Makale

Hatıralarla Çanakkale

Hatıralarla Çanakkale

Vehbi VAKKASOĞLU

Arkadaşlarının Bombacı lakabıyla andığı Mehmet Çavuş, ağır yaralı getirildiği hastaneden kumandanına yazıyor: “Sağ kolumu kaybettim, amma zararı yok… Sol kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.”

Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağındaki yaralı asker için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu.

ÇANAKKALE, Mehmetçiğin “Kim-se yoksa ben varım” diyerek ateş kusan çeliğe karşı imanlı sinesiyle dur dediği yerdir. Arkadaşlarının Bombacı lakabıyla andığı Mehmet Çavuş, ağır yaralı getirildiği hastaneden kumandanına yazıyor:
“Sağ kolumu kaybettim, amma zararı yok… Sol kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.
Hastaneden kurtularak, hâlen harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım.”
Bombacı Mehmet Çavuş (1. Kolordu, 1. Tümen, 7. Alay, 3. Tabur, 1. Bölük)
Mehmetçiği yokluk, kıtlık ve çok güçlü olan düşmana karşı diri kılan sır ne idi? Bunu da Çanakkale’de başkumandanımız olan Alman General Liman Von Sanders’in bir hatırası açıklıyor. Teftiş sırasında Mehmetçiğe, ne için savaşıyorsunuz diye sorar. Mehmetçik Allah rızası için deyince; Alman General, şu yorumu yapmaktan kendini alamaz:
“Evlatları Allah rızası için çarpışan bir millet ebediyen var olur!..”
18 Mart Deniz Zaferi’mizden sonra Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa cepheyi dolaşıyor, durum tespiti yapıyordu. Mecidiye Tabyası’nın yıkıntıları arasında dolaşırken, bir askerin hâli dikkatini çekti. Mehmetçik bir ağacın altına uzanmış, hareketsiz, sessiz yatıyordu. Yanına yaklaştı, baktı. Mehmetçik yaşıyordu.
“Neyin var evlat?” dedi.
Mehmetçik, birden ayağa fırladı ve hazır ola geçti. Ancak gözleri Paşa’dan yana değil, ters tarafa bakıyordu. Cevat Paşa, yaşaran gözleriyle ve titreyen sesiyle sordu:
Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?
Mehmetçik, bu soru üzerine daha bir toparlandı ve iyice toklaşan sesiyle şöyle dedi:
Üzülmeyin kumandanım! Benim gözlerim göreceğini gördü. Artık görmese de olur.
Çanakkale savaşlarında doktor olarak görev yapan, Hikmet Arda rahmetli anlatıyor: “Ben Balkan savaşlarını, Arabistan’ı ve İstiklal Savaşı’nı da gördüm. Fakat Çanakkale gibi kanlı ve tehlikeli olanı yoktu. Aylarca her an ölümle karşı karşıya pençeleşen insanlar hayatlarını o kadar hakir görmeye alışmışlardı ki, yüzleri ilahî bir manzara arz ediyordu.
Bir gün gene bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman topçuları evvela siperlerimizi altüst etti. Sonra da düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar. Karşılık vermemiz fayda etmiyordu. Düşmanı durduramıyorduk… Nihayet Senegalliler, siperlerimizin bir kısmını işgal ettiler. Erlerimiz Kerevizdere’ye sığındı.
Düşman için yol açılmıştı. Çünkü buradan sonra müdafaa hattı yoktu. Artık düşman Soğanlıdere’ye inecek ve tam Çanakkale’nin karşısında Boğaz’ın en mühim bir mevkiini ele geçirmiş olacaktı… Bütün gayeleri olan İstanbul yolu da, donanmanın yardımıyla kendilerine açılmış bulunacaktı.
Ben bir kısım sıhhiye askerimle, bu ani ve müthiş hücum karşısında çekilmeye imkân bulamadım. Siperde vazife yaparken esir kaldım.
Başımıza dikilen Senegalli, simsiyah yüzünden akan terlerle, güneşin karşısında âdeta bir bronz heykel gibi, elinde satırıyla dikilmiş duruyordu. Karşı koymaya imkân yoktu. Çünkü düşman askerleri bizleri geride bırakmış, siperlerimizden atlamış ve Kerevizdere’ye inmeye başlamışlardı.
Fakat kaç dakika geçti hatırlamıyorum; müthiş bir “Allah Allah!” nidası kulaklarımızı yırttı… Başlarında, o mütevazı ve dindar kahraman, 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lutfi Bey… Maneviyatı bozulmuş askerin başına geçmiş ve “Yetiş ya Muhammed kitabın gidiyor!” diye naralar atarak askeri heyecana getirmiş ve ileri atılmıştı. Peşine takılarak kükreyen arslanlarla, siperlerimizi düşmandan geri almıştı… Kan, kin ve ateş sağanağı içinde bile insan kalabilen Mehmetçiği insaflı bir düşmanı anlatıyor:
Fransız General Guro, genç bir subayken Çanakkale’de Mehmetçiğe karşı savaştı. Bir kolunu ve bir bacağını burada bırakarak ülkesine döndü. Aradan 15 yıl geçti. Fransızlar, Çanakkale’de ölen askerleri anısına büyük bir abide yaptırıp açılışına geldiler. Gelenler arasında Guro da vardı. Açılış töreninden sonra Fransız General, “Beni şimdi de Türk askerinin abidesine götürün” dedi. Bizim yetkililerimiz hem şaşırdılar hem de utandılar. Çünkü o zamanlar İngiliz ve Fransız anıtı gibi henüz orada bizim bir eserimiz yoktu.
Ancak General ısrar edince, onu, doğru düzgün bir yolu da olmayan altı metre yüksekliğindeki mütevazı Mehmet Çavuş abidesine götürdüler. Temsil ettiği Mehmetçik gibi mütevazı olan bu abide önünde Guro, heyecan ve vecd içinde, tek bacağı üstünde saygı duruşunda bulundu.
Sonra da, hayretler içinde kendisine bakan kalabalığa şöyle konuştu:
“Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir insandır. Sizlere bu konuda, hâlâ içimde taptaze, capcanlı duran bir hatıramı anlatmak isterim.
Bir sabah, günün ilk ışıklarıyla birlikte, Türklerle süngü harbine başlamıştık. Onlar çok, ama çok mahir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak imkânsızdı. Süngülü çarpışmamız aralıklı bir şekilde akşam geç vakte kadar devam etti.
Ortalık kararınca, Türklerle anlaşma yapmak mecburiyetinde kaldık. Çünkü çok sayıda ölü ve yaralı, dar bir alana yığılıp kalmıştı. Yaptığımız anlaşmaya göre, savaş alanını gezecek ve yaralılarımızı toplayacak, ölülerimizi de gömecektik.
Bizim askerler sedyelerle harp sahasına çıktıkları zaman ben de aralarına katılmıştım. O sırada, gözümün takıldığı bir manzarayla aniden irkildim. Çünkü akşamın alaca karanlığında, değme ressamın fırçasından çıkamayacak bir güzel tablo karşısında idim.
Her şeyi bir kenara bırakarak uzun süre seyrettiğim bu tablodaki Türk askeri, beni büyük bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bıraktı. Bu muhteşem tablodaki Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağındaki yaralı asker için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu.
Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı hâlde, kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu kahraman ve asil askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?”
Sözlerinin burasında sakat generalin bağıran sesi kısıldı. Gözyaşları, boğazına tıkanan hıçkırıklarla birlikte sesini iyice kısmıştı. Derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle, âdeta fısıldadı:
“Efendiler, Türk askerinin kucağındaki yaralı bir Fransız askeri idi, bir Fransız askeri…”
Generalin sesiyle birlikte kuvveti de bitmişti. Yere çöktü. Gözyaşlarını tek eliyle sildi, sonra da o eliyle yüzünü kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…
Saygının, sadakatin, dostluğun, asaletin timsaliydi Mehmetçik Çanakkale’de… Sol kolunu Çanakkale’de bırakmış bir kahraman Hasan Dursun Bayrak anlatıyor:
“Vatan uğrunda seve seve feda ettiğim kolumdan ziyade, karşımda duran İbrahim’e acımıştım. Benden fazla o teselliye muhtaçtı. İbrahim Yozgatlı bir yiğitti. Attığını vururdu. Bir bölüğü tek başına durduracak kadar maharet ve cesaret sahibi, çevik ve sadık bir Mehmetçikti. O benim emir erimdi. Sürekli, ‘İntikamını alacağım kumandanım’ diyor, başka bir şey söylemiyordu.
Üç gün sonra vapurla İstanbul’a getirilip, Zeynep Kamil Hasta-nesi’ne yatırıldım. Kanımla elbisesi muşambalaşmış olan İbrahim temizlenmiş, ben de ıstıraptan biraz kurtulmuştum. Hastaneye yatırıldığımın ikinci günü idi… İbrahim’i karşımda buldum. Diyordu ki:
“Bana müsaade ederseniz, ben gideceğim kumandanım.”
“Nereye İbrahim?” dedim.
“Çanakkale’ye, sizin intikamınızı almaya gideceğim” cevabını verdi.
Bu şefkat ve sadakat timsalini kaybetmek istemiyordum.
“Benim ve benim gibi olanların intikamını alacak, hamdolsun binlerce er var Çanakkale’de… Benim ise, burada bir emir erinden ziyade sana çok ihtiyacım var. Gel gitme!” dedim.
Bu kahraman genç bana şu cevabı verdi:
“Kumandanım, sizi bu hâlde bırakarak ayrılmak çok müşkül… Ancak, siz hastaneye yerleştikten sonra, artık ben burada kalamam. Cephedeki arkadaşlarıma, “İbrahim komutanı bahane etti, harpten kaçtı” dedirtmem. Mutlaka gitmeliyim.” “Öyleyse, Allah yardımcın olsun İbrahim” dedim. Elimi hürmetle öptü ve gitti. Bir müddet sonra haber aldım ki, İbrahim aslanlar gibi dövüşerek şehit olmuş…”
Çanakkale Destanı’ndan geriye çok az hatıra kaldı. Bildiklerimiz, bilmediklerimizin zekâtı bile olmaz. Sebebi, o kahramanların tevazuu idi. Onlar, yaptıklarının asıl karşılığını sadece Allah’tan beklerdi. Mesela Havranlı Koca Seyit… Çanakkale’deki harikulade kahramanlığını en yakınlarına bile anlatmamış. Bir gün eşi Hanımefendi, “Neden anlatmıyorsun?” deyince şu muhteşem cevabı verir:
“Hiç insan yaptığını satar mı?”
Çanakkale’nin kumandanları da aynı ruh frekansındaydı. Onlar da çok az anlattılar. Hele de kendilerini hiç öne çıkarmadılar. Onlardan biri olan, 26. Alay, 3. Tabur Kumandanı Mahmut Sabri Bey, yönettiği muharebenin raporunu bile, “Yaptım, ettim, yönettim” diye değil; “Yapıldı, edildi, yönetildi” diye yazmış; kendisini değil, askerlerini öne çıkarıp övmüştür. Oysaki tamamen kendi tedbir ve idaresiyle, Seddülbahir’i, en zor zamanda, ilk 48 saat o savunmuştu.
Ve Çanakkale Deniz Zaferimizin adsız kahramanı Selahaddin Adil Paşa…1953’te, Çanakkale savaşları ile ilgili bir konferansa davet edilir. Tabii ki içinde değil, başında bulunduğu deniz zaferimizi çok güzel ve etkili anlatır.
Paşa’nın oğlu da toplantıyı duyup, katılır. Konuşma sırası babasına gelince hayretler içinde kalır. “Meğer babam Çanakkale savaşlarını ne kadar iyi biliyormuş” der. Ancak Paşa’dan sonra kürsüye çıkan deniz tarihçisi Abidin Daver Bey şu açıklamayı yapar:
“Bu tarihçi zannettiğiniz mütevazı şahıs, aslında 18 Mart Çanakkale Zaferimizin hakiki kahramanıdır… Bakmayın kendisinden bahsetmeyişine…”
Tabii bu açıklamaya herkesle beraber oğlu da şaşırıp kalır…