İSLÂM MEDENİYETİNE TÜRKLERİN HİZMETLERİ (*)
Yazan: Prof. Dr. Mahmûdü’n-NAHHAS (Kahire Üniversitesi Profesörlerinden)
(*) 1970 yılı kültürel mübâdele programı çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın özel davetlisi olarak yurdumuzu ziyaret eden ve bu vesile ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Doktora salonunda 14 Eylül 1970 günü müellifin Fransızca olarak verdiği konferansın Türkçeye tam tercümesidir.
Muhterem hanımlar, muhterem beyler! İslâm Medeniyetine Türklerin hizmet ve iştirâklerinden bahsetmezden evvel, ilk olarak “Türk” deyiminden ve sonra “İslâm Medeniyeti”nden ne anlıyoruz bunu göstermemiz îcâb etmektedir.
- “TÜRK” DEYİNCE NE ANLAŞILIR?
Türklerden bahsedebilmemiz için milâdî 8. asrın başlarına kadar gitmemiz ve “Türklerin Ülkesi” anlamına gelen Türkistan’a bir bakış atfetmemiz lâzım gelmektedir. Muhakkak ki işâret ettiğimiz 8. asırdan daha gerilere de gitmemiz ve bu eski devirlerde bir Türk olarak mevcudiyet kazanmalarından itibaren Türklerin medeniyet izlerini takip etmemiz mümkündür. Fakat biz bugünkü konferansımızda Müslüman Arapların büyük Semerkant şehrine vardıkları ve bu sûretle sadece Semerkant’ta değil, içinde geniş toprakların yer aldığı Türkistan’da ve bu ciddî, sağlam ve harbci ırkın birçok kabileleri arasında İslâm’ı yaymak üzere ülkede ilk olarak gözüktükleri târih olan 712 senesinden sonrası ile meşgul olacağız.
Dünya târihini kendine konu edinen eserler, bu yiğit milletin üstün meziyetleri, kültür ve medeniyetlerinin pek azından bahsetse bile biz, Orta Şarktaki büyük "milletler âilesi"nin âzâları olarak, Arap ve İslâm milletine, 9. ve 10. milâdî asırlardan günümüze kadar her sahada büyük hizmetleri geçmiş olan bu ırkın hâtırasını hürmet ve samimiyetle yâd etmemiz îcâb eder.
2. BAZEN “ARAP”, UMÛMİYETLE DE “İSLÂM MEDENİYETİ” DİYE ADLANDIRILAN MEDENİYET CAMİASINDAN NE ANLIYORUZ
Gerçekte bu, Orta Şark milletlerinin ve bunların hars ve kültürlerinin “İslâm” denen yeni bir ideal ve müşterek dil olan “Arapça” etrafında toplanmalarının bir bütünüdür.
İslâm, milâdî 610 yılında Peygamber Efendimiz Muhammed (sas)’in hemşehrilerini tek Allah inancı etrafında birleşmeye çağırmasından itibaren ortaya çıkar. Fakat O, 632 yılında irtihâl-i dâr-ı bekâ ettiğinde, bütün Arap Yarımadası İslâm Dîni etrafında toptanmış bulunuyordu. Bu din, birbiri arkasına dalgalar halinde ilerleyen bu müslümanlar tarafından yeryüzüne yayılmıştır.
638 yılında Suriye ve Irak, ayrı iki cephede aynı zamanda harp eden iki ayrı İslâm ordusu tarafından fethedildi. Mısır 640’ta, İran 641’de müslümanların idaresi altına girdi; aynı ordular, bu defa 665 senesinden itibaren Şimalî Afrika’da İlerlemeye başladılar ve bu yolla 711’de Ispanya’ya geçtiler. Yürüyüşlerine devam ederek, bugünkü Fransa’nın yarısını elleri altına aldılar. İslâm’ın bu bahadır akıncıları her yönde muzafferane ilerlediler ve cenupta Sudan ve Orta Afrika içlerine sarktılar; Doğuda İran’ı aşarak Afganistan ve Şimâlî Hind Kıt’asına girdiler; Cenûb-u Şark’da deniz yoluyla Endonezya Adalarına ve arkasından Filipinler’e çıktılar ki bu sonuncu adalar, Binbirgece Masallarında Vak-Vak diye zikredilmektedir.
Nihayet bizi daha çok ilgilendiren, Şimalde, 712 yılında Semerkant’ı İslâm’a kazandırdılar. Kısa bir müddetin geçmesi üzerine bu bölgedeki Türk kabilelerinin başkanları, kendi arzu ve istekleriyle fevc fevc bu yeni dine girdiler. Onlar bu sûretle, aynı iman, aynı dil ve aynı kültürün meydana getirdiği büyük "milletler âilesi"ni teşkil eden birçok diğer müslüman toplulukla kardeşlik bağları kurdular.
Bu noktada durup, o devrin iki muazzam imparatorluğunun gerçekleştirdiği şaşırtıcı muvaffakiyetin sırrını araştırmak ve İslâm imparatorluğu’nun pek kısa zaman içerisinde gelişip yayılmasını ve dört uzun asır boyunca bu yapının gösterdiği sağlamlık ve istikrar âmillerini tetkik edip göstermek mecburiyetindeyiz.
Tarihte muhakkak ki bir İskender’in, bir Napolyon’un muzaffer yürüyüşleri ile tesis edilmiş birçok büyük imparatorluklar biliyoruz. Fakat bunlar büyük başkanlarının ölümünü müteakip hemen, hattâ ölümlerinden birkaç gün evvel yıkılıp gitmişlerdir. Romalılarınki de dâhil hiçbir büyük medeniyet, ne asırlar boyu devam etmesi, ne ilim ve edebiyat ve ne de kültürün her sahasındaki mahsulleri bakımından, İslâm Medeniyeti ile kabil-i kıyastır.
Gerçekte bu askerî ve gayet zengin kültürel yayılmanın sırrı, bizzat Hz. Peygamber tarafından İslâm’ın ilk günlerinden itibaren tesis edilmiş üç esas prensipten ibarettir; bunlar:
a) "Bir Arap, Arap olmayan bir diğer fertten, takvâ konusu müstesnâ, hiçbir cihetten üstün değildir". Bu prensip, bütün ırkların eşitliği ve ırkçılık ve ayırıcılıkla ilgili bütün mefhumların ortadan kaldırılması demektir.
b) "Müslim olsun, gayr-i müslim olsun her fert kanun karşısında eşit muâmele görür". Bu prensip ise, bütün dinler için mutlak müsamahayı temsil eder1.
c) Üçüncü prensibe göre ki en önemlisi de budur: "Öğretim ve öğrenimin yaygın hale getirilmesi şarttır". Hz. Peygamber bu son prensibe son derece bağlıydı ve bu konuda gerekli geniş tedbirler almıştı.2
Birinci prensip:
Yukarıya sıraladığımız bu üç prensipten ilki, muhtelif ırklardan gelen müslümanları büyük İslâm İmparatorluğu’nun inşaasına iştirake teşvik ediyordu. Size nakledebileceğim bunun en iyi misâli, İspanya fethinin büyük kahramanı, Şimâlî Afrikalı ve Berberî ırkdan olan Tarık İbn-i Ziyâd’dır. Kısa bir müddetin geçmesini müteakip bu İslâm İmparatorluğu, ırk tefrik edilmeksizin Orta ve Uzak Şarkın bütün milletlerini içine almıştır. Bu büyük devletin orduları olduğu kadar, kumandanları da Türk, Fars, Arap, Berber ve hattâ Grek soyundan gelmekteydi. Bu hal pek önemli bir noktadır; zira imparatorlukların yıkılması, hükümet eden ırkın uzun zaman İktidarda kalması neticesi bozulup soysuzlaşmaya uğramasına bağlanır. İslâm imparatorluğu’nda Arabistan’dan gelen fâtihlerin ilk ve ikinci nesilleri zayıflayıp kuvvetten düştüğü zaman, ilk Abbâsî halîfeleri devrinde önce İran’dan, sonra Horasan’dan yeni bir kanı temsil edenler imparatorluğa karışmışlar ve daha sonraları bu yeni unsurlar, halifelerin sağlam dayanaklarını teşkil etmişlerdir. Abbâsîler devrinin ikinci yarısında ise, İslâm’a büyük idareciler ve takdire şayan muharipler kazandıran kanaatkar, mütevâzî ve fakat akl-ı selîm sâhibi bir ırktan gelen Türkmenler ortaya çıktılar.
Mısır’da bir ara Tulunoğulları ve İhşitler idareyi ellerinde tuttular. Böylece Türkler, her yerde İslâm’ın ileri gelen ananelerinin teşekkülünde baş rolü oynadılar: Büyük mimarlar, güzel sanatlar ve edebiyat sahasında büyük üstadlar, bütün bunlar miladi 9 ila 12. asırlarda İslâm Medeniyeti’nin temellerini atmışlardır. Bu arada 12. asırdan itibaren Batı’dan gelen Haçlı hücumlarına karşı İslâm İmparatorluğu’nu korumada gözü açık bir muhafız mertebesini ihraz etmeleri süreliyle Türkler’in gösterdikleri büyük askerlik sıfatını da unutmamak lâzımdır. Bunlar Mısır’da Baybars, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar olarak temâyüz ettiler. Gittikleri her yere Türkler, teşkilâtçılık ruhlarını da birlikte götürmüşlerdir.
İkinci prensip:
Kanun karşısında farklı dinlerin eşitliği şeklindeki ikinci prensip, gayr-i müslimlere bizzat kendi dindarları arasında iken bile tanımak imkânını bulamadıkları bir emniyet ve huzur getirmişti. Sadece dört bin askerle Mısır’ın fethedilmesine müncer olacak şekilde Bizans’taki Hristiyanların, Mısır’dakilere karşı giriştiği kötü muamele, bu Hristiyanların Amr İbnü’l- Âs kumandasındaki Müslüman ordusuna iltihak etmesi neticesini doğurmuştur. Bu hudutsuz tolerans, Hristiyan, Yahûdi ve hattâ lâdînî âlimlerin İslâm İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde kalmaları ve tetebbûlarına ve öğretimlerine buralarda devam etmelerine imkân vermiştir. Ayrıca malûmunuzdur ki, Abbasî halîfelerinden bir kısmının tabipleri, Gabriel’ler, Buhteşu’lar gibi, gayr-i müslim âilelere mensuptular. Kendisi tarafından tesis edilen Beytü’l-Hikme’de vazife görmek üzere, Halîfe el-Me’mûn’un yanma çağırılan Yahûdi, Nastûrî, Grek veya Zerdüşt ilim adamlarının sayısı ne kadar çoktur!.. Bunlar, Grek yahut Fars âlimleri olarak, eski Yunanca ve Hint dillerinden hür düşünceye dayanan ve lâdînî felsefenin çeşitli konularında yazılmış kitapların Arapçaya çevrilmesine hizmet ettiler... Bu son derece ileri tolerans atmosferinden Bizans veya İspanya engizisyonunun meş’um günleri ne kadar uzak kalmaktadır!
Üçüncü prensip:
Yukarıda gösterdiğimiz prensiplerden üçüncüsü bizi en fazla ilgilendirendir. Zira bu sadece bütün Ortaçağın en geniş ve en yüksek entelektüel medeniyetinin inşâ edilmesinde değil, aynı zamanda, bu prensip şâyet tatbik edilmeseydi, eskilerin bütün kültürel mirasının kaybolmasına ve Avrupa’nın gerçekleştirmiş bulunduğu Rönesans hareketinin daha birçok asırlar gecikmesine sebep olacaktı.
Hakîkaten şurası çok tuhaftır ki, öğretimden en az nasibini almış bir bölgeden (Arabistan Yarımadası’ndan) çıkagelen bu yeni din, hudutsuz bir ihtirasla öğrenim ve öğretimi teşvik ve tahrik etmek sûretiyle, Yahûdi ve Hristiyanların kitaplarından, ekseriya hiçbir İlâh tanımayan (athée) Grek felsefesi ve Parsların ve Hintlilerin Panteist felsefe çerçevesinde kaleme aldıkları kitaplarına kadar varan eski kültürel mirasın tercüme ve tetkikine müsaade etsin!.. Müslüman âlimlerimiz gerçekten, Grek filozofları ve bilhassa Aristo tarafından hakîmâne bir şekilde ortaya konmuş olan "mantık İlmi"ne hayran ve meftundurlar. Bu ilimler, sonradan yerini alan büyük Türk filozofu İbn-i Sînâ’dan önce gelmek üzere Aristo’yu, "Üstâd-ı Evvel" olarak isimlendirmede tereddüt etmemişler ve fakat buna mukabil İbn-i Sînâ’ya eş-Şeyhü’r-Reîs (Baş Hoca) adını vermişlerdi.
Şimdi daha da dikkati çeken bir vâkıa üzerinde duracağız: Din birliği esası üzerine kurulu bir imparatorluk yâni İslâm impaartorluğu, mantık ilmi esasları dâhilinde olmak üzere, fizik, kimya ve astronominin ilmî prensiplerinden dinin temel yapılarına kadar, ilmin bütün sahalarında âlimlerine mutlak bir serbestlik ve hürriyet tanımaktadır. Böyle bir entelektüel hareketin önemini daha yakından hissedebilmemiz için, Konstantin’in kanunlarını te’yid ve takviye etmek üzere, 382 yılında Bizans İmparatoru Teodos’un çıkardığı kanun ile mahvolmuş ve yok olmaya yüz tutmuş bir entelektüel dünyadan kalanları bir araya getirmenin zarûret arzettiği bir asır olan 7. asır ortalarına doğru İslâm’ın yeryüzünde zuhur etmiş olduğunu hatırlamamız îcâb etmektedir. Aynı Teodos’un kanunu, Hristiyanlardan gayri bütün dinlerin yeryüzünden çıkarılıp süpürülmesini derpiş ediyor ve bunlara ait mabetlerin yıkılması ve din adamlarının kılıçtan geçirilmesini emrediyordu.
Halbuki bu mabetler, aynı zamanda o devrin birer üniversitesi ve din adamları da bütün ilim dallarında birer üstad olduklarından, bu kanunla eskilerin getirdiği bütün ilimler ortadan kalkmaya mahkûm bir hale geliyordu. Mısırlılar için felâket daha da büyük olmuştu: Bu kanuna göre, sadece Mısır’daki bütün mâbetler yıkılmakla yâhut din adamları kılıçtan geçirilmekle kalmamış, aynı zamanda bizzat konuşulan dil, antik Mısır medeniyetindeki çeşitli ilimleri bize kendi resim alfabesiyle nakleden bu mukaddes dil (Hiyeroglif) de yasaklanmış ve kısa zaman geçmesiyle unutulmuş, bunun yerine Grekçenin aşağı bir dialekti ikame edilmişti.
İşle kaybolmuş bu medeniyetten kalan eski elyazmalarının küçücük parçalarını toplamış olmak ve bunları tahkik edip mukayesesini yapmak ve aynı adı taşıyan muhtelif yazarların eserlerini birbirlerinden tefrik etmek ve sahte yahut da yanlış atfedilen eski elyazmalarını saf dışı bırakmak şeref ve liyâkati Müslüman âlimlerine âittir.
A. İSLÂM İMPARATORLUĞUNUN SİYASİ YAPISINDA TÜRKLER:
Şimdi de biraz İslâm İmparatorluğu’nun siyasi yapısı üzerinde duralım. Zira Türkler, bu İmparatorluğun inşaa ve müdâfaasında geniş çapta hizmetleri olan bir millettir. Bunu göstermeden evvel, kötü maksatlarla yahut cehâlet neticesi, Türklere atfedilen bâzı yanlış târihî malûmatın düzeltilmesini yapalım.
Az yukarıda gösterdik ki İslâm, öyle büyük bir hızla yayıldı ki, 638 yılında başlayan bu yayılma, Emevîlerin zamanında (660-750), 712 yılında en yüksek derecesine ulaştı. 756 yılında Abbâsîlerin işbaşına gelmesiyle Endülüs’ün bir kısmı İmparatorluktan ayrıldı ve aile efradının kılıçtan geçirilmesinden tesadüfen kurtulabilen bir Emevî olan Abdurrahman’ın idaresinde kaldı.
788’de Fas (Mağrip), İdrîsîlerin idaresi altında aynı şeyi yaptı ve sonra Benû Ağleb idaresinde Tûnus ve nihayet 868’de Mısır’ın Türk Vâlisi Ahmed İbn-i Tûlûn, Suriye’yi de kendi idaresi altına alarak Mısır’la birlikte Abbâsî İmparatorluğundan ayrıldı.
Doğu tarafında durum daha iyi değildi: Halîfe Me’mûn, kardeşi el-Emîn’e 813 yılında galip gelmesinde büyük rolü olan kumandanı Tâhir’e Horasan’ı bıraktı. Bundan ayrı, hemen hemen bütün onuncu asırda Irak’ın şimâlini ve Suriye’yi Benû Hemdân ele geçirdi. Nihayet Sâmânoğulları 874 yılında Horasan’ı işgâl ettiler ve Buhârâ ve Semerkant’ı kendilerine bağlayarak 999 yılına kadar hükümdarlıklarını Türkistan’a kadar genişlettiler.
909 yılında, Hz. Ali’nin torunlarından biri, Fâtımîler Hânedânını kurarak Şimâlî Afrika’da istiklâlini îlân etti. el-Mu’îz Lidînillâh’ın torunlarından biri, Mısır’ı istilâ etti ve burada Kahire adında yeni bir başşehir tesis etti. Kısa zaman sonra aynı hükümdar, Irak’ı Bağdat’la birlikte Abbâsî Halîfesine bırakarak Suriye, Arabistan ve Yemen’i ele geçirdi. Onun gayesi, İslâm dünyâsını, Hz. Peygamber’in soyundan gelen birinin bayrağı altında, yeni baştan birleştirmekti. Böyle bir projenin sebebi, Ortaçağda Fransız ihtilâline gelinceye kadar (18. asrın sonu), milliyetçilik mefhumunun cemiyetlerde mevcut olmaması ve gerçek toplumun Doğuda da Batıda da dine istinad etmesiydi. (mesela Katoliklerle Protestanlar arasında çıkmış harpler) Böylece bütün Arap hanedanları 10. asırdan İtibaren zayıflamaya başlamıştı. Bağdat’ta Abbâsîler, Kurtuba’da Emevîler ve 11. asırda Mısır’da Fâtımîler bu durumdaydılar ve bunların eski büyük devletleri birçok küçük "İmâret"ler halinde parçalanmaktaydı. Birlikten uzak kalmış bütün bu İslâm ülkeleri ananevî düşmanlarının hücumlarına mâruz kalmaya başlamıştı: Evvelâ Bizans Rumları ve sonra Haçlılar ve nihayet birlik haline gelen bütün Avrupa.
Dermansız kalmış bu imparatorluğa yeni ve taze bir kan şırınga etmek lâzımdı. Şimâlî Afrika’nın Berberi kavimleri, İspanyol hücumlarından İslâm’ı kurtarmak için birbiri arkasına dalgalar halinde Endülüs’e koştular. Bunlar ilk olarak el-Murâvîler, sonra el-Muvahhidler ve nihayet Benû Ahmer adlarıyta bilinirler. Bunlar sayesindedir ki İslâm Medeniyeti daha dört asır boyunca Endülüs’te mevcûdiyetini muhafaza edebildi. Doğuda Türkler, her yere bu yeni ve taze kanları götürdüler ve bu neşv-ü nemâ veren kuvvet iledir ki, çözülmüş olan durum doğrultulabilmiş ve İslâm dünyasını tehdit eden dış tehlikeler bertaraf edilebilmiştir. Bu oluş, Halîfe el-Mu’tasım (833-842)’ın dört bin kişilik bir Türk askerî muhafız birliği ile ordusunu takviye etmesiyle başlar. Daha sonra 903 yılında Benû Buveyh, Şiraz ve İsfahan’ı işgâl etti ve müteakiben 945 yılında mutlak hâkimler olarak yüz seneden ziyade kaldıkları Bağdat ele geçirildi. 999 senesinde Türkler, Sâmânoğullarını Buhârâ ve Semerkant’tan çıkardılar. 962 tarihinde ise Türkistan’dan gelen çok sayıda Türk toplulukları Afganistan’ı işgâl ettiler ve burada Gazneliler Hânedânı’nı tesis ettiler ki, bunların en meşhurları Gazneli Mahmud (998- 1030) dur. Bu hükümdar bütün İran’ı, Hint kıt’asının şimâlini ve Pencap’ı fethetti. Bundan pek az sonra 1038 senesinde başkanları Tuğrul’un sevk-ü idaresinde Selçuk Türkleri, İslâm’a girmek ve harp endişelerinde kendisine yardım etmek üzere ed-Dâim bi-Emrillâh’m huzûruna çıktılar. Bu Selçuk Hânedânı, İslâm dünyâsının büyük bir kısmını yeniden tek bir bayrak altında birleştirmekte gecikmedi. Bu sûretle Orta Şark, Tuğrullar, Alparslanlar, Melik Şahlar ve Sungurların idaresi altında toplanmış oldu. Bu liderler 1071’de Malazgirt Savaşı ile Rumları bu bölgelerden çıkarıp attılar. Sonra Haçlılarla uğraştılar (1101’de Amasya’da, 1148’de Antalya’da cereyan eden savaşlar). Selâhaddin Eyyûbî bir Türk Sultânı olan Nureddin İbn-i Zengî tarafından Haçlı Frankları Filistin’den çıkarmak üzere vazifelendirildi. Hıttîn’de Selâhaddin Eyyûbî’nin muzaffer olması üzerinedir ki Kudüs tekrar Müslümanların eline geçti.
Mısır’da da aynı şekilde Fâtımî Hânedanı tükendiğinde, 1250 senesinde Eyyûbîler, iktidarı Memlûk Türkmenlerine devrettiler ve bunlar Suriye’de bulunan Haçlılara ve Mısır’ı işgâl etmiş bulunan müstevli Fransız Kralı IX. Lui’ye karşı mücadeleye cesûrâne devam ettiler. Haçlıların elindeki son kalenin, Kalum’un oğlu en-Nâsır tarafından ele geçirilmesiyle iki yüz sene devam etmiş olan bu Haçlılar müşkülü bölgeden uzaklaştırılmış oldu.
Selçuklular kısa zaman sonra ikiye ayrıldılar. Bir kısmı İran’da, diğer kısmı Batıdaki düşmana tek cephe tutarak Anadolu’da hükümranlıklarına devam ettiler. Fakat bir kere daha yeni bir yıldız parlamaktaydı: Bir Türk başbuğu Ertuğrul, bu kavmin beşiği olan Orta Asya’dan hareketle bir avuç Türk’ün başında kılıcını, artık güçsüz kalmış olan Selçuk Sultânının emrine arz etmek üzere huzura girdi. Kendisine bir imâret tahsis edildi. İşte bu Ertuğrul’un oğlu Osman Gazi, Osmanlı Hânedânı’nı kuran ve aynı zamanda mecalsiz düşmüş olan İslâm dünyasına yeni ve taze bir kan aşılayan ve savaş gücü kazandıran başbuğdur. Gerçekte de İslâm dünyası, o sırada kendisini tehdit eden çeşitli ırk ve renklerden kurtlara karşı nefsini müdafaa edebilmek üzere böyle bir harekete o kadar muhtaçtı ki...
Bu yeni İmparatorluk, Muratlar, Yıldırım Bâyezîdler, Fâtih Sultan Mehmedler ve Yavuz Selîmlerin gayretleriyle mükemmel şeklini aldığı zaman, artık İslâm Hilâfeti’nin Müslüman hükümdarların en kuvvetlisi elinde bulunması îcâb edecekti. Bu tahakkuk edince de Halîfe, pek tabiîdir ki Emîru’l-Mü’minîn sıfatıyla ve Hz. Peygamber’in vekîli olarak, bütün İslâm ülkelerini mukaddes Sancâk-ı Şerîf’in gölgesi altında birleştirme işine girişti ve aynı zamanda Şark’ın ve İslâm’a karsı düşman mevkiini muhafaza eden birlik halindeki bütün Avrupa Haçlılarına açılan mücâhedeyi altıyüz sene boyunca cesûrâne ve başarıyla yürüttü.
(1) Hz. Ali’nin Sıffîn Harbi’nde kaybettiği silahlarını bir müddet sonra Kûfe’de bir Yahudinin elinde bulması üzerine, kendisi bir Halife olduğu halde, Yahudi ile birlikte hakim huzuruna çıkması ve bir delil ikame edememesi sonucu bu Yahudiden silahlarını geri alamaması vakası hatırlanmalıdır. Bundan ayrı, Batılı tarihçilerin istismar ettikleri bir nokta üzerinde durmada da fayda vardır; bu, erginlik çağına eren her erkek gayrimüslim tebanın ödediği Cizye vergisidir. Batılı tetkikçilerin iddialarına göre bu vergi, gayrimüslimleri İslam’a sokmak için bir zorlama vasıtasıydı. Ancak gerçek bu merkezde değildir. Cizye bu toplum grubu için menfaat sağlayan bir unsurdu. Zira gayrimüslimler, Cihattan yani askeri hizmetten beri tutulmuşlardır. Cizye bu son şekliyle birkaç yıl öncesine kadar Avrupa ve hatta Mısır’da bile tatbikat sahası bulabiliyordu. Erkekler erginlik çağına gelince askeri hizmet ile bunun nakdî bedeli arasında bir seçim yaparlar, isteyen “hizmeti” seçer, isteyen “bedel” tediyesi yoluna gidebilirdi.
(2) Rasulullah’ın Müslümanları, “Çinde de olsa ilim peşinde koşma”ları için teşvik eden ve “beşikten mezara kadar ilimle meşgul olma”ya davet eden hadislerini hatırlarsınız; kendisi, bir “muallim” ile bir “mücahid”i eş tutuyor, bir harp esiri veya bir köleyi, on Müslüman çocuğuna okuma yazma öğretmesi üzerine, azat ediyordu.
________________________________________________________________________________
İBÂDETDEN
İbâdetden huzur almazsa bir İnsan, perişandır,
Tükenmez yas taşır zîrâ, geçen her ânı hicrandır.
Seher vakfında istîğfâr edip Allah’ı zikret de
Uzaklaş mâsivâlardan anıl dergâh’ı izzetde..
Velîkullar, erenler, erdiler kalben uyanmakla,
Tefekkürler edip yaşlar döküp Allah’ı anmakla..
Zikirden feyziyâb olmuş ve yükselmişse irfanın,
Ne sırlar keşfeder ruhun, geçer vuslatla her ânın..
Ali Ulvi KURUCU