insanların toplamı, kısacası toplum veya bir ülkede yaşayan tek tek her insan, her vatandaş v.b. demektir. Dolayısıyla Halk Eğitimi de okul dışı eğitim veya vatandaş (kitle) eğitimi anlamlarını taşırt.

Başka bir ifade ile halk; normal eğitime (okula) devam etmeyen, edemeyen veya normal eğitim (okul) çağı geçmiş insan veya insanlar demektir. Halk eğitimi de örgün eğitimde olmayan veya örgün eğitimdekiler de dahil olmak üzere, örgün eğitimde olmayan; yaşlı-genç, kısacası yaş farkı, tahsil farkı, statü farkı, cinsiyet farkı v.b. aranmaksızın her vatandaşa uygulanan bir eğitim demektir.

C- Özellik olarak: Halk eğitimi, normalde plânsız ve programsız bir eğitimdir ve bölgeseldir. Plân ve programı ihtiyaç anında, ihtiyaç kadar yapılır. Halkı belli bir konuda aydınlatma, belli bir seviyede bilgi ve beceri kazandırmak için yapılan her türlü faaliyet birer halk eğitimi demektir.

Mesalâ: Halk Eğitim Merkezlerince ve çeşitli kurumlarca açılan her türlü kurslar (kısa süreli eğitimler); konferanslar, mitingler, konuşmalar, açık oturumlar ve benzeri bilgilendirme veya becerî kazandırma çalışmaları; câmilerde okunan hutbeler ve yapılan vaazların hepsi halk eğitimine birer örnektir.

III- CAMİ EĞİTİMİ

Câmi eğitimi; yukarıda da belirttiğimiz gibi, câmide veya câmilerde, mescidlerde yapılan bir din eğitimi demektir. Burada dinden, dinin lüzumundan, hak ve batıl dinlerin varlığından bahsedildiği gibi, özellikle İslâm Dininin inançlarından, hükümlerinden ve ahlâk kurallarından bahseden, bunları öğreten ve takviye eden bir konuşma ve telkin yapılır. Burada eğitimci olarak görev yapan din adamlarının (özellikle müftü ve vâizlerin) metot ve cemaat yönünden son derece dikkat etmeleri gereken hususlar vardır. Şöyle ki:

A- Cemaatin özellikleri:

1- Yaş ve tahsil farkı vardır,

2- Zenginlik ve fakirlik farkı vardır,

3- İşçi, âmir-memur gibi statü farkı vardır,

4- Akıl ve zekâ farkı vardır,

5- Anlayış, kavrayış ve yorumlama farkı vardır,

6- İlgi ve dikkat farkı vardır,

7- Erken ve geç gelme farkı vardır,

8- Dolayısıyla konuyu bütün olarak kavrayamama olayı vardır,

9- İstekli veya isteksiz dinleme olayı vardır,

10- Yorgun ve dinç olanlar vardır,

11- Dolayısıyla uyuklayanlar ve bir noktada uyananlar vardır,

12- Zihni boş (selâmet) ve zihni dolu (meşgul) olanlar vardır,

13- Dolayısıyla dalgın olanlar da olabilir.

14- Huzursuz ve huysuz insanlar olabilir,

15- Öğrenmek için değil, tenkit için, konuşanı imtihan etmek için gelenler bulunabilir,

16- Haftada, ayda veya yılda bir defa (cenaze veya bayram dolayısıyla) gelenler bulunabilir,

17- İbadette samimi olmayan gösterişçi (mürai, riyâkâr) insanlar da olabilir,

(3) Nitekim Allah’a, yaratıcı anlamında Hâlık denir. Kezâ ahlâk kelimesi de aynı köktendir ve yaratılışa uygun (iyi) davranışlar anlamına gelir (bkz. Kur’an, Kalem Suresi: 4).

(4) Bu konuda geniş bilgi için Halk Eğitimi kaynaklarına bakılabilir.

18- Hatta içten inanmadığı halde dıştan inanmış görünen (münafıklar) bile bulunabilir,

19- Bilgili müslümanlar kadar, bilgisiz (âdete göre, taklidi iman sahibi) müslümanlar da vardır, hatta çoğunluktadır, denebilir.

20- Hadis-i şeriftede belirtildiği gibi, cemaat içinde hasta, sağlam, yorgun, çok yaşlı ve (işçi, memur ve öğrenci v.b., yolcu niteliğinde) acele işi olanlar bulunabilir.

Kısacası cemaat içinde bu ve bunlara benzer daha nice farklı nitelikler taşıyan insanlar vardır veya bulunabilir.

İşte bütün bu güçlükleri birinci plânda dikkate almak ve ona göre eğitim yapmak halk eğitimcisinin (vâiz veya müftünün, din görevlisinin) ilk ve temel görevi olmalıdır. Bu açılardan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatı (hitabeti) incelendiğinde de çok dikkat çekici ve uyarıcı hususlar görülecektir.

B- Metot yönünden:

Câmi eğitimi, anlatım metodunun (pasif

metodun) hakim olduğu bir kitle eğitimidir. Dolayısıyla son derece karmaşık, son derece zor ve o nispette de dikkat isteyen bir eğitim şeklidir. Şöyle ki:

1- Cemaatte belirli bir yaş, bilgi ve beceri (kabiliyet) eşitliği bulunmadığından, örgün eğitimdeki "Çocuğa göre öğretim" ilkesini uygulamak mümkün değildir. Bu nedenle: "Basitten mürekkebe"; "Müşahhastan mücerrede" ilkelerine önem verilmeli; cümleler kısa; örnekler basit; kelimeler, herkesin rahatça anlayabileceği gruptan seçilmelidir.

2- Cemaatte bilgi ve eğitim farkına bağlı olarak farklı anlama ve yorumlamaların ortaya çıkabileceği, doğru sözlerin bile yanlış anlaşılabileceği düşüncesiyle "muhtelefün fih" dediğimiz, ihtilaflı konulardan, daha doğrusu ihtilafların yine ihtilaflara sebebiyet vereceği endişesiyle, bunlardan kaçınmaya; "müftabih" veya "müttefekun aleyh" olan hüküm ve konuları işlemeye özen gösterilmelidir. İhtilaflı konular, ilgi duyanlara ayrı olarak izah edilmelidir.

3- Akademik konular, yani mütehassısları ilgilendiren konular ve yine yukarıda bahsettiğimiz ihtilaflı konular, câmiye aktarılmamalıdır. Bunlar örgün eğitim ku- rumlarında öğretmen-öğrenci arasında işlenmeli ve uzmanları arasında tartışılmalıdır. Aksi takdirde böyle konuları halka (ehli olmayana) açmak, faydadan çok zarar getirebilir; ittifaktan ziyade ihtilafı artırabilir. Halbuki eğitimin amacı töplum- da ve müslümanlar arasında ittifakı, kaynaşmayı, dolayısıyla huzuru ve kuvveti sağlamaktır; onları ma’nen bir vücut haline getirmektir.

4- Câmi cemaati, okul öğrencisi gibi, hergün karşımızda olmayacağından, hatta yolcu olarak, belki bir defa bulunup tekrar bulunmayacağından ve konuyu da baştan sona, zaman ve ilgi itibariyle, aynı derecede takip edemeyeceğinden, vâiz; her bildiğini aktarmamak veya konu ile ilgili ilmihaldeki her hükmü sıra ile okumamalıdır. Bunları süzgeçten geçirmeli ve cemaate lazım olanı söylemelidir.

Hoca efendilerin vaaz ve hutbelerinde yaptıkları hatalar bilgi hatasından ziyade metod hatasıdır. Eğitilenleri tanımama hatasıdır. Başka bir ifade ile halk psikolojisinden ve kitle eğitim metotlarından mahrumiyetleridir.

Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için bu ve benzeri noktalara da son derece dikkat edilmesi gerekmektedir. Hükmü aktarmadan önce sonucunu düşünmek ve ona göre hareket etmek daha doğru ve daha İlmî bir hareket olur. Cami eğitiminde de halk eğitimi metotları geçerli olduğundan öncelikle müftü ve vâizlerden başlamak üzere tüm din görevlilerine, konusu halk eğitimi olan birer hizmet içi eğitim kursları uygulanmasının yerinde olacağı ka- naatındayiz.

5- Hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi cemaatin içinde yaşlı, hasta, çocuk, işçi, çiftçi, âmir, memur, öğretmen, öğrenci... kısacası camide uzun süre kalmaya tahammülü olmayan ve zamanı çok sınırlı insanlar vardır. Hatta büyük şehirlerde görüldüğü gibi câmiye sığmayıp da sokakta, sıcakta, soğukta, yağmur veya kar altında namaz kılmak zorunda olanlar da vardır.

O halde cemaati kaçırıcı değil, çekici tavır içinde olmalıyız. Bunun için de imkân nispetinde namazı hafif (ki genellikle böyledir), hutbeleri kısa, hem de son derece kısa ve vaazları da ezan ile bitirmek hem ilmi, hem de dinî yönden gereklidir. Bu konuya son derece ama asla ihmal edilmeyecek derecede dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu hususta son zamanlarda ferahlatıcı gelişmeler görülmekle beraber, yeterli değildir. Bu titizliğe devam edilmelidir. Aksi halde huzurlu ibâdete engel olduğu gibi, psikolojik yönden de cemaatin ilgisini çekmez, hatta sıkıntıya sebep olur. Ezandan sonraki konuşmalar artık cemaatin ilgisini çekmez olur; cemaat: "hoca efendi sözünü ne zaman bitirecek ki?..." beklentisi içine girerler; anlatılana değil, hoca efendinin gözüne bakarlar ve bitirmesini beklerler.

Vâizlerimizin bir kısmını ezana doğru toplanan cemaati fırsat bilerek sözü uzatmaya çalışıyorlar. Ama bu hareket çok yanlıştır. Vakti müsait olan ve dinlemeye istekli olanlar zaten daha önceden geliyor ve konuşmayı baştan sona dinliyorlar. Eğer bir kişi ezana doğru geliyorsa ya vakti yoktur, ya da dinlemeye istekli değildir demektir. O halde onu daha fazla camide tutmaya çalışmak hizmet değil, o kişiye eziyet demektir. Ayrıca ezanla beraber veya ezandan sonra konuşmaya devam etmek, ezan ibâdetinin mânevî huzur ve haşmetini kaybettirmektedir. Onun için sözü ezanla bitirip cemaatle beraber huşû içinde ezanı dinlemek ve bu yüksek huzur ve huşû içinde namaza durmak, hem İlmî, hem de dinî kurallara daha uygun düşmektedir. Evet, önemli olan bu kuralları bilmek değil, uygulamaktır.

Hatta birkaç sene önce büyük şehirlerimizden birinin garaj câmisinde Cuma namazı kılmak icap etti. Ancak karşılaştığım manzara şu anlatmak istediğimiz kuralların tam tersi idi. Birkaç kişi bu sebepten olacak namazı bekleyemeden, hutbenin yarısında kalkıp gitmek zorunda kaldılar.

6- İmam ve vâizlerimizin hatta bütün din görevlilerinin ilmi gelişmelerini artırmak için vaaz ve hutbelerini hür ve o haftaki cemaatin ihtiyaçlarına göre hazırlamaları, bu hizmetin ruhuna daha uygun düşmekle beraber, ülkenin her yanındaki müslümanların dinî bilgilerini ve olayları dinî açıdan değerlendirmeleri konusundaki görüşlerini azami derecede artırmak ve eşitlemek, dolayısıyla düşünce birliğini imkan nispetinde sağlayabilmek amacıyla, Diyanet İşleri Başkanlığınca, rehber mâhiyetinde program gönderilmesi, örnek hutbelerin yayınlanması da yarardan hali değildir.

7- Câmi eğitiminde öğrenci cemaattir, câmiye gelmiş olan müminlerdir. Yoksa dışarıdaki, sokaktaki dolaşanlar, câminin semtine bir turist olarak bile uğramayanlar, hatta dinin düşmanı olanlar değildir. Bu nokta iyi kavranılmalıdır. Bunun için de:

a) Hoperlörlerin sokağa verilmesi veya sesinin yüksek açılması; vâizimizin de yüksek tondan konuşarak camiyi âdetâ miting meydanına çevirmesi, kanaatımızca uygun düşmemektedir. Bu hâl hem gösterişe kaçabilir; hem çevreyi rahatsız edebilir; hem de bir fitneye sebep olabilir.5

Ayrıca çok zaman da hoperlörlerin, cami içinde gereksiz yere, yani hoca efendinin sesinin cemaat tarafından rahatlıkla duyulduğu halde bir moda olarak kullanılması ve üstelik yüksek tona ayarlanması, hoca efendilerin de sanki sağıra duyurmak ister gibi âdetâ bağırarak, heyecanlı ve hızlı konuşmaları neticesinde hem cami yüksek bir gürültüye boğuluyor; hem de sözler anlaşılmaz hâle gelerek sıkıcı, kafa şişirici, rahatsız edici bir durum oluşmaktadır. Böylece caminin mânevî huzuru ihlal edilmektedir.

b) Kezâ cemaat, hâl diliyle, hoca efendinin karşısına diz çökmek suretiyle demek istiyor ki: "Hocam; ben miislümanım bana dinimi öğret, bana dinimin hayat ölçülerini ve ibâdet kurallarını öğret...

(5) Burada senelerce önce vâiz Mehmet Çiçek ile bir cenaze dolayısıyla cami bahçesine gelen Prof. Hüseyin Nail Kübalı arasındaki mahkemelik olay unutulmamalıdır.

Yüksek İslâm Enstitüsünde, şimdi rahmetli olan tasavvuf dersi hocamız Mahir İz, derslerinde bu konuya ısrarla değinir ve bizlerde iz bırakan meşhur sözünü söylerdi: "Oğlum, cami dışına yumruk sıkmayınız.. Sizi dinlemeye gelen cemaatinize bir şeyler öğretin. Cemaati his ve heyecana boğmayın. Vaaz ve hutbeleriniz biraz da öğretici olsun. Camiden çıkan sizden bir şeyler öğrenmiş, bir ölçü alarak çıkmış olsun ki, o ışık ile kendi yolunu aydınlatarak her önüne çıkan engelde size ihtiyaç duymadan yürüyebilsin. Yoksa namazdan sonra "Bugün ne öğrendin, hoca efendi ne anlattı?" v.b. dediklerinde "Efendim, hoca efendi çok derin konuştu; çok yüksek konuştu; siyasileri bile yerden yere serdi..." gibi, yine de kuru bir heyecan tatmininden başka, yeni bir şey kazanmadığını; kör ve topallığının devam ettiğini gösteren ifadelerde bulunmasın..."

"...Üstelik imamla ve cemaatle belki de hiç alakası olmayan dışardaki kimselerin günah, isyan veya küfür örnekleriyle kürsüyü meşgul etmek, o yüce Peygamber makamının kudsîyetini ihlal etmek demektir... Bu ince noktaları asla unutmayınız..."

Vaaz ve hutbeler elbette yerine göre, konusuna göre, zamanına göre, hislere de hitap etmeli, imanı kuvvetlendirici nitelik taşımalı, telkinci olmalıdır. Ancak cemaati hisse ve aktüaliteye boğmamalıdır; biraz da dinin hükümlerini, en azından İslâm ahlâkını ve ilmihal bilgilerini öğretici olmalıdır; akla ve mantığa da hitap etmelidir, müminlere tahkiki iman yolunu açmalıdır. Böylece câmilerimizi okul (dershane) havasına (asıl görevine) dönüştürmüş oluruz... Demek istediğimiz budur. Yoksa heyecan ve aktüaliteyi iptal edelim, değil.

8- Câmi dışına yumruk sıkmanın, konuşmaları hep heyecan ve aktüaliteye boğmanın diğer bir mahzuru da ucuz kahramanlığa, dolayısıyla ilmi tembelliğe yol açabileceği endişesidir. Bu nokta da gözden uzak tutulmamalıdır. Bu davranışlarla, sanki İslâm’ın ilmi yönü, idari yönü, hukuki yönü, ahlâkî yönü, eğitim yönü, aile yönü v.b. yokmuş gibi bir hava da verilmiş oluyor, cemaat âdeta bu konularda gevşetiliyor, denebilir. Tabii cemaati bu konularda aydınlatabilmek için din görevlisinin de bu konularda uzman olması, ciddi ve sürekli çalışması, kendini yenilemesi, ilmi seviyesini yükseltmesi gerekir ki, bu da bir bakıma düşüncelerin duygulara hakim olması demektir ki, kanaatımızca esas kahramanlık ve mücahidlik işte budur.

Böyle hep duygulara hitap eden heyecanlı hatiplerimiz âdeta kendilerini parçalıyorlar. Ama söylediklerinde ise hiçbir değişiklik yok. Aynı cümleleri değişik kelimelerle tekrarlıyorlar. Psikolojik yönden değerlendiriyor ve diyorum ki: "Hoca efendinin böyle yapmakla amacı cemaate bir şeyler öğretmek değil, kendini reklâm etmektir..." Evet, doğrudan ve açık olarak böyle bir şey belki söz konusu değildir ama dolaylı olarak böyle bir hükmü verdirtmek pekâla mümkün olmaktadır.

9- Özellikle son zamanlardaki yapılan vaaz ve hutbelerde gözden kaçırılmaması gereken bir husus daha vardır ki, o da; ortaklaşa ve ağırlıklı olarak dinin dünyaya ve topluma ait faydalarından bahsedilip, onun esas alâmeti farikası olan Ahiret’ten, Mahşerden, Cennet’ten, Cehennem’den ve İlahi Mahkeme’den v.b. uzak durulması, âdeta kaçınılmasıdır. Bu hal, bir din görevlisi için son derece üzücü bir durum sayılmalıdır. Din, her şeyden önce Allah’tır, ahirettir; yani imandır. Onun için din görevlisinin birinci amacı müminleri Ahiret imtihanını kazanmaya hazırlamak olmalıdır ve konuşmalarında bu konulara kesinlikle ağırlık vermelidir. İslâm’ın amacı sadece dünya insanı yetiştirmek değil, ondan önce Ahiret insanı yetiştirmektir. Vaaz ve hutbelerimizde asla bu ince noktayı kaybetmemeliyiz.

Kur’anı Kerim’de de, iyi dikkat edilirse Ahiret ve kıyametle ilgili âyetler daha çoğunluktadır. Bir din görevlisi için bu husus, asla ihmal edilmemelidir.

10- Diğer bir husus da din görevlilerinde müşâhede edilen memur zihniyetidir. Bu da kanaatımızca din görevlilerine yakışmayan, yakıştırılmayan veya yakıştırılamayan bir durumdur. Bir din görevlisi öncelikle maaş ve memurluk kanunlarına göre değil, dininin emirlerine göre vazife yapmalıdır; bunu benimsemeli buna gayret etmelidir. Yani ömürlerinin sonuna kadar irşad görevi ile yükümlü olduklarını, gece-gündüz, yaz-kış demeden cemaate, bütün müminlere ve çocuklarına faydalı olmayı düşünmeli, bu şuur içinde az ve kısa da olsa belirli ama devamlı olarak eğiticilik ve öğreticilik yapmalıdırlar.

En azından bir ilmihal kitabı alarak oradaki bilgileri okuyarak aktarmayı en alt seviyedeki bir din görevlisi de pekâlâ yapabilir. Hizmette ihlâs ve cihat ruhu bunu gerektirir. Bu görev yapılmıyorsa (ki çoğunlukla yapılmıyor), açık söyleyelim; bu, tamamen tembelliktendir. Bu konuda hiçbir mazeret ileri sürülemez. Bir din görevlisi, her şeyden önce Dininin görevlisi olduğunu asla unutmamalıdır, kendisini sıradan bir memur kabul etmeye hakkı yoktur.

Hizmet şuurundaki kardeşlerimizi tebrik ve takdir etmemek mümkün değildir. Onlar görevlerinin bilinci ve cemaatlerinin kıymetini bilici insanlar demektirler. Gerçekten de bu cemaat nimeti İslâm’ın dışında hiçbir inanç sisteminde yoktur. Günlük ihtiyari, haftalık ise mecburi (Cuma namazı) farz kılınmıştır. Din görevlilerimiz için bu cemaat Allah’ın bir nimetidir. Şükrü, onun iyi değerlendirilmesidir. Cemaati gönderen Allahü Teâlâ’dır. Bize sadece eğitme görevi verilmiştir. Bunu da yapmazsak, biz neyin görevini yapıyoruz?

Şurasını da hatırlatmakta yarar görüyorum: Eğer İslâm’daki bu cemaat nimeti misyonerlerin veya materyalistlerin elinde olsaydı, korkarım kısa sürede dünyanın altını üstüne getirirlerdi... Toplumu o derece değiştirirlerdi.

11- Nihayet câmi eğitimini daha yararlı ve bütünleştirici kılmak için idarecilere düşen görevleri de şöyle özetleyebiliriz:

a) Hâli hazırda yapılmakta olan mahalli müftülerin din görevlileriyle haftalık toplantıları devam etmelidir.

b) Bu toplantılar ayda veya belirli aralıklarla uygulanacak seminerler haline dönüştürülmelidir.

c) Yine ayda bir olsun il müftüleri, ilçe müftüleri ve vâizleriyle muntazam toplantılar yapmalıdırlar.

d) Keza Diyane İşleri Başkanlığı da yılda bir defa olsan vilayet müftüleriyle bir toplantı yapmalıdır.

e) Mümkün olduğu kadar hizmet içi eğitim kursları yaygınlaştırılmalı.

f) Halen yürütülmekte olan Haseki’deki yüksek ihtisas eğitimi daha da genişletilerek devam ettirilmelidir.

g) Yurt dışındaki görevlilerle de sene de bir toplantı yapılmalıdır.

Ve daha buna benzer hizmetler ve tedbirler sürdürülmelidir.

12- Bir de câmilerde hutbelerden sonra sık sık şahit olduğumuz çeşitli duyurular var. Konusu ne olursa olsun, hutbe bittikten sonra tekrar dünya kelâmına dönmek, hutbenin mânevî etkisini kaybettirmekte, caminin İlâhi havasını (huzurunu) bozmaktadır. Hutbenin bitimiyle birlikte artık cemaat psikolojik olarak namaza hazırlanmakta ve ilgisini İlâhi âleme daldırmaktadır. İşte bu mânevî havayı bozmadan Allah’ın huzuruna (namaza) durmak çok daha uygun olur. Dünya ile ilgili, neşriyatla ilgili, câmilere yardım ile ilgili ve benzeri her türlü duyuruları vaazlarda yapmak daha doğru olur. Bu mümkün olmamışsa hutbeden sonra değil, hutbenin devamında (Türkçe kısmında) bir bağlantı kurarak duyurulmalıdır; ancak bunun da sık sık (her hafta gibi) değil, ara sıra yapılması normal karşılanabilir. Aksi takdirde câmiye mânevî gıda ve huzur almak, İlâhî âleme dalarak dünya sıkıntılarını bir an için olsun atmak veya hafifletmek ve yeni bir enerji kazanmak için gelen cemaat, bu arzusuna da ulaşamadan dönmüş olurlar ki, bu da bir din görevlisinin amacı ile çelişir.

Bu noktalara da dikkat edilmesinde büyük yararlar vardır. Özellikle dışarıda yeteri kadar dini gıda alamayan, aksine bu gıdayı almanın mücadelesi ile bunalan cemaatimizi, câmilerde bari olsun, azami derecede doyurmaya çalışmalıyız. Bu, bizlerin en tabii bir görevidir.

Ayrıca bu duyuruların bazılarının belli bir oranda ticareti (menfaat veya maddiyatı yani kitap veya dergi satışları gibi konuları) veya kayıp ilânı gibi hususları ilgilendirenleri bulunduğundan, bu durumun da yine Sünnete aykırı olacağı (Riyazüs Salihin, c.3, s. 236-238) unutulmamalıdır.

13- Hutbelerin, önceden hazırlanarak yazılı olarak okunmasında da büyük yararlar vardır. Böylece hem hata yapmaktan koru- nulmuş olunur; hem de zamandan kazanılmış olur. Yani az zamanda çok şeyler öğretilme imkânına kavuşmuş oluruz.

Halbuki irticâlen (ezbere) yapılan hutbede aksine hem hata yapma ihtimali daha yüksektir; hem de konunun dağılması, gereksiz tekrarlar ve heyecan ile zamanın boşa harcanması ve uzatılması daha yüksek bir ihtimaldir.

14- Kezâ hatiplerimiz veya vâizlerimizin Hz. Peygamber (s.a.v.)in hayatını anlatmaya ve Ashab-ı Kiramın, İslâm Büyüklerinin hayatlarından cemaate yol gösterici menkıbeler anlatmaya da özen göstermelerinde büyük yararlar vardır. Bunlar yaşanmış olaylar olduğu için daha etkilidirler, cemaatte iz bırakırlar. Çünkü aksini iddia mümkün değildir. Bundan dolayı bu olaylar çok yüksek birer tesir gücüne sahip bulunmaktadırlar.

Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir: Örnek hikâyeler seçilirken, bunların, ümitle beraber mümini Ahirete hazırlayıcı ve dünyada da mükemmelliğe götürücü niteliklerde olmalarına önem verilmelidir; yoksa cemaati bedava Cennete gönderici gibi bir anlam verenlerden değil. Daha doğrusu hatip, öğütlerini hep böyle bir havaya sok- mamalıdır.

15- Câmi eğitiminde dikkat edilmesinde yarar görülen diğer bir husus da şudur:

Toplumda ferdin görevleri ile devletin görevlerini iyi ayırt etmek gerekir. Doğrudan doğruya devleti ilgilendiren, onun yapması gereken ve ancak devletin gücüyle başarılabilecek işleri, siz tek tek müslümanlara (cemaatinize) devamlı yüklemeye kalkarsanız, cemaati neticede psikolojik yönden, bunalıma sevk edersiniz. Bu, müslümana hizmet değil, zulüm olmuş olur. Meselâ faiz, içki, kumar, zina ve rüşveti önleme, hırsızın ve katilin cezasını verme ve daha buna benzer nice olaylar ancak ve ancak devlet gücüyle hallolabilir. Üstelik bu anlatılmak istenenlerin dinen yasak şeyler olduklarını hemen hemen bilmeyen hiçbir müslüman da yoktur, denebilir.

Onun için cemaatin moralini bozmadan, bil’akis ona daha da güç vererek İslâmî öğretmek; dine ve müminlere hizmet edebilmektir. Hizmetteki gerçek başarı işte budur.