Makale

Ahmet Hamdi Akseki'nin Mezheplere Bakışı

Ahmet Hamdi Akseki’nin Mezheplere Bakışı

Prof. Dr. AVNİ İLHAN
Dokuz Eylül Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Ahmet Hamdi Akseki merhum’un itikadı ve siyasî mezheplere bakışını iki yönden ele alarak takdim etmeye çalışacağız.
1. İtikadî ve siyasî mezheplere karşı tutumu neydi? Bunlardan herhangi bir mezhepte tarafgirliği var mıydı? Reddettiği, karşı durduğu mezhepler var mıydı? sorularına cevap vereceğiz.
2. Çok çeşitli sahalarda sayısız eserleri ve makaleleri bulunan Üstad’ ın mezheplere dair yazdığı eserleri veya makaleleri var mıdır, bunların muhtevaları nelerdir? sorularına cevap vereceğiz.
Evvelâ kendisinin Medresetü’l- Mütehassisîn’in Felsefe Kelâm ve Hikmet-i İlâhiyye Şubesinden birincilikle mezun, bilhassa İzmirli İsmail Hakkı, gibi alimlerin talebesi olduğunu hatırlıyalım. Bu husus şüphesiz değerli hocalarının ona meselelere geniş bir açıdan bakma metodunu kazandırdığını düşündürür. Onun eserlerini incelediğimizde bu düşünce tarzının doğru olduğu görülecektir. Ahmed Hamdi Akseki merhumun eserlerinde ve yaşayışında Ehli Sünnet çizgisindeki inancı benimsediği ve bu doğrultuda birlik ve beraberlikten yana olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Gayreti mücerret İslam’ın gayretidir. Sığ bir mezhep taraftarlığını elbette gütmemiştir. Balkan Harbinden önceki yıllardan İstiklâl Mücadelemize kadar birlik ve beraberliğin var olmada; tefrika ve bozgunculuğun da yok olmada en büyük âmil olduğunu acı ve sevindirici tecrübeleriyle yaşadığı içindir ki birlik konusunda hassas idi. İş başında bulunduğu zaman maiyyetini uyardığı konuların başında tefrikanın tehlikesi gelmektedir. Rifat Hoca’nın vefatında Diyanet İşleri Başkanlığına vekâlet ettiği sırada Ramazan ayının girmesi münasebeti ile müftülüklere gönderdiği genelgede bu hassasiyetini en belirgin bir şekilde görmekteyiz. Genelgede İslam Dini’nin en güzel şekilde halka anlatılmasını hatırlatıp şunları ilâve etmiştir:"... va’zlarda hiçbir suretle esastan uzaklaşmamalı ve lüzumsuz bahislere dalınmamalıdır. Kur’an ve sahih hadisler ve Peygamberimizin o tertemiz hayatı, bir vaiz için bitmez tükenmez hazinedir.
Evvel be evvel dinimizin itikadî ve amelî esasları, bu kaynaklardan açıkça nakledilmeli, itikada, ibadete ait mühim meseleler ara sıra hatırlatılmalı, fakat ihtilâfa, ikiliğe yol açacak hadiselere asla yanaşmamalı ve müslümanlıkta Allah’ın kitabı ile Peygamberimizin sünnetinden başka bir tarik, bir yol olmadığı bir an bile hatırdan çıkarılmamalı ve İslâm büyüklerinden bahis edilirken daima hürmetle anılmalıdır. Sahabeden herhangi birine ve İslâm ulularına bilir bilmez dil uzatacak ve böylece cemaat arasına ayrılık sokacak vaiz görülürse, derhal kendisine lâzım gelen ihtarât yapılmalı ve başkanlığımıza bildirilmelidir. Müslümanlık vahdet esasına dayanan bir dindir ve daima vahdet ve tesanüdü emreder. Her ne suretle olursa olsun vahdeti, birliği bozacak olan fikirler bozgunculuktur ve Müslümanlığa aykırı harekettir. Vaizin hiç kimsenin kalbini rencide ve zihnini teşviş edecek sözlerde bulunmaması gerekir."
Bundan dört sene sonra bu defa Diyanet İşleri Başkanı olarak yine Ramazan ayının girmesi münasebeti ile aynı hususları yeniden vurgulamış bozgunculuğun tehlikesine dikkat çekmiştir. Sözü edilen bu genelgede bozgunculukla ilgili olarak şöyle demektedir: "... Unutmamak lâzımdır ki, bu kötü fikirler sırf Müslümanlığı yıkmak maksadıyla ta Yahudi İbn-i Sebe’ ile başlamış ve başka başka adlar altında bugüne kadar devam ederek Müslümanlar arasında müthiş fikir ayrılıkları, İslam büyüklerine dil uzatanlar husule getirmiştir. Ashaba veya İslâm büyüklerine dil uzatanlar ya hüsn-i niyet sahibi değildir veyahut aldanmış zavallılardır. Bunlarla görüşürken de hikmet ve hakikat dairesinde güzel güzel görüşerek kendilerini iknaya çalışmak lâzımdır.
Va’z kürsülerinde cemaat arasında ayrılık sokacak, dinî ve millî vahdeti gevşetecek Müslümanları veya bir kısmını rencide edecek her türlü sözlerden ve hareketlerden kaçınılmalıdır. Müslümanlık vahdet ve kolaylık esaslarına dayanan bir din olup daima vahdet ve tesanüdü emrettiğine göre her ne suretle olursa olsun vahdeti, birliği bozacak olan fikirler bozgunculuktur ve Müslümanlığa aykırı bir harekettir."
Elbette onun tefrika ve bozgunculuğun tehlikesinden bahseden tavrı ve yazıları sadece bunlar değildir. Uygun olan her fırsatta İslam’ın verdiği önemi vurgulamış ve bu hususta dinini, vatanını, milletini çok seven bir alimin hassasiyeti ile ömrünü sürdürmüştür.
İslam Dinine karşı her türlü tehlikeye fevkalade duyarlı idi. Bu tehlike ister onun neslinin maruz kaldığı açık silahlı saldırılar cinsinden olsun ister fikrî yönden, nereden gelirse gelsin farketmez. Nitekim 13 Temmuz 1934 tarihinde çok takdir ettiği hocalarından Ahmed Nairn Bey’e yazdığı ve izahını istediği bir husus onun sözünü ettiğimiz hassasiyetini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Ahmed Hamdi Akseki’nin mezheplerle ilgili bilgisi ve yazdıklarına gelince: Şüphe yok ki dinî konularla ilgili her sahada derin bir vukufu olan Üstad’ın itikadı ve siyasî mezheplerle ilgili de malumatı vardı. Esasen Medresetü’l-Mütehassisîn Felsefe, Kelâm ve Hikmet-i İlâhiyye Şubesi mezunu oluşunu dikkate aldığımızda onun daha tahsil yıllarında bu bilgileri almış olduğu ortaya çıkar. Ayrıca mezhepler hak- kındaki sağlam bilgi ve değerlendirme için şart olan Islâm Tarihine vukuf ve ilgisi bilinmektedir.
Tesbit edebildiğimize göre Ahmed Hamdi Akseki’nin itikadî - siyasî mezheplere dair bir tek yazısı vardır. O da: "Batınîler’in ve Kar- matîler’in İçyüzü" adıyla Hatay Müftüsü Ismail Hatib ERZEN tarafından tercüme edilen ve Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında neşredilen esere yazdığı önsözdür. Bu yazısında o İslam dünyasında Hz. Osman’ın son devirlerinden itibaren bir çok fırkalar ve mezhepler çıktığını hatırlattıktan sonra bunların bir kısmının İslam’ın insanlara tanıttığı ve hatta teşvik ettiği fikir ve söz hürriyetinden doğmuş ve uzun zaman devam etmiş olduklarını belirtmektedir. Bundan başka siyasî amiller ve şahsî emellerle ortaya çıkmış fırkalar vardır ki, bunlar her vakit müslümanlar ve müslümanlık için bir gaile bir musibet olmuştur, diye sözlerine devam eden Üstâd, İlmî mahiyet taşıyan mezheplerin müstakil fırkalar olarak bugün artık kalmadığını ileri sürmektedir. Fakat siyasî ve İslam aleyhinde kötü maksatlar takibederek ortaya çıkmış olan fırkalar ve tarikatlerin muhtelif isimler altında bugün devam etmekte olduklarına işaret etmektedir. Bu maksatla ilk beliren fırkanın Şia olduğunu; Şia’nın daha Hz. Ali’nin sağlığında dört kısma ayrıldığını bildirmekte ve Hz. Ali’ye samimi bir sevgi beslemekten tutun da onu haşa ilah ittihaz edecek derecede aşırı gidenlere kadar bu dört kışımı sıralamaktadır. Sözlerine devamla diyor ki: ’Tetkik edilince görülür ki, bunların hepsi teşyî’den, yani Hz. Ali ve ehli beytine muhabbetten başlayarak nihayet ona ve bütün onun neslinden geldiği iddia edilen kimselere uluhiyyet isnadına kadar ileri giden ve böylece şiîlik perdesi altında gizlenerek müslümanlar arasında ilhat ve fesat neşreden kimselerdir. Binaenaleyh, bunların başlangıcı Hz. Ali ve ehli beytine muhabbet ise de sonu insilah, dinden büsbütün sıyrılıp çıkmaktır.
Bu teşekküllerin asıl ne zaman kiminle başladığına burada kısaca işaret edeceğiz.
Bunların tarihî seyirleri dikkatle takip edilirse görülür ki, bu fitnelerin tohumları hemen hemen Islâm’ın ilk devirlerinde atılmıştır ve Hz. Ömer’in (R.A.) şehadeti de bunlarla ilgilidir. Evet, Iran fütuhatından sonra bir taraftan Iran Mecusiliği, diğer taraftan Yahudi fitnesi, İslam perdesine bürünerek gizli gizli İslam’ın saffetini, müslümanların vahdetini bozmakta gecikmemiştir."
Bu hatırlatmalarından sonra Rafızîlik ve Batınîlik gibi muhtelif isimlerle genişleyen bu tarikatlerin ne gibi maksad ve gayelerle kurulmuş olduğu ve nasıl teşkilatlandırdığı hakkında İslam alimlerinin çok geniş eserler yazdığımı haber vermekte ve kendisinin ’de bu eserlere dayanarak bu maksad ve gayelerden kısaca bahsedeceğini belirtmekte ve Yahudi Abdullah b. Sebe tarafından ric’ at, vasiyyet ve hulûl akidesinin nasıl ortaya atıldığını anlatmakta; bu konudaki milel nihai kitaplarındaki bilgileri nakletmektedir. Rafızîliğin giderek dış görünüşü ehli beyte muhabbet, iç yüzü ise Mecusilik ve Yahudilikten ibaret bir tarikat haline geldiğini; birçok kollara ayrıldığını; İmamiyye nin inandığı ric’at akidesinin de bundan alındığını ifade etmiş; Tal- muttaki tenasüh akidesini de müslümanlığa İbn Sebe sokmuştur, hükmüne ulaşmıştır. Bu kısmın devamında Batınî anlayışın nasıl şekillenmeye başladığını; batınîlerin giderek nasıl ibâhî bir anlayış sergilediklerini; hiçbir kaideye bağlı olmaksızın nasıl işlerine geldiği gibi tevillerde bulunduklarını ve Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde dilediklerince oynadıklarını misaller vererek anlatmaktadır.